İnsana dokunan bilim

İnsan değil evreni, kendini tanıması için bile başlı başına bazı soyut durumlar ile karşı karşıyadır. O zaman insanın bu anlama çabası içinde temel hareket noktası, başka bir insanın sunduğu ifadeleri okumak değil, ilmin tek anahtarı olan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm olmalıdır.

BİLİM, çağımızda yaşamın getirdiği her türden zorluğu veya eksikliği giderebilecek bir çalışmalar bütünü hâline gelmiş durumda. “Hayatımızı daha nasıl en kolaya indirgeyebiliriz?” sorusunun net cevabını her gün ama her gün farklı bir teknolojik gelişme ile cevaplandırmaktayız. Bu anlamda bilim, “Hayatta daha ne olabilir ki?” dediğimiz noktada bize neler olacağını iliklerimize kadar hissettirebilen bir güç olarak karşımıza çıkabilmektedir.

İnsan hayatını en üst safhada kolaylaştıran bilim, her geçen gün insana dair ne varsa hizmete sunarken, mânevî anlamda anlaşılamayacak veya anlaşılsa bile ifade etmekte güçlük çekeceğimiz zorluklarla karşılaştırabilmektedir bizi. Herkeste bunun az çok karşılığı vardır.

Kendimden örnek vereyim meselâ...

İstanbul’da bulunmak durumunda kaldığım şu günlerde İstanbul’un tam yabancısı olmasam da çoğu yerini bildiğimi söyleyemem. “Şöyle bir gezelim!” dediğimizde, “Falanca tarihî yer nerededir?” diye yol tarifi almak için artık insana gereksinim duymayacağımı fark ettim. Öyle ya, cebimdeki telefon adım adım bana gideceğim yeri gösteriyordu. Ne yalan söyleyeyim, çok da işe yarar olduğunu fark ettim. Tâ ki en yakınımda olan bir yeri dahi civardaki herhangi bir esnaftan veya yakınımda olan bir amcaya sormak yerine, kolayıma gelip onu da telefonumdan bulana dek...

Yanımda olan ablama dönüp, “Gerçekten teknoloji çok iyi bir şey, şak diye buluverdik her yeri!” dedim. Her ikimiz de bu durumun rahatlığını konuşacakken, âniden fark ettik ki, “Böyle giderek, insanla bir ihtiyacımız için bile konuşma gereksinimi duymayacağız” diye bir iki dakikalık düşünme hâli oluştu. Eminim, bu iki dakikalık düşünme hâli gündelik hayatta birçoğumuzda oluşabilmektedir. İşte bilim, hayatımızın her ânında, her şartta burnumuzun dibinde; ancak devasa boyutta ihtiyaçlarımızı giderirken ve sonsuz bir rahat yaşamı bize sunarken nerede ne eksik kalıyor ki insanda bu iki dakikalık düşünme hâlini gideremiyor?

Demek ki bilim ve teknoloji birçok fayda sağlıyor insana, ama insanın yüreğine dokunabilen tek şey, yine başka bir insanın yüreği! Ne kadar hayatımızı konforlu geçirecek olursak olalım, bir insanın muhabbeti kadar başka ne huzur verebilir ki?

Bu anlamda bilimle ilgili sorgulamamız gereken diğer bir düşünce, bilimin bu derece maddiyatla dolu olmasına karşı neden ürkütücü derecede mânevî boşluk oluşturduğudur? Burada belirlememiz gereken nokta, ilim ile bilimin neden farklı anlamlar yüklenerek işleve geçirildiğidir. İlim, Allah’ın seçtiği kullarına bahşedilen İlâhî bir anlam olurken, bilim ise bu anlamdan tamamen uzaklaşarak kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan mânâ ile tamamen içi boş, kaos oluşturan işlem sistemi gibi…

İlim bizde doğmuş, kaynağını bizden alan, bizim kültür ve inanışlarımızı kendine baz alarak insana hizmet eden bir ifade iken, bilim ise sadece rasyonalizm ve pozitivizme hizmet eden Batı’nın ruhsuz bilgiler yığınıdır. Kaynağını Batı’dan alan “bilim” kelimesi, en başta işe hakikati aramakla başlar, fakat buna bile mutlak hakikati inkâr ile başlayarak devam eder.

Burada vurgulamaya çalıştığım temel nokta şu ki; insana hizmet etse bile her türlü çabalayış içinde Allah’tan gelen o ilmî ışığı taşımadıkça insana fayda sağlıyor olmakla görünecek ama zamanla insanı, oluşturduğu boşluk içinde helâke sürükleyecek.

“İlim” kelimesi açıklamalara sığmayacak genişlikte bilgiler kaynağı iken; “bilim”, salt fennî ilimler olarak sınırlandırılmakta. Sadece insanın yapıp etmelerinin sonucu şeklinde bir sınırlandırmaya tâbii… Oysa ilim, insanın yaptıklarının ve yapacaklarının, söylediklerinin yahut söyleyemediklerinin bile yüce bir bilgi ile ilişkilendirildiği bir ilham kaynağıdır.

Bugün bizim kültürümüzde olan İslâm bilim insanlarından İbni Sina’dan Yûnus Emre’ye, Fârâbî’den İbrahim Hakkı Hazretlerine kadar birçok ismin eserlerini ve bize aktardıklarını, nasıl olur da bir bilim açıklamasına hapsedebiliriz?

Kâinatta olup biten her şeyi bilimin açıklamasını beklemek beyhude bir bekleyişten öteye gitmeyecektir. Çünkü bilimin yapacağı açıklamalar, somut olanı bize verecektir. Fakat insan değil evreni, kendini tanıması için bile başlı başına bazı soyut durumlar ile karşı karşıyadır. O zaman insanın bu anlama çabası içinde temel hareket noktası, başka bir insanın sunduğu ifadeleri okumak değil, ilmin tek anahtarı olan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm olmalıdır.

Tüm bu yazdıklarım, yine bizi aynı kapıya çıkarıyor: Okumak, okumak, okumak... Ama en önce meâl okumak, sonra ilim önderlerimizi okumak ve sonra da içeri dönüp kendini okumak… Ki bütün mesele budur!

Gerçi görebilene kâinatın kendisi bir ilim ve kitaptır. Hani diyor ya Kudüs şairimiz Nuri Pakdil, “Kâinat, seriyyeden süreyyaya kadar bir kitaptır okumayı bilene”…

Allah bizleri, okumayı bilenlerden kılsın!