BİLİM, çağımızda
yaşamın getirdiği her türden zorluğu veya eksikliği giderebilecek bir
çalışmalar bütünü hâline gelmiş durumda. “Hayatımızı daha nasıl en kolaya
indirgeyebiliriz?” sorusunun net cevabını her gün ama her gün farklı bir
teknolojik gelişme ile cevaplandırmaktayız. Bu anlamda bilim, “Hayatta daha ne
olabilir ki?” dediğimiz noktada bize neler olacağını iliklerimize kadar
hissettirebilen bir güç olarak karşımıza çıkabilmektedir.
İnsan
hayatını en üst safhada kolaylaştıran bilim, her geçen gün insana dair ne varsa
hizmete sunarken, mânevî anlamda anlaşılamayacak veya anlaşılsa bile ifade
etmekte güçlük çekeceğimiz zorluklarla karşılaştırabilmektedir bizi. Herkeste
bunun az çok karşılığı vardır.
Kendimden
örnek vereyim meselâ...
İstanbul’da
bulunmak durumunda kaldığım şu günlerde İstanbul’un tam yabancısı olmasam da
çoğu yerini bildiğimi söyleyemem. “Şöyle bir gezelim!” dediğimizde, “Falanca
tarihî yer nerededir?” diye yol tarifi almak için artık insana gereksinim
duymayacağımı fark ettim. Öyle ya, cebimdeki telefon adım adım bana gideceğim
yeri gösteriyordu. Ne yalan söyleyeyim, çok da işe yarar olduğunu fark ettim.
Tâ ki en yakınımda olan bir yeri dahi civardaki herhangi bir esnaftan veya
yakınımda olan bir amcaya sormak yerine, kolayıma gelip onu da telefonumdan
bulana dek...
Yanımda
olan ablama dönüp, “Gerçekten teknoloji çok iyi bir şey, şak diye buluverdik
her yeri!” dedim. Her ikimiz de bu durumun rahatlığını konuşacakken, âniden
fark ettik ki, “Böyle giderek, insanla bir ihtiyacımız için bile konuşma
gereksinimi duymayacağız” diye bir iki dakikalık düşünme hâli oluştu. Eminim,
bu iki dakikalık düşünme hâli gündelik hayatta birçoğumuzda oluşabilmektedir. İşte
bilim, hayatımızın her ânında, her şartta burnumuzun dibinde; ancak devasa
boyutta ihtiyaçlarımızı giderirken ve sonsuz bir rahat yaşamı bize sunarken
nerede ne eksik kalıyor ki insanda bu iki dakikalık düşünme hâlini gideremiyor?
Demek
ki bilim ve teknoloji birçok fayda sağlıyor insana, ama insanın yüreğine
dokunabilen tek şey, yine başka bir insanın yüreği! Ne kadar hayatımızı
konforlu geçirecek olursak olalım, bir insanın muhabbeti kadar başka ne huzur
verebilir ki?
Bu
anlamda bilimle ilgili sorgulamamız gereken diğer bir düşünce, bilimin bu
derece maddiyatla dolu olmasına karşı neden ürkütücü derecede mânevî boşluk
oluşturduğudur? Burada belirlememiz gereken nokta, ilim ile bilimin neden
farklı anlamlar yüklenerek işleve geçirildiğidir. İlim, Allah’ın seçtiği
kullarına bahşedilen İlâhî bir anlam olurken, bilim ise bu anlamdan tamamen
uzaklaşarak kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan mânâ
ile tamamen içi boş, kaos oluşturan işlem sistemi gibi…
İlim
bizde doğmuş, kaynağını bizden alan, bizim kültür ve inanışlarımızı kendine baz
alarak insana hizmet eden bir ifade iken, bilim ise sadece rasyonalizm ve
pozitivizme hizmet eden Batı’nın ruhsuz bilgiler yığınıdır. Kaynağını Batı’dan
alan “bilim” kelimesi, en başta işe hakikati aramakla başlar, fakat buna bile
mutlak hakikati inkâr ile başlayarak devam eder.
Burada
vurgulamaya çalıştığım temel nokta şu ki; insana hizmet etse bile her türlü
çabalayış içinde Allah’tan gelen o ilmî ışığı taşımadıkça insana fayda sağlıyor
olmakla görünecek ama zamanla insanı, oluşturduğu boşluk içinde helâke
sürükleyecek.
“İlim”
kelimesi açıklamalara sığmayacak genişlikte bilgiler kaynağı iken; “bilim”,
salt fennî ilimler olarak sınırlandırılmakta. Sadece insanın yapıp etmelerinin
sonucu şeklinde bir sınırlandırmaya tâbii… Oysa ilim, insanın yaptıklarının ve yapacaklarının,
söylediklerinin yahut söyleyemediklerinin bile yüce bir bilgi ile
ilişkilendirildiği bir ilham kaynağıdır.
Bugün
bizim kültürümüzde olan İslâm bilim insanlarından İbni Sina’dan Yûnus Emre’ye, Fârâbî’den
İbrahim Hakkı Hazretlerine kadar birçok ismin eserlerini ve bize aktardıklarını,
nasıl olur da bir bilim açıklamasına hapsedebiliriz?
Kâinatta
olup biten her şeyi bilimin açıklamasını beklemek beyhude bir bekleyişten öteye
gitmeyecektir. Çünkü bilimin yapacağı açıklamalar, somut olanı bize verecektir.
Fakat insan değil evreni, kendini tanıması için bile başlı başına bazı soyut
durumlar ile karşı karşıyadır. O zaman insanın bu anlama çabası içinde temel
hareket noktası, başka bir insanın sunduğu ifadeleri okumak değil, ilmin tek
anahtarı olan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm olmalıdır.
Tüm
bu yazdıklarım, yine bizi aynı kapıya çıkarıyor: Okumak, okumak, okumak... Ama
en önce meâl okumak, sonra ilim önderlerimizi okumak ve sonra da içeri dönüp
kendini okumak… Ki bütün mesele budur!
Gerçi
görebilene kâinatın kendisi bir ilim ve kitaptır. Hani diyor ya Kudüs şairimiz
Nuri Pakdil, “Kâinat, seriyyeden süreyyaya kadar bir kitaptır okumayı bilene”…
Allah
bizleri, okumayı bilenlerden kılsın!