
“MODERN dünya” dediğimiz âlemin bize dayattıkları, aslında insan olmanın gerekliliklerini unutmakla başlıyor. Evvelâ bizlere “insanlık” denilen kavramı ve özelliklerini unutturup, ardından senede bir gün hatırlatıp, bizi biraz (amiyane tabirle) yemledikten sonra sisteme geri dönüyor ve kendi benliğimizi unutarak yıllarımızı heba ediyoruz.
Hâlbuki ömür bize bir kereliğine veriliyor. Dünyadan geçiyoruz fakat “dünya”dan vazgeçemiyoruz.
“İnsan Hakları Günü” veya “Kadın Hakları Günü” denilerek yılda bir kez kutlanan yahut Anneler Günü, Babalar Günü olarak koskoca seneden sadece bir gün anılan kaç tane gün varsa, insana, insan olmanın değerlerini 364 gün unutturup 1 gün hatırlatarak vicdanlara su damlattıktan sonra, o vicdanları 364 gün yakıp insanlığı yutan bir sistem… Bize kendimizi 1 gün hatırlatıp 364 gün unutturan bir sistemi niye kabul ediyoruz? Yahut kabul ediyor muyuz? Peki, ses çıkarabiliyor muyuz?
“Modern dünya” denilen dünya, insanın kendi kendini hapsettiği kocaman ama dar bir hapishanedir. İnsanın kendine yaptığı en büyük zulümdür. Peki, “insan” ne demek? “İnsan” kelimesinin birçok anlamı olsa da genel mahiyetiyle “çokça unutandır”. İnsan unutan ve utanabilen bir varlıktır. Bazılarında utanma duygusu kalmıyor. İşte orası terazinin hassas tarafı; utanabilen kişiye “insan” denir. Ar, hayâ, edep insanda olur; olmayan canlıya hayvan denir. İnsan ise, cinsiyet ayrımı olmaksızın, değerlerini bilen, iyilik edebilen ve ayrım gözetmeden herkese karşı inisiyatif sahibi olandır.
“Kadın” kelimesinin en güzel tanımlaması, sanırım Neşet Ertaş Usta’ya ait: “Kadın insandır, biz insanoğlu…” Bu iki cümlelik söz, aslında tüm kâinattaki durumu özetler nitelikte. Kadın insandır, kadın bir meta yahut bir obje değildir. Kadınlar kimseden aşağıda yahut yukarıda da değildir. Hepimizin bildiği Cahiliye Dönemi, kadınların diri diri toprağa gömüldüğü, gömenlerin aslında kendi insanlıklarını gömdüğü, adıyla müsemma bir dönemdir. Şimdilerde “özgürlük” adı altında sergilenen durumla herkesin önüne koyulan kadın, cismen ölmese bile yaşıyor da sayılmaz. Zira yaşadığı kendi hayatı değil, insanoğlunun ondan beklediği, ona biçtiği rol.
Kadını toplumun dışında tutarak da olmaz; toplumun gözü önündeki, herkesin kolaylıkla ulaşabildiği yer de kadının yeri değildir. Çünkü kadın değerlidir; Cennet’in ayakları altına serildiği varlıktır. Kadının yeri neresidir? Kadının yeri, kendini cinsiyetinin özelliğiyle değil de “insan” olarak konumlandırdığı ve “insan” olabildiği her yerdir. Dişiliği (cinsiyeti) ile değil, kişiliğiyle barındığı her yer, sadece kadının değil, tüm insanlığın yeridir.
Eğer taraf olunacaksa, “insanlıktan” yana taraf olunmalı. Cinsiyet bizim bu dünyaya ait geçici kimliklerimizden biri değil mi? O hâlde neden bizi biz yapan değer “insan” olabilmekken, kendimizi bu kadar dar kalıpların içine hapsediyoruz? Beden yeterince dar değil mi? Ruh insana üflenince, insan, insan olabilmenin özelliğini tamamlamıştır. Yoksa insan, bedene girince aslında yarım kalmış, Cennet’ten dünyaya atılmıştır(!).
İnsan, ruhu olduğu için insandır. İnsan ruhu kutsal bir şeydir. Kendi ruhunu alçaltan insan, nefes alıyor olsa bile bir cesettir.
Dünya nasıl geçici ise, “dünya görüşü” denilen şey de geçicidir; ebedî olan, insanın ruhu yani özüdür. Dünyaya tamah eden insan, özünü yitirmiştir. Dünyadaki metalarla fazla meşgul olan insan, bir zaman sonra kendi özünü de yitirmeye başlar. Dünya bizim için yalnızca bir geçiş noktası, ebedî âlemde kalışın nasıl olacağını belirleyen bir geçit. O hâlde dünyadan geçerken esas dünyadan yani ebedî âlemden vazgeçmemek lâzım. Bunun yolu, yaratıldığı üzere dosdoğru insan olarak kalabilmek.