İnsan

En çok kendini seven, en çok kendisi için korkan ve nedense en çok kendinden kaçan insan, önce merdivenleri tek tek tırmanıyor, sonra bir anda yere çakılıveriyor. Sıdk ile fücurun tohumları kalbine ekilmiş olan, ikisi arasında gidip gelen, yürüyen, koşan, düşen, kalkan, gülen, ağlayan... İnsan!

IŞIKLAR loş, salon dolu… Birazdan “İnsan” adlı eser icra edilecek... Yanıp sönen ışık huzmelerinin altında bütün müzisyenler yerlerini aldı. Yaylı, üflemeli ve vurmalı sazlar hazır; partisyenler kontrol edildi, bir alkış tufanı eşliğinde orkestra şefi sahneyi teşrif etti. Salonun duvarlarında tezahürat sesleri yankılanıyor. Alkış, toprağı dövüyormuşçasına -su toprağa kavuşuyormuşçasına, su ve toprak ruhunu arıyormuşçasına- yağıyor.

İnsan anlatılacak... İnsan anlaşılacak... İnsanlar “İnsan”ı dinleyecek...

İnsana dair söylenmiş, yazılmış bütün kanıtlar, sentezler, teoriler bir yana, insana yakıştırılan tüm yaftalardan sıyrılarak, onu yalnızca seslerin berraklığıyla anlatma ve anlama gayreti gösterilecek. Seslerin renkleriyle, işitsel yetiler ön plâna alınarak müziğin, notaların o muamma ve muakkat dünyasına adım atılacak, sesle, nağmeyle resmedilecek insan.

Doğu’ya ve Batı’ya ait birbirinden türemiş, farklı özellik ve ebatlardaki, değerli ağaçlardan, metallerden, materyallerden yapılmış enstrümanlarla insana ve hayatına dair veçheler yansıtılacak.  

Alkışlar ışıkların söndürülmesiyle nihayetlendi, salonda sese ve ışığa dair hiçbir belirti yok, ölüm sessizliği hâkim, karanlık bir sis çökmüş sanki; nefesler tutulmuş, herkes bu zifiri karanlığın nereye varacağını merakla bekliyor. Bir ışık huzmesi bendirzenin eline yansıyor. Bendirzen gece vakti dağların arasından doğan mehtabın parıldaması gibi görülen o dairevî çalgıyı, elindeki bendiri havaya kaldırdı ve art arda gelen ritmik sesler düştü salona:

“Düm tek!

Düm tek!

Düm tek!

Düm tek tek!”

Anne rahmindeki bir bebeğin -iki milim bir çiğnem hâlindeki- hayatın ritmini yakalamaya çalışması, yılkı atları gibi dörtnala, “ömür” denen duraksız trenle yaptığı başa baş müsabakası, suyun ve toprağın ruha bulanması, kanın kalp kapakçıklarından hücuma geçişi, ruhun bedene baskın vuruşu, bedenin tüm diğer unsurlarını kullanabilmesi için kalbin bedene ritim tutturuşu… “Düm tek! Düm tek! Düm tek!”

Sahne bütünüyle aydınlandı. İnsanın tüylerini ürperten çellonun o pes ve derin tonuyla timpaniden gelen ritimlere eşlik ediyor, saatin tik takları gibi saniyeleri saya saya bitirmenin telaşı sarıyor her vuruşta. Gitarın telleri arasında çileli safhanın gelgitleri titreşiyor, sahnenin ortasında ayakta duran kemanî, başını kemana yaslayarak yakaladığı en tiz notayı inletiyor. Doğum ânındaki anne ve bebeğin varlıkla yokluk arasındaki amansız mücadelesi resmediliyor. İnsan yavrusunun dirilişi; iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin, savaşın-barışın, sevginin-nefretin bütün zıtlıklarıyla fâni dünyada bir nefeslik yer alabilmenin yaygarasını kopararak hayata “Merhaba!” deyişi...

Kemanların arkasında bulunan bir arpist, kollarıyla bir bütün olarak arpı kavramış. Arpın 47 telinin her birinden ayrı bir duruluk ve huzur saçılıyor; kadın zarafeti, anne şefkati gibi, su damlalarının durgun suya damlamasındaki billurî nağmeler, hayatın engebelerini kolaylaştıran, bebeğin ilk elini tutan anne eli gibi, her bir zahmetin üç kere, beş kere, on kere, kırk kere, bıkmadan ve yorulmadan, merhametle o müşfik kaynaktan fışkırması, rahmetin anne kodlaması, annenin tüm birikiminin damla damla çocuğun eline akması...

Bütün vurmalı, üflemeli ve telli sazların her biri aynı anda salonu ses, vokal ve ritimlerin ahenkli raksına bırakıyor. Orkestra şefi tıpkı bir kartal gibi kollarını açmış, keskin bakışlarıyla bir taraftan partisyonu takip ediyor, diğer yandan el kol hareketleriyle sahnede hâkimiyet kuruyor. Sağ eliyle ritim tutuyor, sol eliyle parçadaki ifadeleri belirginleştiriyor, notaların matematiksel tarafını mimikleriyle müzisyenlere iletiyor. Davetliler hayranlıklar içerisinde seslerin ebruli tonlarının omuz omuza dans edişlerine şahitlik ediyor.

İnsanın zıtlıklarıyla birbirini bir mıknatıs gibi çeken yönlerini piyanonun tuşları arasındaki adımlarını dinliyoruz; si la sol la do fa mi fa mi re... Piyanist, kamburunu çıkarırcasına piyanoya abanmış, parmak uçlarıyla atik ve hızlı hamlelerle anlatıyor insanı. Yedi oktavlık kapasite, insanın en katmerli, en kıvrımlı yönlerini yakalamaya çalışıyor; si la sol la do fa mi fa mi re mi…

En çok kendini seven, en çok kedisi için korkan ve nedense en çok kendinden kaçan insan, önce merdivenleri tek tek tırmanıyor, sonra bir anda yere çakılıveriyor. Sıdk ile fücurun tohumları kalbine ekilmiş olan, ikisi arasında gidip gelen, yürüyen, koşan, düşen, kalkan, gülen, ağlayan... İnsan!

Ağlayan keman mı, yoksa insan mı?

Bütün geç kalmışlıkların, yetişememelerin, pişmanlıkların, karayken kararan sevdaların ve yeniden yeşermelerin hüzünlü ve buruk tınısı… Toprak döşekten gökyüzü seyirli o çocukluk ve gençlik çağlarının gerilerde kalması, renk renk çiçeklerin çiçek olduğu zamanlara duyulan özlem...

Şimdi bütün keman grupları viyola, viyolonsel ve kontrabasların flütlerle birlikte oluşturduğu armoni hâkim; bestenin en hareketli yeri… Bütün enstrümanlar aynı anda dâhil oluyor, şefin hareketlerinin hızlanmasıyla orkestra hızlanıyor ve yavaşlıyor, salyangoz kıvrımlı korno her tona uyan sesiyle, beyaz güvercinlerin kanat çırpışlarıyla uzaklardan haber getiriyor gibi… Davullu zurnalı düğünler, asker uğurlamaları, kız evermeler... Hayat katmerlenirken insanın sırtına yüklenen sorumluluklar, “Hayırlı olsun”lar, “Allah şifa versin”ler, “Mekânı Cennet olsun”lar... Her bir haber ayrı izler bırakır insana ve ayrı biletler aldırır.

Beyaz gömleği ışığın yansımasıyla dikkat çekiyor; neyzen, neyini üflüyor, ona nefes veriyor. Bu mistik tarz mekânı başkalaştırıyor. Su ve toprak nefesle can buldu. Yandı ve aşkın rengine bulandı

Dinleyiciler sesin tesiriyle donuklaştılar, efsunlu ahenk bu kabzedici frekans, kalbin en derununa ulaşan dokunuşlar, İnsanın hakikat arayışları, bir çocuğun anne babasından uzaklaşıp oyuna dalışı, sonrasındaki ağlamaklı haykırışlar, yakarışlar, ya toptan reddedişler, vazgeçişler ya da bulana dek inat edişler, taban tepişler... Bu uhrevî ses, aranağmeler, mâkâmlar, haneler... Elest’in sırları, zihnin kalbe uyanışı, hiçliği fark edişi, hakikî dirilişi...

Sabâ mâkâmının içli ve dokunaklı perdeleriyle kalplerin cûşa gelmesi, güneşin karanlığı dağların ve tepelerin, köylerin ve şehirlerin üzerinden itelemesi, insanın uyanışı, zamanın tarih biriktirmeye başlaması… Uşşak ve Rast mâkâmıyla hareketlenen ve büyüyen insanın güçlenmesi, gençlik ve olgunluk çağları... Günün en hareketli anları, güneşin ısısının arttığı en sıcak anlar… Rast mâkâmının Asr vaktinin ihtişamını ortaya çıkardığı efsunlu sesler, tarihin altın çağının zuhur edişi, segâhın hareketli geçişiyle günün yoğun sayfalarının hızla kapanışı, güneşin gökyüzünün saçlarını kızıla boyayarak sessizce gözlerden kayboluşu...

Neyzen Hicâz perdesine geçerken kudümden gelen vuruşlar yavaşlıyor. Hicâzın hüzünlü nağmelerinde nihayete yaklaşıldığının esameleri hissediliyor. Tevazu ile gelen kabullenişler, insanın yükseldiği gençlik çağlarının elinden alınışı, insanın zaman ve zeminin yorulup yıpranmasıyla birlikte bütün bunları İlâhî bir sonun kucaklayışı... İnsanın ve insanlığın sonsuzluğa dirilişi…

Alkışlar...