
Gez-göz-arpacık
İYİLİKLER ve güzelliklerde bir uyum, bir ahenk olduğu kadar kötülüklerde de bir devamlılık ve bir düzen hâli var ve kurgulanıyor maalesef. Besin zinciri içerisinde baskın olmak, hayatta kalabilmek, yakalayabilmek, galip gelebilmek gibi onlarca aşama, hayatın türlü evrelerinde yaşanmıyor değil. Stefan Zweig’in “Her gölge yine de ışığın çocuğudur” sözündeki gibi, zıtlıkların tamamlayanı, büyük resmin bütünleyeni de denilebilir buna. Bununla beraber, daha çok antagonist bir çelişkiler yumağı da olmaktadır. Bu minvalde “gez-göz-arpacık” düzeneği neye ve kime hizmet ediyor, bir düşünelim bakalım…
İçimize yalan kaçtı
Zıtlıkları yaşıyoruz, doğrudur, amenna. Veryansın çetecikleri ile beraber pürneşe ablalar ve ağabeyler duvar kenarları kadar yakınımızda. Kıyıda köşede kalmışlık, kanamalı bir sessizlik, yaşasıncılık ve adamsendecilik hep yanı başımızda. Aynı küfenin içerisinde gibiyiz. Şükür ehli yanında türlü türlü şükürsüzlerimiz de yok değil. Bu dün vardı, bugün de var, yarın da var olacak. Bunlar hep sıkıntılar maalesef. Olumlu gidişatın yanında olumsuz gidişat da az değil. Her zamanki gibi yine baskınlıklarını muhafaza ediyorlar.
Sahte, yapmacık, kimi iyi görünümlü hâller, ihtiyarlıktaki telâfi ibadetlerine benziyorlar. “Ya tutarsa?” ihtimâli gibi hayatiyetlerini hep sürdürüyorlar. Her şeye rağmen insanın bir denge unsuru olarak akletme çabası yine her zamanki gibi yerini koruyor. Ama bu olgunun işlevini ve gücünü muhkem tutmak gerekiyor. İnsan afektelerini dizginleyebilmenin büyük gücü bu sonuçta. Bir taraftan buna “ahlâk ve vicdan okuması” da diyebiliriz.
Gölge ektik, güneş mi biçelim?
İnsana dair retrospektif bilgilerde pek şaşma olmuyor. Çünkü insan fizyolojisi, genetiği ve zaafları çağlar boyu hep aynı salınımı ve görüntüyü vermektedir. Çağ değişse de, zaman yenilense de öz aynı kalıyor. Değişime uğrayan kanonik yapılar hep birbirlerine benziyorlar. Sistem ve düzene bakışlarda, kötülere ilenip iyilerden müstefid olmak gerekiyor ki doğru istikamette yol alınabilsin. Dikkat etmez isek bizim kavalımızı oyalayıcılar çalacak ve bizleri oyaladıkça oyalayacaklar. İnsan denen kimi obur yaratıklar da def çalıp oynayacaklar. Zılgıta çıngar olmak gibi bir birliktelik her daim yaşanacaktır. Şunu bilmeliyiz ki, insanız, canlıyız ve ölümlüyüz. Bu kadar oyunun sonunda hangi zor zaman nihayet bulmayacak? Güçlüklerin çözümüne sağaltı olacak çözümler de yok değil. Yeter ki kötülük muarızı yapının gücünü artıralım. Rotayı kalbe, vicdana, hak ve adalete çevirelim. Bilelim ki, hakikati eskitmek kimsenin haddine değil.
“İnsan” dersem çık!
Her şeyi çok iyi bilen bir Allah varken, insanların birbirini temize çıkarma gayretleri niye? İnsanların, doğrunun yanında konuşlanamama zorluğu niye? Her şeye rağmen çekingenlikleri aşıp insanî güzel hasletlerin yekindirilmesi ve pozitif cihette dengesi gerekiyor. Bu durum kolektif bir hareket tarzı oluşturup yol, yöntem ve sistem arayışını inşâ etmekle mümkün olacaktır. İnsanî, manevî ve millî değerleri etüd etme gibi bir sorumluluğumuz da yok değil. Eski ayazların büyüttüğü fidanlar gibi muhkem olanlar ancak hayata daha sıkı tutunacaklardır. Bunlarla beraber bütün dış etmenlerin karşısında kendi içimize doğru uzun bir yürüyüşe çıkmamız da elzem olacaktır.
İnsanca bir dünya
Bu dünyanın hepimize yeteceği anlayışında ve paylaşımcılığında olunması gerekiyor. İnsanın yüreği, vicdanı ve mecburiyetleri arasındaki makası daraltmak ve çaresizlikleri mümkünse yok etme gayretinde olunmalı. Bu en önemli misyonumuz olmalı. Yüzü insana dönük bir dünya inşâsı umudumuz, hülyamız ve arayışımız olmalı. Ama en doğrusu için hem fabrika ayarlarına dönmek, hem de her insana ayrı ayrı görevler düşüyor. “Peki, hayat kime daha güzel olacak?” dersek, daha çok hayatı yaşanır kılanlarla, hak, adalet ve vicdan üzerinde olanlarla… Bu ruh daha genel anlamda canlı ve var olma metodolojisinin yanında olumlu cihetiyle hep bir katalizör görevi yapacaktır. Kim bilir, belki de talih kuşu, hayatı yanlış anlayanlarla böylece birlikte olacaktır.