İnsan yalnızlıklar çağında

Allah’ın rahmetinin cemaat üzerine olduğunu ne zaman hatırlayacağız? Kurdun kuşun eşiyle olduğunu, her canlının kendi topluluğu içinde bir kıymetinin bulunduğunu ne zaman fark edeceğiz? Topluluk hâlinde yapılan ibadetin tek başına yapılan ibadetten daha değerli olmasının hikmetini ne zaman kavrayacağız? Bir elin sesinin çıkmayacağını, tek kanatlı kuşun uçamayacağını ne zaman öğreneceğiz?

NE çok adlandırıldı yaşadığımız çağ. “Uzay Çağı”, “Atom Çağı”, “Katliamlar Çağı” dendi. Belki de en çok ihtiyacımız olan şey birbirimizi dinlemek, anlamak olduğundan, bu çağa “İletişim Çağı” da denildi. Biz hiçbir zaman birbirimizden kopuk yaşamadık. Çünkü “doğudaki/batıdaki müminin derdiyle dertlenmedikçe” imanımızın kemâle ermeyeceğine inandık hep.

Seher yeline nazlı yârden haber sorar, turnalarla sılaya selâm salarız. Daldan düşen elmadan, yağan kardan, esen yelden, çözülen yazmadan, yere düşen lokmadan, öten horozdan, yürüyen çocuğun emeklemesinden, hatta çayımızın içindeki çöpten bile haber çıkarırız. Hasretimiz, düşüncemiz, suskunluğumuz bile iletişimdir bizim. “Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez” diyen Neşet Ertaş ne güzel anlatır bu gönül yolculuğunu! Yüzlerdeki göz izini tanıyan kimselerken, nasıl kendi yüzümüzü göremez hâle geldik?

Bir de günümüzün panoramasını çizelim isterseniz…

Çağımız insanı ne büyük yalnızlıklar yaşıyor! Gökdelenler, akıllı evler, rezidanslar derken her türlü lüksün bulunduğu, beş yıldızlı otel konforunda hayatların yaşandığı, her şeyin olduğu ama huzurun bulunmadığı bir çağdayız.

Çocukluk günlerimizde kalan o büyük ailedeki neşeyi, her günün şenlik havasında yaşandığı mutlu günleri bulmak artık zor. Her apartman bir köy büyüklüğünde ama kimse kimseyi tanımıyor. Kapı komşunuzla bile selâmlaşmak neredeyse merasime tâbi.

Kimse helvadan putlar yapmıyor artık. Kimsenin koynunda taşıdığı heykelcik yok. Putlarla dolu mekân kalmadı neredeyse. Oysa ne çok putumuz oldu. Akıllı telefonlar, tabletler… Bize hizmet etmesi gerekirken esiri olduğumuz teknoloji, bizi insanlığımızdan çıkarmıyor mu?

Sabah uyanır uyanmaz ilk işimiz, Facebook veya Twitter hesabımızı kontrol etmek, akıllı telefonla oynamak, oyalanmak… Yatağa girmeden önceki son işimiz de bu. Neredeyse uykularımızı böleceğiz bunlar için. Tabiî gece uyuyanlar için bu durum söz konusu. Bir de tüm gece ekranın kölesi, bilgisayarın tutsağı olanlarımız var.

“Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle” diyordu türkümüz. Hâl böyle böyle… Birçoğumuz farkında olmasak da bize dayatılan bu hayat tarzı her geçen gün bizi yok ediyor, birbirimize yabancılaştırıyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Birimizin derdi, hepimizin derdi değil artık. İnsan kendi yalnızlığında kayboluyor. Bunalıyoruz, içimiz daralıyor, hafakanlar basıyor hepimizi.

Bir derdin varsa kimseye söyleyemiyorsun. Anton Çehov’un hikâyelerindeki at arabacısı gibiyiz. Bizim konuşacak atımız da yok. Çocuğun askere mi gidiyor? Yalnız! Başka şehirde okul mu kazandı? Yalnız! Düğün dernek mi kuruyorsun? Sınırlı sayıda davetli! Cenaze mi kaldırıyorsun? Bir avuç insan… Mutluluğu paylaşamıyor, acıyı bölüşemiyorsun. Gözümüzün önündeki ölümler, yangınlar uyandırmıyor bizi!

Sosyalleşiyoruz, daha doğrusu sosyalleştiğimizi zannediyoruz asosyalleşirken. Listemizde yüzlerce, binlerce arkadaşımız var. Sözler güzel, mesajlar etkili ama yapmacık. Kalabalıklar arasında kayboluyorsun. Kimi niçin listene eklediğin bile belli değil. Çoğaldıkça azalıyor, kalabalıklaştıkça yalnızlaşıyoruz. Tebessümün bile insanlara iyilik olduğunu anlatan yüceliklere sahipken, kalbimiz zayıflamıyor mu? Birazcık da olsa körelmiyor mu imanımız? Salih amel kaybolmuyor mu?

Dursun Gürlek, “Çınaraltında Doyumsuz Sohbetler” kitabında bir sahafın kendisine “Efendi, sizde Sahih-i Müslim var mı?” diye soran müşteriye “Kırk yıldır bu çarşıdayım, şimdiye kadar sahih (doğru) Müslim’e (Müslümana) rastlamadım” diye cevap verdiğini nakleder bize. Hâlimizi resmeden acı ama zarif bir cevap, değil mi?

Allah’ın rahmetinin cemaat üzerine olduğunu ne zaman hatırlayacağız? Kurdun kuşun eşiyle olduğunu, her canlının kendi topluluğu içinde bir kıymetinin bulunduğunu ne zaman fark edeceğiz? Topluluk hâlinde yapılan ibadetin tek başına yapılan ibadetten daha değerli olmasının hikmetini ne zaman kavrayacağız? Bir elin sesinin çıkmayacağını, tek kanatlı kuşun uçamayacağını ne zaman öğreneceğiz? Yalnız kaldığımız zamanlarda bile yalnız olmadığımızın idrakine ne zaman ereceğiz?

Sizin olsun verdiğiniz ne varsa! Ölmesin insanlık, kaybolmasın gülen yüzler…