NE çok
adlandırıldı yaşadığımız çağ. “Uzay Çağı”, “Atom Çağı”, “Katliamlar Çağı”
dendi. Belki de en çok ihtiyacımız olan şey birbirimizi dinlemek, anlamak
olduğundan, bu çağa “İletişim Çağı” da denildi. Biz hiçbir zaman birbirimizden
kopuk yaşamadık. Çünkü “doğudaki/batıdaki müminin derdiyle dertlenmedikçe”
imanımızın kemâle ermeyeceğine inandık hep.
Seher yeline nazlı yârden
haber sorar, turnalarla sılaya selâm salarız. Daldan düşen elmadan, yağan
kardan, esen yelden, çözülen yazmadan, yere düşen lokmadan, öten horozdan,
yürüyen çocuğun emeklemesinden, hatta çayımızın içindeki çöpten bile haber
çıkarırız. Hasretimiz, düşüncemiz, suskunluğumuz bile iletişimdir bizim. “Kalpten
kalbe bir yol vardır, görünmez” diyen Neşet Ertaş ne güzel anlatır bu gönül
yolculuğunu! Yüzlerdeki göz izini tanıyan kimselerken, nasıl kendi yüzümüzü
göremez hâle geldik?
Bir de günümüzün
panoramasını çizelim isterseniz…
Çağımız insanı ne büyük
yalnızlıklar yaşıyor! Gökdelenler, akıllı evler, rezidanslar derken her türlü
lüksün bulunduğu, beş yıldızlı otel konforunda hayatların yaşandığı, her şeyin
olduğu ama huzurun bulunmadığı bir çağdayız.
Çocukluk günlerimizde
kalan o büyük ailedeki neşeyi, her günün şenlik havasında yaşandığı mutlu
günleri bulmak artık zor. Her apartman bir köy büyüklüğünde ama kimse kimseyi
tanımıyor. Kapı komşunuzla bile selâmlaşmak neredeyse merasime tâbi.
Kimse helvadan putlar
yapmıyor artık. Kimsenin koynunda taşıdığı heykelcik yok. Putlarla dolu mekân
kalmadı neredeyse. Oysa ne çok putumuz oldu. Akıllı telefonlar, tabletler… Bize
hizmet etmesi gerekirken esiri olduğumuz teknoloji, bizi insanlığımızdan
çıkarmıyor mu?
Sabah uyanır uyanmaz ilk
işimiz, Facebook veya Twitter hesabımızı kontrol etmek, akıllı telefonla
oynamak, oyalanmak… Yatağa girmeden önceki son işimiz de bu. Neredeyse
uykularımızı böleceğiz bunlar için. Tabiî gece uyuyanlar için bu durum söz
konusu. Bir de tüm gece ekranın kölesi, bilgisayarın tutsağı olanlarımız var.
“Kâtip arzuhalim yaz yâre
böyle” diyordu türkümüz. Hâl böyle böyle… Birçoğumuz farkında olmasak da bize
dayatılan bu hayat tarzı her geçen gün bizi yok ediyor, birbirimize
yabancılaştırıyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Birimizin derdi, hepimizin derdi
değil artık. İnsan kendi yalnızlığında kayboluyor. Bunalıyoruz, içimiz
daralıyor, hafakanlar basıyor hepimizi.
Bir derdin varsa kimseye
söyleyemiyorsun. Anton Çehov’un hikâyelerindeki at arabacısı gibiyiz. Bizim
konuşacak atımız da yok. Çocuğun askere mi gidiyor? Yalnız! Başka şehirde okul
mu kazandı? Yalnız! Düğün dernek mi kuruyorsun? Sınırlı sayıda davetli! Cenaze
mi kaldırıyorsun? Bir avuç insan… Mutluluğu paylaşamıyor, acıyı bölüşemiyorsun.
Gözümüzün önündeki ölümler, yangınlar uyandırmıyor bizi!
Sosyalleşiyoruz, daha
doğrusu sosyalleştiğimizi zannediyoruz asosyalleşirken. Listemizde yüzlerce,
binlerce arkadaşımız var. Sözler güzel, mesajlar etkili ama yapmacık.
Kalabalıklar arasında kayboluyorsun. Kimi niçin listene eklediğin bile belli
değil. Çoğaldıkça azalıyor, kalabalıklaştıkça yalnızlaşıyoruz. Tebessümün bile
insanlara iyilik olduğunu anlatan yüceliklere sahipken, kalbimiz zayıflamıyor
mu? Birazcık da olsa körelmiyor mu imanımız? Salih amel kaybolmuyor mu?
Dursun Gürlek, “Çınaraltında
Doyumsuz Sohbetler” kitabında bir sahafın kendisine “Efendi, sizde Sahih-i
Müslim var mı?” diye soran müşteriye “Kırk yıldır bu çarşıdayım, şimdiye kadar
sahih (doğru) Müslim’e (Müslümana) rastlamadım” diye cevap verdiğini nakleder
bize. Hâlimizi resmeden acı ama zarif bir cevap, değil mi?
Allah’ın rahmetinin cemaat
üzerine olduğunu ne zaman hatırlayacağız? Kurdun kuşun eşiyle olduğunu, her
canlının kendi topluluğu içinde bir kıymetinin bulunduğunu ne zaman fark
edeceğiz? Topluluk hâlinde yapılan ibadetin tek başına yapılan ibadetten daha
değerli olmasının hikmetini ne zaman kavrayacağız? Bir elin sesinin
çıkmayacağını, tek kanatlı kuşun uçamayacağını ne zaman öğreneceğiz? Yalnız
kaldığımız zamanlarda bile yalnız olmadığımızın idrakine ne zaman ereceğiz?
Sizin olsun verdiğiniz ne
varsa! Ölmesin insanlık, kaybolmasın gülen yüzler…