VARLIK olarak birçok özellik, nitelik, vasıf, haslet ile potansiyel olarak donanan insan, doğumla geldiği dünya yaşantısını sürdürerek, ömründe kendine gerekecek donanımları kullanır.
İnsan, bunları açarak, yaratılışında verilen emanetlerin gereğini yapıp hakkını vererek yaşamalı ki, bu dünyaya gelişin amacını gerçekleştirebilsin. Aslında insan, yaşadığı hayat ile varoluş sürecini tamamlayıp kemale ulaşır. Aynı süreçte insanın ölümünden sonra yaşayacağı yeni bir hayatın da hazırlıklarını yapması gerekir. Daha doğmadan önceki yaratılış süreci ile kendisine bu dünyada geçireceği ömrünü yaratılış amaçlarına uygun olarak geçirmesine yardımcı olacak birçok donanımlar kazandırdığının da farkında olması gerekir. İnsan, bilinci dışında kendine verilen bu destekleri, yaratılışına verilen özellikleri, hilkat hasletlerini bilinçli ya da bilinçdışı olarak her zaman yanında bulacaktır.
İnsan anne-babası dahil yakın çevresi içine doğar ve bunların hiçbirini kendisi seçmiş değildir. Doğası gereği topluluk hâlinde yaşaması gereken insan, hazır bulduğu bir topluluğun kültürel birikiminin oluşturduğu zeminde sosyalleşmek durumunda kalır. En yakın çevresinden, yakın-uzak akrabalarından, komşularından, hemşehrilerinden, milletinden, ulusundan ve onların da içinde bulunduğu kültürden, kendi medeniyetinden ve diğer medeniyetlerden bir şekilde etkilenmek, bir arada yaşadıkları ile iş birliği yaparak uyum hâlinde gelişir ve olgunlaşır. Onlarla iletişim ve etkileşimlerde bulunurken iyisiyle, kötüsüyle çok farklı kesimlerle muhatap olmak durumunda kalır.
Bütün bu ortam ve şartlarda yaratılış özellikleri olarak kendisine verilen emanetleri ve potansiyelleri kullanırken kendine yardımcı ve destekçi olacak iyiliklerin ve iyilerin yanında, engelleyecek olan kötülükler ve kötüleri de tanır. Hatta yardımcı ve destek olan iyiliklerin kaynağı olarak görülen yaratılış özelliklerinin ortaya çıkmasını engellemeye çalışacak şer odaklarını da... Bu şer ve kötülüklerin cisimleşmiş sembolü olan şeytan, bunu kendine bir görev tanımlayarak, tüm çabasını insanları şaşırtarak yürüdükleri doğru yoldan çıkartmak ya da o yola bir daha dönmemelerini sağlamak için çaba harcar. Bunu yapmak için etkilediği insanlardan ve sistemlerden dost, arkadaş bulup onları da kullanır. Başta anne-babalar olmak üzere tüm toplum kendilerine bir emanet olarak verilen çocuklarını bu şer ve kötülüklerin olumsuz etkilerinden korumaya çalışır. İçinde yaşadığı toplum, bu konuda en azından kurduğu eğitim-öğretim kurumları ve eğiticileri ile destek olmaya çalışır. Ancak, dünyaya gelip rüştüne ulaştıktan sonra yüzleştiği dünyanın gerçek hakikatinin bazen hiç de beklediği gibi olmadığını da görebilecektir.
Maddî gelişimin, kalkınmanın, tüketimin, refahın öneminin öncelik kazandığı ve manevî gelişimin, duyguların, fıtri özelliklerin öneminin görmezden gelindiği, ihmal edildiği, hatta bunların tersine her türlü israfın özendirildiği ve önünün açıldığı süreçten aslında dünya sistemi de ciddi kaygı duymakta. Zira savaşların, çatışmaların, terörün, zorbalığın yaygınlaşması; insanlarda güvensizlik, mutsuzluk ve huzursuzluğu artırmakta. Bir yandan zenginlik, bolluk, refah artarken diğer yandan yoksulluk, yoksunluk, adaletsizlik ve dengesizlik de çığ gibi büyümekte. Bilim ve teknolojide çok hızlı ilerlemeler kaydedilirken, insanların doyumsuzluğu ve çılgınlığı, şımarıklığı artmakta. Bilgi anında ulaşılan ve anında tüketilen kıymetten yoksun bir meta gibi algılanmakta. Ve insanlığın geleceği ile ilgili endişeler çoğalmakta
Bu gidişatın sonucundaki tehlikeyi fark edenler yeni arayışlar içine girerken, sorunun kaynağının tespitinde ve çözümünde farklı metotlar, teknikler önermeye başladılar. Sorunların eğitimdeki̇ yanlışlar ve eksiklerden kaynaklandığını iddia edenler giydirilmiş eğitim programları ve fırsat eğitimi metotlarıyla değerler eğitimi, karakter eğitimi, irade eğitimi, moral/ etik eğitimi, duygusal zekâ gelişimi adlarını kullanarak yeni programlar geliştirip uygulayıp eksikleri tamamlamak, yanlışları düzeltmek çabası içine girmişlerdir. Bu programları geliştirip uygulamaktaki niyet elbette çok önemli. Ancak bilimin hızlı gelişiminin ürettiği yeni bilgiler ve bunlarla üretilen teknolojik gelişimlerin getirdiği yeni fırsatlardan, modern pedagojinin kazanımlarından olabildiğince yararlanırken, içerik ve anlayış konusunda geleneğin kadim hikmet ve irfan tecrübesinin de farkında olmak gerekir. Çünkü geleneğin ilim adamları ve bilgelerinin insana ve insanın eğitimine dair çok esaslı bir tecrübeye sahip oldukları görülüyor. Özellikle geleneğimiz bu konularda hayli zengin birikime ve deneyime sahip bir hazine gibidir. Beyinin yönetiminde ve iradenin denetiminde ve akış hâlinde sürekliliğini devam ettiren yaşantının ve nöron ağlarının oluşturduğu bağlantı enformasyonunun temel yapıtaşının gönül olduğunun farkında olmak gerekir. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Her gün bir yerden ‘göçmek’ ne iyi/ Her gün bir yere ‘konmak’ ne güzel/ Bulanmadan donmadan ‘akmak’ ne de hoş/ Düne ait ne kadar şey varsa/ Dünle beraber gitti cancağızım/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
İnsan hayatının kuralları temelde basit ve sadedir. Bu basitliğin ve sadeliğin hayat denilen işleve yansıtılması hem esnekliği̇ çokça arttırır hem gereksiz refleksler ile boşa gidecek çaba harcamayı engeller, hem de çeşitliliği̇ zenginlik olarak arttıran bir temel/ esas, bir vasat/ denge oluşturur. Bunun için de “yaşıyor” olmak yeterlidir!



