İnsan ve toplumun inşâsı

Kor, acziyetimizin bir mânâsı ve geriye kalansa kül… İçimizde büyüyen aşksa hayatı değerli yapmalıdır. Onu sevimli yapmak elimizdedir. Severek, isteyerek, vererek, el uzatarak ve verdikçe hafiflediğimiz, sevimli olduğumuz gerçeğin peşinde olarak… Vermekle, müşfik bakışla, merhamet duyuşla, kültürel birikimle insan ve toplum, kendi medeniyetini inşâ eder.

İNSANIN yücelmesi için, yaşadığı şehir ve toplumda medeniyetin inkişafı ve yerleşmesi gerekir. Medeniyet şehirlerde oluşur. İnsanın kendini iyileştirdiği, kültürün, sanatın, edebiyatın, tüm yeteneklerin ve teknolojik gelişmelerin uygulandığı mekânlar, şehirlerdir.

Medeniyet, özgür olan ve özgür yaşayabilen insanların birlikte üretmesiyle, çözülmeden, dağılmadan, ortak bir bütünlük içinde, farklı renk ve desenlerle var olmasıyla mümkün olur. Şehirlerin ihyası bu bütünlük içinde; sanatın, mimarinin ve kültürün birikimiyle yoğrulur. Bu yoğruluşta estetik vardır, birlik vardır, sevgi vardır, emek vardır.

Medeniyetin en belirgin özelliği, içinde taşıdığı/barındırdığı değerleridir. O değerler de insanla var olur. Geliştirilen değerler, insanın iradesiyle erdemler topluluğuna dönüşür. İyi bir şehrin inşâsında düşünce, edebiyat ve ilim doğar. Devletin tesisi de bu inşâdan olmak üzere şekillenir ve vücut bulur.

Şehirlerin imar edilmesi, ihtiyaçların görülmesi, tasarlanması ve plânlanması da düşünceye bağlıdır. İnsan kendisini geliştirecek, çevresine sahip çıkacak, koruyacak, kollayacak, birçok şeyi elbirliğiyle karşılayacak, muhafaza edecek, savunacak, yeni gelişmeler karşısında iyi ortamların oluşmasını belirleyecek ve yaşadığı yere, mekâna ve nihayet şehre sahip çıkacaktır.

Şehrin inşâsı yeniden olsa da sanat, kültür, ilim ve tarihî miras, yok edilmeden bu inşâda yeniden kendinde yer bulacaktır. Kentsel dönüşümlerde göz ardı edilen, eksik kalan ve hatta heba olan bu durumlar yerini buldukça, hayatın anlamı daha iyi ve güzel olacaktır. “Hayatın anlamı” demekle aktarmak istediğimiz, inancın ve düşüncenin seviyeli, şahsiyetli ve özgürlükçü ortamlarda gelişip âlemi var eden Allah ve O’nun Resulü merkezinde yer almasıdır. Şehir, gücünü insandan alır. İnsansa bu gücü Allah’a salih kul ve Peygamberine tâbi olmakla alır.

İnsan bir meçhuldür!

Ne kadar bilirseniz ve tanırsanız tanıyınız, sevgileri, sevinçleri, mutlulukları olduğu kadar, kederleri, sefaletleri ve acıları da vardır. Hayat, acıları ve sevinçleriyle yaşanmaya değer midir?

İnsanlar olmadık yerlerde, hiç de arzu etmedikleri hâlde kâbusu yaşıyorlar. Toplum, kendini âdeta bir cendere veya kafeste hissetmişçesine, sefih bir hayatın kollarında buluyor. Bulmasa da böyle sanıyor. Bir çıkış yeri arıyor.

İnsan kendini çevreleyen çemberden çıkmak durumundadır. Bunun için de kendisinin yaratılmasındaki “hikmeti” idrak etmelidir. Nasıl idrak edecek bunu? İnsan, hayatını çevreleyen sınırları aşıp, bunu hakikate ulamalıdır. Hayata gelişimiz bizim irademiz dışındadır. Ömrümüzün büyük yekûnu ağlamakla geçiyor. Mutluluklarımız kısa sürüyor. Bu âleme gelişimiz kendi irademiz dışında olduğuna göre, buradaki yaşantımızı değerlendirdiğimizde, bizim üstümüzde hikmetler vardır. Bize düşen, hayatın üzerimizdeki hikmetine bakmak ve araştırmak olmalıdır.

Hazlar geçicidir. Mutluluk da, acı da kalıcı değildir. Kalıcı olan, insanların ve toplumların bıraktıkları miraslardır, izlerdir. İnsan, rahat olduğu sürece hayatı daima iyi görür. Haz aldığını sanır. Değişkenlik, hayatın her evresinde olan bir şeydir. Yanılsama gibidir. Bugün vardır, yarın yoktur. Hayatın cömertliği karşısında büyük başarılar yaşayan ve bolluk içinde olanlar için hayat, ne bitmek tükenmez bir minnettarlıktır. Bunların dışında yan yana ve bir o kadar da uzakta olanlar, hayatı alkışlayabilirler. İlim ve hikmet ile ruhları rahattır. Bu iki zümre arasındaki derinlik kendi içinde çoğalıp genişledikçe genişler. Buna mani olamazlar. Her iki kesimde de hayatın kendilerine göre değerli ve anlamlı olduğu düşüncesi vardır. Dünyayı cennet görme eğilimi, insanın doğasında vardır. Ne kadar zenginlik olursa olsun, inanıp da bu zenginliği ve fakir olduğu hâlde ise fakirliği bile hayra yoranlar bulunur. Lâkin insanlar -her hâlde yaşadıkları durumlar ve meydana gelen ve uyarıcı olaylarla- ancak kendilerine gelebiliyorlar. Pişmanlıklar, bazen bir insanın uçurumun kenarına gelip de yarı görememekten öte geçmiyor. Bir fayda vermiyor.

İnsan varlığına mutlak olan bir yükleniş vardır! Sonsuzluğa ulaşılması da hedefi olmalıdır. İnsanların, dolayısıyla toplumun ahlâk ve irfan içinde olabilmesi, yaratılış gerçeğinde fanilik uğruna feda edilmeye vasıl olabilmektedir.

Dünya nimetleri bitmez. Aldanan insan, yaratılışındaki hikmeti görebilmelidir. Hayatın değerini hatırlatan, anlamlandıran, faniliği tersyüz eden şey… İnsanı sükûna erdiren, hayatın ebediyetini ifa eden, içimizdeki buhrandan, fırtınadan çıkarıp sonsuzluğa kavuşturan şey… Hâkim olamadığımız hâlimize, yolumuza, emelimize, vuslatımıza nail eyleyen bir şey… Ve yürümek… Bütün gücümüzü kullanarak yürümek… Varacağımız yere vasıl olamasak da gerçekle hayâl arasındaki o perdenin aralanabilmesi, ebediyeti o şeyle bulmak ve ulaşmak… Aşkla...

Kor, acziyetimizin bir mânâsı ve geriye kalansa kül… İçimizde büyüyen aşksa hayatı değerli yapmalıdır. Onu sevimli yapmak elimizdedir. Severek, isteyerek, vererek, el uzatarak ve verdikçe hafiflediğimiz, sevimli olduğumuz gerçeğin peşinde olarak… Vermekle, müşfik bakışla, merhamet duyuşla, kültürel birikimle insan ve toplum, kendi medeniyetini inşâ eder. Hayata mahkûm oluşumuz, kâbuslar, sayıklamalar, vehimler, bize sunulan İlâhî imtiyazla son bulacaktır. Bunu anladığımızda, gerçek hayatın değerli olan yanını, ebediyetin neşve ve sevincini tadacağız.