İnsan ve nisyan

Her kırgınlığımızı hatırlıyor olsaydık hâlimiz nice olurdu? Eğer durum böyle olsaydı, çevremizde hiç insan kalmazdı sanırım. Hattâ bizler, kendimizle dahi baş başa kalmayı dilemezdik. Kim bir kimseyi farkında olmadan üzdüğü ânı tekrar tekrar yaşamak ister ki? Şahsen istemem! Deyişe hak verip de bu unutuşlar adına şükürde bulunmam da bundandır.

GEÇTİĞİMİZ akşamlardan birinde bir arkadaşım, birlikte sohbet ediyorken bir filmden bahsetti. Filmde, yaşadığımız her ânı kendi gözümüzden kayda alan cihazların bulunduğunu söyledi.

Başrolü oynayan karakterin devamlı olarak yaşadıklarını başa sararak izlediğini, her izleyişinde kendi kendine “Öyle değil de böyle olsaydı” misâli düşüncelere kapıldığını anlattı. Ve sonrasında bana, “Her ânın tıpkı böyle kayda alınsın ister miydin?” sorusunu yöneltti. Bu soruya verdiğim tepki, cevaptan ziyâde soruya karşılık sorulmuş bir soru oldu: “Anılarım devamlı olarak mı gözümün önüne gelecekti, yoksa istediğim zamanlarda ben mi açıp seyredebilecektim bu vakitleri?”

Eğer durup dururken ortaya çıkan bir kaset sürüme girecek olsaydı zihnimde, eminim bu durum çekilmez olurdu. Aslına bakarsanız bu, gecenin bir yarısı aklımızdan çıkmayan düşüncelerin yoğunluğu ile birden uyanmaktan, tekrar uykuya dalamamaktan neredeyse farksız. Fakat zihnimizi saniye saniye gezinen bu düşüncelerle birkaç saat, birkaç gün yaşamak, hattâ belki de bu yoğunlukla yıllar almak böylesi zorken, bu anlarla devamlı olarak karşı karşıya kalmak nasıl da zordur, inanın, bilemiyorum.

Kayıt cihazlarını unutmak istemediğimiz vakitlerimizi saklamak için kullanacağımızı düşündüğümüzde, her ne kadar kulağa faydalı ve hoş gelse de, unutmanın da bir şükür sebebi olduğuna inananlardanım. Tıpkı bir Arap deyişinde olduğu gibi, “nimetü’l-nisyan”. Yani “unutmak nimeti”...

Zihinlerimiz öyle güzel yaratılmış ki... Unutmak istemediğimiz anılarımızı, bizlerde derin anlamlar bırakan cümleleri, sesleri, bakışları, ifadeleri, bazı mutluluklarımızı, sevinçlerimizi, gezdiğimiz bazı yerleri, belli başlı kırgınlıklarımızı, acılarımızı zaten unutmuyoruz. Unuttuklarımız ise hatırladıklarımızın aksine bizde özel anlamlar bırakmamış olan, fakat bununla birlikte bizlere bir şeyler öğreten anlar oluyor. Nefes aldığımız her vakit bambaşka şeyler deneyimliyoruz. Örneğin elimi sıcak bir tencereye değdirdiğim ilk ânı hatırlamıyorum. Ama onun bende bıraktığı hissi tanıyorum.

Daha içten bir örnekle devam edecek olursak, ilk kalp kırıklığımı hatırlamıyorum. Aslına bakarsanız, birkaçı hâriç hiçbirini hatırlamıyorum. Fakat kalp kırıklığının yüreğimde bıraktığı yanık sızıyı çok iyi tanıyorum. İşte unutmanın nimetten olduğu yerlerden bir tanesi de tam olarak burası! Her kırgınlığımızı hatırlıyor olsaydık hâlimiz nice olurdu? Eğer durum böyle olsaydı, çevremizde hiç insan kalmazdı sanırım. Hattâ bizler, kendimizle dahi baş başa kalmayı dilemezdik. Kim bir kimseyi farkında olmadan üzdüğü ânı tekrar tekrar yaşamak ister ki? Şahsen istemem! Deyişe hak verip de bu unutuşlar adına şükürde bulunmam da bundandır.

Rabbin verdiği bu unutmak nimetinin ötesinde asla unutmamız gereken bir şey var. Lâkin insan, kelime kökeninden de geldiği üzere unutmanın böylesiyle de tanışık. “İnsan” sözcüğü, Arapça kökenli bir kelime ve “unutkan, unutan varlık” gibi anlamlara gelmekte. İnsan nisyan ile anılıyor özünde. “Nisyan” ise, yukarıda belirtmiş olduğumuz deyimden de yola çıkarak anlamına ulaşabileceğimiz “unutma, unutuş” demek...

Asla unutmamamız gerekene gelecek olursak... İnsanı var edip onu nisyan ile nimetlendiren… Dilerim ki, O’nu hiçbir zaman unutmaz, nihayetinde O’na kavuşan “insanlardan” oluruz! Lâkin “nisyan” sıfatımızı sükûnet ve teslimiyetle bir yana bırakarak…