İnsan-şehir-zaman-din-değerler

Seçimlerimiz bizi hayatta ve kıymetli kılar. Günlük hayatımızın en küçük ayrıntısından inancımızın gereği olan tüm ibadetlere kadar her an bazı şeyleri tercih ediyoruz. Bazı ritüellere kültür ya da din adına körü körüne bağlı olmak ne kadar yanlış ve sakıncalı ise, tersi de bir o kadar tehlikeli.

KALABALIK bir yer… Arabalar sanki üst üste dizilmiş… İnsanlar itiş kakış… Sokakta uçup kaçan tek bir hayvan bile yok. Adı gezmek, adı keyif, adı çile… Tercih edilmiş bir yorgunluk bu. Ruhlarının üstüne tonlarca çığ düşmüş bir “insan yığını” içindeyim. Ezilmiş, unutmuş, kaybetmiş, kaybolmuş insanlar... Kaybolduklarını dahi unutmuşlar.

Küçük kaldırım taşlarıyla döşeli büyük binalar arasında yere mi, göğe mi bakacağına karar veremeyen ben, yürüyorum. Yer gök sanki aynı. Ve o anda fark ediyorum; insanlar da aynı! Nehir gibi bir yöne doğru yoğun bir şekilde akan, kimsenin bir diğeriyle ilgilenmediği, âdeta görmediği, gözüme takılan birkaç kırmızı şal dışında her şey aynı. İnsana dair kültür, gelenek, dil, din ya da herhangi bir aidiyet kırıntısının gözlemlenemediği Brüksel sokakları (!) cetvelle çizilmiş, kasvetli ama etkileyici bir mimari… Bana hissettirdiği şey ise, garip, soğuk, düzgün, kimliksiz ve en önemlisi de “zamansız”.

Zamansız…

Dilimde, aklımda, gözümün gördüğü yerde Sezai Karakoç’tan bir şiir dolanmakta.

Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili/ Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili/ Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili/ Sen istesen de taş yürekli olamazsın/ Sen daima güzeller güzeli olursun Lili/ Demek gideceksin, arkana dönüp bakmayacaksın/ /Ben konuşmasını bilmem Lili.

Gökyüzünün aylardır ışımadığı bir yer burası. Yağan tüm yağmurlar unutturdu konuşmasını, söylemesini, dinlemesini. Kalbime düşen şiirler kurtarıyor beni. Onlar ısıtıyor, ruh köklerime ancak bu şekilde sımsıkı tutunabiliyor, nefes alabiliyorum.

Meselâ Halil Cibran, “Ve kederinizin kışını da pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz” derken nefes aldırır. Cemal Süreya âşık eder, Cahit Zarifoğlu dert sahibi yapar ya da Pablo Neruda “Kuruntularım” diyerek besler sizi, Erzurumlu Emrah “Hakk’a doğru” yola çıkarır, Yûnus Emre Türkçeyi şahlandırır, Charles Bukowski mavi kuş salar yüreğimize. Daha nicesi, yaşadığı zamandan bağımsız olarak, her şeye rağmen başını yukarı kaldırabilendir. Fark edebilen, anlayan, düşünen, akleden, içine bakabilen, ruh kökleriyle irtibatını güçlü tutabilendir. Onun için yazarlar. Şiir yazarlar. Bu bir “Hayır!” deme şeklidir. “Buradayım” diyebilmenin en zor yoludur. Aynılaşmak ve birbirine benzemek makbul değildir. Çünkü her biri kendi içinde gördüğü âlemin peşine düşmüştür. Bu sebeple her biri bambaşka bir âlemdir. Özeldir.

İçinde yaşadığımız zaman ise kendi oyununu kuruyor. Âdeta buldozer gibi insanların-şehirlerin şahsiyetini, özünü ezip geçmekte, aynılaştırmakta, öğütmekte, velhâsılı yok etmektedir. Aynı cins ceket giymenin veya saç kesimindeki belli bir şeklin alkışlanması karşısında güçlü-farklı durabilmek, zannedildiğinden daha güç. Bu sebepledir ki, şehirler de insanlar gibi modernleştikçe aynılaşıyor, parlıyor ama rengini (kendini) kaybediyor.

Karacaoğlan “Üryan geldim, üryan giderim” derken kastedilen elbette bu değildir.

“Modern olma”nın önce tanımı yapılmış, yine aynı güç-kişiler tarafından dolaşıma sokulmuş, peşine düşürdüğü milyon ve milyarları da oradan oraya savurmaya muktedir olabilmiştir. Hem de bile isteye… Oyun kurucular, sadece oyunu kurmuyor, oyunun tüm kurallarını oyunun içinde arsızca değiştirmekten de bir beis görmüyorlar. Geceden programını-teknolojisini güncelleyen telefonlarımızın yeni hâlinden hoşnut oluşumuz gibi… Açık açık ama bir o kadar da hasıraltı güncelleniyoruz. Son kertede, geminin içinde aksi yöne doğru koşmak da ne yazık ki çâre olmuyor.

Bukowski’nin sözü geliyor aklıma: “Ya posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayarak aç kalmak! Ben aç kalmayı seçtim.”

Seçimlerimiz bizi hayatta ve kıymetli kılar. Günlük hayatımızın en küçük ayrıntısından inancımızın gereği olan tüm ibadetlere kadar her an bazı şeyleri tercih ediyoruz. Bazı ritüellere kültür ya da din adına körü körüne bağlı olmak ne kadar yanlış ve sakıncalı ise, tersi de bir o kadar tehlikeli.

İnançlarımız ve değerlerimiz, bu büyük oyunun içinde savrulamayacak kadar kıymetlidir. Bunun aksini söyleyen sanırım yoktur. Ama bu şekilde davranan çok insan olduğunu (ne yazık ki) biliyor, görüyorum.

Bir Avrupa şehrinden başlayıp gözümün ve gönlümün gördükleriyle devam ettim. Şehir-insan-din-değerler konusunda zor bir kavşakta olduğumuz kanaatindeyim. Modern yaşam, kazandırdıklarıyla hayatımızı kolaylaştırırken, değerlerimizden bir parça alıp götürüyor.

Bu sebeple umut ediyor ve yüreklerinize mavi kuşlar konsun diliyorum. Şairin dediği gibi, “Ben konuşmasını bilmem Lili”... Konuşmayı bilmem ama soru sorabilirim. Sorularımı alt alta dizerek düşünmeye, sorgulamaya, kendimizle yüzleşmeye davet ediyorum hepinizi.

Kolay gele...