İnsan olmayı hak edebilmek

Ağızdan çıkan söz işe yaramalı, konuşanın yaşantısında belirli değişim ve gelişimlere vesile olmalıdır. Bildikleri ve okudukları onun yaşantısında hiçbir değişime veya gelişime etki etmiyorsa davranışa dönüşmemiş demektir. Davranışa dönüşmeyen bilgi, merkebin üzerindeki yükten farksızdır. Kendisine fayda sağlamaz, sadece ağırlığını hissettirir.

TOPRAKTAN gelip yine toprağa dönüleceği bilinmesine rağmen, bazı insanlar yaşamı gereğinden fazla ciddiye alıp hırsa kapılarak doyumsuz bir tutum içine girerken, bazıları da hasbelkader dünyada olmanın lakaytlığı içinde hayatını sürdürmeye devam etmektedir.

Her iki hâl de insanın yapısına aykırı değildir. Kendi iradesiyle vardığı sonucu yaşaması kadar doğal bir şey olamaz. Bu açıdan bakıldığında, yaşayan bir varlık olmanın gereğini kendince yerine getirmiş olur.

Oysa insanın yaratılış gayesi ve diğer canlılardan ayıran bir özelliği vardır. Bu özelliği, yaşadığı dünyaya damgasını vuracak, bulunduğu ortamlardaki gelişmelere imzasını atacak güç ve kabiliyette yaratılmış olmasıdır. Yaratılanları keşfetmek, bilinmesi gerekenleri bilmek ve bilinenler ışığında yenilerini icat etmek ve bulduklarını geliştirmekle mükelleftir.

Bununla birlikte Yaradan’a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak ve uygun yaşayabilme becerisi göstermekle mükelleftir. Bu üçüncü kesimi oluşturanlar, insan olma bilincinin farkında olanlardır.

Bu kadar büyük idealle yola çıkmak her babayiğidin kârı olmadığı gibi herkesin de başarılı olması ve üst düzeyde eserler ortaya koyması mümkün değildir. Her insan kendi bilgi birikimi, yetenek ve becerileri nispetinde yaşadığı topluma etki edecek ve katkı sağlayacak güç ve kabiliyettedir. Yeter ki kişi kendi farkındalığının bilincinde ve yaşama sevincine sahip olabilsin. Herhangi bir konuda damgasını vurmak için özel yetiştirilmiş ve o konunun uzmanı olması da gerekmez. Önemli olan, işini sevmesi ve görevini hakkıyla yerine getirebilmek için çaba göstermesidir.

Toplumun her kesiminde ve her alanında farklı düşünceye, her türden insana ihtiyaç olduğu gibi, her bir insanın kendine özgü atacağı imza noktaları da olacaktır. Dünyanın bugünkü durumda geldiği nokta, hiçbir zaman sadece yetkili, etkili, eğitimli ve uzmanlar tarafından yapılan çalışmalar sayesinde oluşmamıştır. Akla hayâle gelmedik yaş, meslek ve tahmin edilemeyecek herhangi bir düzeyde yaşayan bireylerin yetenek, beceri ve gayretleri sayesinde bulunulan noktaya ulaşılmıştır.

Kısaca söylemek gerekirse, her bir bireyin kendince bir uğraşısı, amacı, varmak istediği bir hedefi olmalıdır; o zaman hayatı anlam kazanır, yaşama sevincine ulaşır, bulunduğu ortamda mutlu olmasını bilir. O takdirde yaratılış felsefesine uygun olarak yaşantısını sürdürmüş olur.

Okumak ve okuyarak yükselmek

Her şeye rağmen her bir bireyin yaşantısı kendisi için değerlidir ve ayrı bir anlam içerir. O değerin kıymetini bilerek bilgisini, becerisini, yeteneklerini ve var olan kapasitesini doğru değerlendirmek ve faydalı hâle getirmek, insan yapısına yakışan değerli olgulardandır. Bunun için öncelikle tek bir şeye ihtiyaç olduğu söylenebilir: Kişinin, farkındalığının bilincinde olması ve onun gereğini yerine getirmesiyle mümkündür. O sayede fiziksel, duygusal ve ruhsal gücünü ve ihtiyaçlarını bilecektir. Arzu, istek ve ihtiyaçlarını kendi kapasitesi ve performansına uygun giderebilmeyi sağlayacaktır. Nihayetinde varılacak nokta, bireyin azmi ve kişisel çabasıyla orantılıdır. Kendisini yetiştirebildiği, bilgi ve tecrübe altyapısını oluşturabildiği nispette başarıyı, mutluluğu ve huzuru yakalayabilecektir.

Hayatı doğru gözlemlemek ve deneyimlerden elde etiği tecrübe ile birlikte bilgi edinmenin en doğru, kolay ve kısa yolu okumaktır. Okumak ve bilgi edinmek, insanî bir meziyettir. Bilgi, insanın kaybedilmiş malıdır ancak bulduklarını, edindiği bilgileri nerede ve nasıl kullanacağını bilmelidir. Aksi hâlde bilgi hamalı olmaktan öteye gidemeyecektir.

Okuma, gözlem ve edinilen tecrübeler sayesinde edinilen bilgiler, zamanla kırıntılarından artakalan kelimeler yerli yersiz, kişinin ağzından dökülüp söz hâline geçebilir. Bunun neye yaradığını sözü dillendiren dahi bilmez. Konuşmuş olmak için konuştuğunun farkındadır. Buna rağmen huzurda bulunanların karşısında iyi söz etmiş olmanın hazzıyla yetinmek onlar için yeterlidir. Oysa ağızdan çıkan söz işe yaramalı, konuşanın yaşantısında belirli değişim ve gelişimlere vesile olmalıdır. Bildikleri ve okudukları onun yaşantısında hiçbir değişime veya gelişime etki etmiyorsa davranışa dönüşmemiş demektir. Davranışa dönüşmeyen bilgi, merkebin üzerindeki yükten farksızdır. Kendisine fayda sağlamaz, sadece ağırlığını hissettirir.

Bilmek, bildikleriyle yaşamak, insanın zaman ve mekân ayırt etmeksizin itina ile uygulayacağı bir husus olmalıdır. Yukarıda belirtilenler ışığında içinde bulunulan aya göre yaşanmışlıkları örneklendirecek olursak, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Bilinmeden hiçbir konuda eyleme geçme imkânı yoktur. Az-çok, doğru-yanlış mutlaka belli bilgi kırıntılarıyla da olsa bilme sayesinde eylem gücü elde edilir. İnanç da bilgi sayesinde ulaşılabilen bir unsurdur. Önce öğrenilir, hazmedilir ve karşılık beklemeden yaşanılırsa anlam bulur. Üstelik bu yaşanmışlık, içtenlik ve huzurda olmanın bilinci ve duyarlılığını gerektirir. 

İnandığını ve inançlarını yaşadığını zanneden kişi, yaptıkları ve ettiklerinden haz almıyor, kişisel ve toplumsal davranışlarında olumlu yönde gelişme sağlamıyorsa, orada yanlış giden bir şeyler var demektir. Bu yanlışlık, edinilen bilginin yetersizliğinden olabileceği gibi, yeteri kadar hazmedilememiş olmasından da kaynaklanabilir. Bazen de bilgi kaynağı doğru olmayabilir veya gelenekselleşmiş çevresel faktörler asıl bilginin önüne geçmiş olabilir.


İnanmak için bilmek, bilmek için inanmak

Kendisine nakledilen veya çevresel alışkanlıklarla yola çıkan birinin hataya düşmemesi imkânsızdır. Burada kişinin sorgulayıcı bir bakış açısına ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Bilmeden bağlanmak ne kadar kolaysa, onu terk etmek veya istismar etmek de o kadar kolaydır. Kalıcı olan zor ve emek karşılığı elde edilendir ki ona sahip olan, elden kaçırmamak için bütün gücüyle muhafaza etmeye çalışacaktır. Bilinçli insanlar, zor olanı tercih ettikleri gibi kolaya itina ile yaklaşacaklardır. Zor, emek ve özveri gerektirir; ancak nihayetinde emektarın kazanç hanesini zenginleştirir.

İnanmak, en derinden yaşamak, bedensel ve ruhsal bütünlüğün aynı yolda yürümesidir. Ruhun katılmadığı bir inanç serüveni belirli ritüelleri tekrarlamaktan ileri geçemez. Bu da kişinin kendi kendisini oyalaması demektir. İçinde bulunulan ay, bu konuda inanç sahibi Müslümanların bilgi altyapıları nispetinde verimli geçirmeye çalıştıkları bir zaman dilimidir. Göze çarpan hareketliğe bakıldığında olumlu geçtiği yönünde -ne kadar verimli olduğunu Allah bilir- bir gelişme göze çarpsa da, üzülerek belirtmek gerekirse, bilinçsiz yığınlar hareketliliğinden ileri gitmediği sonucuyla karşı karşıya kalınmaktadır. Özverili geçen ayın sonunda hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edenlerin verdikleri emeğin içten olmadığını gösterir.

İnsanlar arasındaki yakınlaşma ve kaynaşmaların hâd safhaya ulaştığı bu ayda, davetler ve ikramlar yarış vesilesine dönüşmekte, “Körler sağırlar birbirlerini ağırlar” havasında yürümekte; yakın ve uzak çevresinde içecek suya, yiyecek ekmeğe, ayağına giyecek pabuca, barınacak bir sığınağa ihtiyaç olanlar hiç hatırlanmamakta veya görmezden gelinmektedir. Böyle olunca da -Allah affetsin- yapılanların çoğu “Görün beni” nispetinden ileri gitmemektedir.

İnsan, gün boyu aç kalma dışında kişisel ve toplumsal yaşantısında farklılık yaratmıyor, kendi geçmişini sorgulamıyor, geleceği ile ilgili yeni düşüncelere sevk etmiyorsa, yiyecek ve içeceklerden mahrum bir insanın rolünü çalmış olmaktan başka bir iş yapmış olmaz.

Belli vakitlerde eğilip kalkmak, oturmak, yere kapanmak kişinin ruhunda titreşim yaratmıyor, nasıl bir huzurda olduğunu hissettirmiyorsa, günün belli saatlerinde basit bedensel hareketler yapmaktan ileri gitmeyecektir bu.

Farz namazlarına günlük yaşantısında dahi yer vermeyen birçok insan tarafından nafile namazlardan olan teravih saatlerinde câmiler tıka basa doldurulduğu hâlde, o sürenin sonunda yaşantılarında hiçbir değişim ve gelişime vesile olmuyorsa, bunda durup düşünmekte yarar vardır. İnanç sisteminin ve iman etmenin anlatılmasında ve anlaşılmasında problem var demektir. Öğrenilenlerin hazmedilmediği veya konuşanların insanların kalbine hitap etmediği sonucunu ortaya koyar.

Bu tür durumlar, belirli gün ve gecelerde insanın yapacağı ibadetle geçmiş günahlarından arındırılacağı ve benzeri gibi anlatımlarla temizlenmenin yeterli olacağı gibi yanlış bir algıyı beraberinde getirmektedir. Bu da insanlara doğruyu göstermek yerine kolaylığa kaçışı teşvik etmektedir.

Buradan alınacak ders, önemli konularda yüzeysellikten bir an önce kurtulmayı, sloganvari vaaz ve nasihatler yerine çağın gelişmişliğine ve insanların algı ve anlayış kapasitesine göre hitap etmeyi gerekli kılmaktadır. Yaşanan dünya ve sunduğu imkânlar değişmediğine ve günbegün yenileri keşfedildiğine göre anlatımlar da insanların bulundukları ortama ve yaşantılarına uygun bilgilendirmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Aksi hâlde söylenenlerin insanların yüreğinde yer etmediği ortaya çıkmaktadır.

İnsanlığın yaratılışından gelen inanma ihtiyacı, her zaman önemini korumuş, o nispette de her daim istismara maruz kalmasına vesile olmuştur. Devlet gücüyle insanların yüreklerindeki inanç olgusu yönetilemeyeceğine göre, ihtiyacın karşılanması için ehil kişilere ve sivil toplum kuruluşlarına fırsat tanınırken istismarı önleyecek tedbirlerin alınması ihmâl edilmemelidir. Tarihimizde görüleceği gibi, aslî görevlerinin dışına çıkmamalarına dikkat edilmelidir. Aksi hâlde, bütün dünyada görüldüğü gibi, elde edilen güç sayesinde iktidarları, hatta devletleri yönlendirmeye kadar gidebilecekleri hesaba katılmalıdır. Devlet, bu konuda denetimi aldığında, insanların dinî eğitim ihtiyacını karşılayacak imkânlar sunmakla da yükümlü olduğunu bilmelidir.

Çağın değişim ve gelişimi dikkate alınmadan ortaya konan dinî anlatımlara yer verilmediğinde, açılımların önü kapatıldığında, çağa uygun ihtiyaçlar karşılanmadığında, bu ihtiyaçları kişisel çıkarları yönünde kullanmak isteyen kişilere fırsat yaratılmış olur. 

Son söz

Toplumsal yaşayışı düzenleyen mevzuatların halkın dinî inanışlarını rahatça yaşayabilecekleri düzeyde hazırlanması, aksi takdirde gruplar arası ya da toplum-devlet ilişkilerinde bağnazlıkların artmasına yol açar. Dinî yönden tatmin olmayan toplumlarda “öteki” üretilerek kargaşanın artmasına yol açar. Toplumun huzur ve refahı, insanların dinlerini doğru kanallardan öğrenmesiyle oluşur.

Çağın değişim ve gelişimi dikkate alınmadan ortaya konan dinî anlatımlara yer verilmediğinde, açılımların önü kapatıldığında, çağa uygun ihtiyaçlar karşılanmadığında, bu ihtiyaçları kişisel çıkarları yönünde kullanmak isteyen kişilere fırsat yaratılmış olur. O takdirde de özgür yaratılmış olan birey, birilerinin boyunduruğu altına girer ve köleleştirilir.

İyi-kötü, helâl-haram, günah-sevap duygularının gelişmesi için çocukluktan itibaren kalıcı eğitimlerin verilmesi gerekmektedir. Ahlâkî yapının düzenlenmesi, suç oranının artmasının önüne geçilmesinin en doğru olanı, doğru ve kalıcı eğitim yoluyla davranış değişikliği kazandırılmasıyla mümkündür. Sözde değil, özde değişim ve gelişime ihtiyaç vardır.

Kısaca toparlayacak olursak, kişi hangi vesile ile edinirse edinsin, edindiği bilgileri hazmetmelidir. Nasıl ki yenilen herhangi bir besin maddesi hazmedildiğinde bedenin kılcal damarlarının her noktasına kadar yararlı hâle geliyorsa, bilgi de hazmedildiğinde insanın zihinsel olarak her yönünü besler. Buna “bilgiyi içselleştirme” de diyebiliriz.

İçselleştirilen bilgi, kişinin günlük yaşantısına yansır ve davranışa dönüşür. Davranışa dönüşen bilgi, o dakikadan sonra kişiye aittir. Kendi malı gibi kullanmakla da kalmaz, çoğaltmak için çaba sarf eder. Bir noktadan sonra bu, tefekküre dönüşür. Tefekkürü bol olan insanların olduğu toplumlar, güven ve huzurun yaşandığı diyarlardır.

Tefekkürü bol olan ve bilinçli yaşamasını bilen bir toplum mensubu olabilmek dileğiyle…