KİMİ zaman güler,
oynar, kimi zaman da kuytu köşe ve ıssız odalarda ağlar insan. Bazen dağ başında
sessizlik ile arkadaş olup avazı çıktığınca sonsuzluğa haykırır. Sessizlik
koyun/kuzuların meleşmesi ve köpek sesleriyle bozulur. Bazen de metropol
şehirlerin gökdelenlerinde yapayalnız kalır, kapıyı bayramlarda bile çalan
olmaz. İnşâ edilen gökdelenler geceleri insanın parmaklıkları olup Ay’ın
görünmesini engeller. İnsan, bir dönem birbirinin ilâcı, başka bir zamanda ise
kurdu ve derdi olup hayat sarkacının iki ucunda salınır durur.
Hayat
sarkacındaki bu inişli çıkışlı yollar kimi zaman dikenli olur, kimi zamansa
suhuletle kat edilir. Bu yolculukta insanın zıtlıklara savrulmasındaki ana
neden, elbette arayış içinde olmasıdır. İnsan ister bilerek, ister bilmeyerek
bu salınıma girer; ancak çıkışlar kendi tercihine bağlıdır. Hayat salınımındaki
bu harmoni ya uyumu ya da salınımdan düşmeyi netice verir.
İnsan
hayatı dinamik bir yapı olduğundan, salınımlı harmonik hayatında da dinamik bir
uyum şarttır. Bu uyum belli ölçü, nizam ve düzen içerisinde olursa insan sistem
içinde kalır; aksi durumda, farkında olunsun ya da olunmasın, sistem dışına
itilmekten kurtulamaz. Sistemde kalmanın tek yolu, insan olduğunu bilip
gereklerini yerine getirmektir.
İnsan,
hayat salınımlarının her gidiş gelişlerinde farklı fotoğraflar görür. Bunlar
arasında en dikkat çekeni, kendisinin çevredeki diğer bütün varlıklardan en
azından farklı olduğunu bilmesidir. Madde, taş, toprak ve madenler gibi
varlıkların bir yer işgal eden vücutları olduğu anlaşılır. Bitkilerin hem
vücutları, hem de bir hayatlarının olduğu, her baharda değişimle birlikte fark
edilir.
Vücut,
hayat ve ruh sahibi olan hayvandan akıl ve şuur gibi üstün özellikleri olduğunu
anlayan insan, bu farkındalığı kimi zaman idrak eder, kimi zaman da aklını
sadece gördüklerini kabul eder dereceye indirir. Düşünmek, akıl erdirmek ve bir
anlam inşâ etmek elbette kolay değildir. Ancak usul, esas ve yöntem ile bir
hiyerarşi inşâsıyla bu işin çok kolay olduğu açıktır.
Kendisinin
farklı ve güzide olabileceğini düşünmeye, anlamaya ve idrak etmeye başlayan
insan, bu anlayışın bir kural ve ölçü ile olduğunu görür. İnsan dışarıdan göz,
kulak, dil, deri ve burun ile veriler toplar ve bunları günlük hayatını
kolaylaştırıp akışından gitmesi için kullanır.
Ortaöğretimde
beş duyu organı olarak anlatılan bunlar, insanın sensörleri veya dış dünya ile
kendi sınırlarını çizmesini sağlayan organlardır.
Bir organ olarak göz, görme işlevinin yapıldığı yerken, çevrede olup biten bütün güzelliklerin fark edildiği ve yaş ile irşadın yapıldığı da yerdir. Yürümede denge işleminin ve işitmenin sağlandığı yer olarak kulak işlev görür. Yiyeceklerin her türlüsünün tadıldığı dil, harika meyve eserlerinin, nizam, mizan, ziynet, nakış ve güzel lezzetlerin anlaşıldığı mekândır. Dil olmadan yiyeceklerin ne tadı olur, ne de tuzu. Çevrede olup biten ısı ve enerji gibi bilgilerin anlaşıldığı yer ise, değişmez elbise deridir. Bazal reseptör/hücreler ile koku ve destek görevi görülür. Bunların hepsi daha çok insanın bedensel duyuları olup çevrenin sınır hatlarını ortaya koyar.
Günlük meşgaleler insanları o derece meşgul ediyor ki insanın aynaya bakıp gülümsemesi ve iç âlemde Esma tecellisinin ayna yansıması görülmez olabiliyor. Her duyu yerli yerinde kullanıldığında her şeye yetecek vaktin olduğu görülür.
Çevreden
duyularla alınan verilerin hepsi beyne iletilir. Beyinde birer dinamik sistem
olarak çalışan çok sayıdaki düzenden birisi devreye girip verilerin işlenmesini
ve anlama dönüşmesini sağlar. Bu şekilde çalışan bir sistem olan akıl ile iç
duyuların âlemine geçilmiş olunur. Beyinden ayrılan akıl, fikir üretmek,
düşünmek, tefekkür etmek gibi işlevlerin yapıldığı merkezdir. Akıl mideye
hükmederken, merak ise aklı irşad etmeli ve kuvvet vermelidir. İstikamet ve ruh
hâlini istendik düzeyde yakalayan akıl, hakikatin bütün inceliklerine nüfuz
edebilecek donanım ve potansiyele erişir.
Hayâl
kurup kalbi, ruhu ve sırrı ile her şeyi anlamaya çalışan insan, iç dünyasında
bir seyahate çıkar. Çünkü hayâl, insan beynini çalıştıran en büyük üretim
merkezidir. İnsan, beyin ve akıl ile hatırlama yaparken asıl orijinal kaydı
kalpte yapar. Kalp, olgunluğun/kemâlâtın her türlüsüne müsait bir düzlemde yer
alır. Akıl mideye hükmederken, kalp de gıda ile beslenip nefse hâkim olmalıdır.
Makbul zevkleri alıp evrende mahmûm kalbin salınımına dâhil olur.
Ruh,
beden cesedine girdiğinden beri kafeste gibidir. Bu nedenle inkişâf ve terakki
için ruhun cesede hâkim olması ve şevk ile irşadı gerekir ki hissi müşterek
aşikâr olsun. Bireysel olarak ruhu olmayan ağaçların orman şeklinde
birlikteliği, ortak bir ruh oluşturarak insanın müşterek hissinde morfik
rezonans olarak karşılık bulur. Bu vuslat ile ruh, ziya ve mâ ile beslenir. Vehimli
olan birey, hayvanî akılda kalıp hakikî sırra erişemez.
Seste ins, mânâda ins
Gerek
dış, gerekse iç duyuların bir hududu, çizgisi ve kantarı vardır. Daha yüksek
tonajda mânâları kaldırmak için ferdin işletim sisteminde kapalı kapıları
aralaması gerekir. Gözün bir görme sınırı, kulağın bir işitme düzeyi olduğu
gibi aklın da bir idrak düzeyi ve ruhun bir gıda seviyesi vardır. Günlük
meşgaleler insanları o derece meşgul ediyor ki insanın aynaya bakıp gülümsemesi
ve iç âlemde Esma tecellisinin ayna yansıması görülmez olabiliyor. Her duyu
yerli yerinde kullanıldığında her şeye yetecek vaktin olduğu görülür.
Hayatın
harmonik salınımında inişler ve çıkışların sınır ve ölçüsünün bilinmesi biraz
da insanı ve insanın ne olduğunu anlamakla ilgilidir. İnsan, Arapça “ins”
kelimesinden türetilmiş olup “insan topluluğu ve beşer” anlamlarına gelir. İnsan
kelimesinin aslının “unutmak” anlamına geldiği de bilinmektedir. Unutulan şey
ise dünyaya gönderilmeden önce verilmiş olan söz ile ilgili olmalıdır. Bu söz,
bedene sahip olmayan insanın iç duyularından ruhla muhatap olunmasının
neticesidir.
İns,
gizli olanın (cin) zıttı anlamında olup ortaya çıkmak, aşikâr olmak, bilinmek
ve bilmek anlamlarına da gelir. İns “toplulukları” ifade ederken, “insî” ise insanın
her bir ferdini anlatır. Kur’ân-ı Kerîm’de on sekiz yerde “ins” kelimesi
geçerken sadece bir yerde “insî” kelimesinin geçmesi, manidar bir şekilde
insanın sosyal bir varlık olduğunu gösterir.
“İnsan”
kelimesinde Arapça kök olarak elif (hemze),
nun ve sin (se) harf yer alırken “el-insânü”
olarak kullanımı, insanı diğer her şeylerden akıl, vicdan ve kalp/gönül gibi
özellikleriyle ayırır. İşte bu ayrım, yukarıdan itibaren farklılıkların ifade edilmeye
çalışıldığı insanın güzide ve seçilmiş canlı olduğunu ortaya koyar! “İnsan”
kelimesinin elif ve el ile başlaması, istikametinin ne şekilde olacağına ve
hayatta nasıl yol üzere salınması gerektiğine bir pusuladır.
Elif-lâm
takısında insanı temsil eden elif, ruh âleminde verdiği sözü unutmayan ve
tercihinde önce yanlışları heybesinden atan, ardından da lâm ile doğruya şahit olunması
hiyerarşisini çizer. Bu hiyerarşi, insana “insan” denmesinin kemâl mertebesine
olan yakınlığından kaynaklanır. Bu hiyerarşiye uymayansa aceleci, nankör,
zalim, cahil, zayıf ve ümitsiz bir hâl üzere gider.
İnsan,
hayat salınımında hep bir tercih yapmakla karşılaşır. Bunları yaparken tercihi
hangi yönde kullandığı, insan olup olmayacağının da neticesi olur. Bu sır,
aslında insanın evrende güzide bir canlı olarak tercihinin neye ve ne için
yaptığı gibi önemli bir yol ayrımını da ortaya çıkarıyor.
Günümüzde güçlünün haklı olduğu, amacın menfaat, dayanağın güç/kuvvet, güçlünün zayıfı ezdiği ve yediği tüm insanî olmayan davranışlar görülüyor. İnsanlar marka giyiniyor, çıkar olmadığında selâm da verilmiyor. Zenginler ve mâkâm sahipleri tercih edilerek fakir fukara dışarı itiliyor. İnsanlık mâkâm koltukları, unvan ve sıfatlar altında eziliyor. Bu şekildeki kapitalist dünya, göz göre göre ruhsuz bir şekilde toplumları tarumar ediyor.
Kendinden
olmayanlar insan yerine konulmuyor. Sadece zengin fakir ayrımı değil, aynı
zamanda şehirlerde zengin ve fakir mahalleleri de oluştu. Apartmanlar
mahpushane, insanlar asık suratlı, komşular birbirlerini bile tanımıyor ve selâm
vermiyorlar. Hediyeleşmek ticarete dönüştü; kim ne hediye götürürse aynısını
hediye olarak bekliyor. Gönülden koptuğu kadar ve imkân ölçüsünce hediyeleşmek,
yerini matematik ve sayı endeksli menfaat hediyeleşmesine dönüştürdü. İnsanlığın
da maddî karşılığı olacağı gibi çok acı neticeler doğurdu. Bu sonuç, inanç
ekseninin de kaymasına neden oluyor. Altın,
para, mâkâm, arsa ve sıfat, insana
din kardeşinden daha sevimli geliyor.
Hâsılı,
egoist ve benmerkezci yaşam, para, mâkâm ve sıfat gibi tercihlerin amaç
edinilmesinin yanı sıra ateist ve deist gibi fikirleri gündemde tutarak kutsala
meydan okumaya kadar gidiyor. Sadece dış duyuların, arzuların, hızın ve hazzın
esiri olmuş toplum anlayışı, insanın iç dünyasını yıkıyor, yakıyor ve
kavuruyor. İnsanlık susmuş, sessizce izliyor. Bu şekilde bir yaşam biçimi, aklî
iletişimde kalıp kalbî iletişimi parçalıyor. Böyle bir netice, insan, inanç ve
toplum değerlerini yok ediyor.
Denge ve
vakıf
İnsan
bir çiçeği istediği gibi baharı ve yazı da arzular. Otomobil, ev ve mâkâm da
isteklerin ilk sıralarında yer alır. Küçük bir kabristana gideceğini bile bile
arsa ve tapu biriktirmekten geri kalınmıyor. Bu tür isteklerin ardı arkası
gelmez. Burada mihenk noktası ve esas alınması gereken yol, dünyaya ait olan bu
isteklerin tek başına amaç yapılmadan birer araç hâline getirilmesidir. Bu tür
istek ve hayâllerin araç olmak şartıyla insana çok faydası olacağı açıktır.
Ancak, amaç-araç dengesinin son derece titizlikle korunması şarttır. Bunlar
yapılırken tarzın asıl hedefe doğru olması ve araçların da bu noktada
donatılması gerekir.
İnsanın işe önce kendinden başlayarak mânâ, gönül ve kalp biriktirmesi gerekir. Bunun için öncelikle gösterişten uzak ve sade giyinmeli, mazlumların imdadına yetişmelidir. Yetimlere, kimsesizlere ve gariplere teselli olmalıdır. İnsan, hayvan ve ağaçlara/bitkilere merhamet etmelidir. Hiçbir insan, altın, mâkâm ve paradan daha değersiz görülmemeli. Garip gureba, fakir fukara arasına girip onlarla sohbet etmeli. Dayanağı Hakk, hedefi fazilet, düsturu yardımlaşma bilmelidir.
İnsanlık mâkâm koltukları, unvan ve sıfatlar altında eziliyor. Bu şekildeki kapitalist dünya, göz göre göre ruhsuz bir şekilde toplumları tarumar ediyor.
Hediyeleşme;
çam sakızı çoban armağanı gibi gönülden koptuğu ve imkân ölçüsünce olmalıdır. İns toplumsal, insî ise ferdiyet olduğu
düşünüldüğünde, toplum ruhunu öne çıkarıp egoist ferdiyetçiliği kenara itmek gerekir.
Bu şekilde biriktirilen kalpler ve canlar ile gönül dili susturulmadan, mânâ maddeye hükmedecek şekilde toplumun
direkleri hükmündeki gönüllü vakıf anlayışı, bilim, ilim ve irfan ölçeğinde inşâ
edilmelidir.
İnsan
sosyal bir canlı olduğundan, sürekli diğer insanlarla iletişim hâlinde
olacaktır. İletişimi belirleyen etkenler çıkar ilişkisi niteliğindeki
iletişimden geçerek memnuniyete, olumlu işlere ve olgunluk düzeyindeki
iletişime yol olmalıdır. İletişimde hayırlı işler ve olgunluk düzeyindeki
iletişimlerde sürdürülebilir bir yol varken, diğerlerinde sıkıntılar olabilir.
Çay
ve kahvenin bahane olduğu, asıl olanın muhabbet olduğu malûmdur. Zira muhabbet
Marifetullah ile ilintili olduğundan, sürdürülebilir olması gönlün arzusudur. Zira
gönül fâni ve aciz olanı istemez, gönül kuşunun uçmasına neden olan ilâhî
eksenli muhabbet, insanın ölüm ötesine uçmasının da adıdır. Ham, pişmişin
hâlinden anlamaz. Bunun için maddenin ancak mânâ ile ayakta duracağı açıktır. İnsan
akıl, ruh, kalp, sır ve hayâl ile sınırsız âlemlere yolculuk edebilir. Bu
yolculukta trafik kazasının olmaması için yegâne gerek şart, insan
olmaktır.
İnsan
olmanın esası, “Çekirdek ağaç için ne ise, kalp de insan için odur” düsturundan
hareketle, gönüllerin kabul edebileceği vicdanî bir hayat sürmektir. Allah’ın
(cc) razı olması esas olduktan sonra, insanlar da kabul edeceklerdir. İnsan bu
yolda sabırla, kanaatle, ilimle ve hakkaniyetle yol almalıdır. Hayat
salıncağında maddenin tesirine izin vermemelidir. Özellikle para, mâkâm, sıfat
ve unvan gibi dünya işlerine olan teveccühten şiddetle kaçınmalıdır.
İnsan olmanın ölçüsü akla gelecektir elbette. Canlı bedenin sağlıklı bir şekilde hayatına devam edebilmesi için göz, kulak, burun, temas ve dilin ölçüleriyle hareket edilmelidir. Donanım ve potansiyel itibariyle hayâl, ruh, akıl, sır ve kalbin sınırsız istekleri, sınırlı bu dünyaya feda edilmemelidir. Akıl, kalp, ruh, sır ve hayâl, sonsuz bir hayat için kullanılmalıdır. Arapça insan kelimesindeki “elif”, insanın kendisini aşıp Yaratan’ın aynası olması gerektiğini gösterir. Bu, dünyada ışık ve ziya olan insanın, mâ ölçeğinde de maddî evrende her şeyin bir sonsuzluğa gidişindeki salınımda yer aldığının bilimsel ve ilmî gösterimidir.
İnsan
olmak; zenginin fakire merhamet ve şefkati, fakirin de zengine hürmeti ile
görülür. İbadetlerinde ruhaniyet, ahlâkında olgunluk, duygularında letafet,
ilişkilerinde nezaket ve nazarında bir derinlik olmalıdır. Bu uğurda kendi
hududunu bilip başkasının hanesine tecavüz etmemelidir. İnsan neyin kendisinin
olduğunu, neyin hakkı olduğunu, neyi yapması gerektiğini ve neyin doğru
olduğunu bilip ona göre yaşamalıdır.
İnsan
oldukça, maddeye, eşyaya, bitkilere ve insanlara duyguları ve gönlüyle
bakmasını bilecektir. Bilim öğrenirken sorgulama ve eleştirme gibi yöntemler
ilim ile irfanı birleştiren yöntemlerdir. Böyle bir hayat süren insan, olmanın
meyvesini toplarken bazılarının da gözünü dünyaya diktiğini basireti ile
görecektir. Verme esasına dayanan olgun insan, kardeşinin salını karşıya geçirdiğinde
kendisinin de karşıya geçtiğini görecektir.
İnsanlığın
aşikâr olması ve toplumların saadete erişmesinin yolu sadece insan olmaktan
geçer. İnsanın özü, sözü, hikmeti ve hakikati, El-Hüve’nin kendisini gördüğü
bir aynadır. Bu görme işinin sadece insan vasıtasıyla gerçekleşmesi, insanın
seçilmiş, güzide ve çok kıymetli bir canlı olarak Yaratan’ın özel bir halîfesi
olmasıyla mümkündür.
İnsan dış ve iç donanımları başta olmak üzere duygu, düşünce, gönül ve kalp huzuruyla şükür ekseninde olmalıdır. İnsanın eşsiz bir cevher olduğunu göstermeli, hâl ve diliyle kulluğunu aşikâr eylemelidir. Fikir ve düşünceleri ezeliyete intikal edercesine insaniyetini süsleyerek görmeli, ilmi, ene/ego ve benliğini eritip Zülcelâl’in sıfat-ı mutlakasını bilmelidir. Böyle bir hayat tarzı ile fert, insan olup hayatın lezzetini tadar. Geçici tesirlerden etkilenmez. Aşikâr sır olur.