İnsan-nokta-aşk

“Üç nokta aşktır…/ Her nokta, gizli bir ahtır!/ ‘Seviyorum’ deyip haykıramamaktır.../ Boğazda düğümlenen iki çift sözdür.../ Dilin lâl, gönlün melâl olduğu andır…/ Gözlerden süzülmeyen iki damla gözyaşıdır.../Hissedilen fakat bir türlü yazılamayandır…/ Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır…/ Üç nokta; bitmeyendir, bitemeyendir...” (Mevlâna)

İNSAN, nokta, aşk… Bir noktada yaşamak ömrünce… Her şey noktadan ibâret ve insanda sadece bir noktanın kemiyeti üzerinden de tanımlanabilir. İnsan hep bir noktaya odaklanmış olsaydı, bu duruma ne denirdi ve bu durum nasıl açıklanabilirdi?

“Nokta” deyip geçilemez, zira o çok şey anlatır. Belki tam olarak her şey değildir ama o çok önemli bir şeydir ve her şeyin başlangıcı olan bir şeydir. Onu referans almadan başka noktalara bakılamayacağının bilincini kazandırır. Bir noktaya bağlanıldığında, sevilemeyen bazı şeylerle yüzleşerek sınırların zorlanılacağını da öğretir. Mutlak olarak insanı kuşatan uzun ve apansız hissiyattan asla şüphe etmeden aşka yönlendirebilir.

İnsanın noktayla olan ilişkisi, onun hayat koordinatları ile yaşam arasındaki en öncelikli ilişkidir. Noktalarla olan bağların arka plânında, insanın, bulunduğu referans sisteminde orijin noktasına bağımlı bir varlık olması yatmaktadır. Bu öyle bir bağlılıktır ki, aşk ile dönmektir ve ona yüz çevirememektir o düzlemde bulunduğu sürece. Zira insan da bir noktaya eylemlidir. İnsan ve noktanın yüzü birbirine dönükse, aradaki bağın aşk olma ihtimâli kuvvetlidir.  Zira insan, bir sistemde yaşam bulan, hisseden, öfkelenen ve yaşamını sistem içindeki şartların etkisiyle şekillendiren ve zorunlu olarak da bir şekilde noktayla iletişim içinde var olabilendir.

Reel bir varlık olan nokta, yine kendisi gibi reel olan insanla yaşam boyunca sürekli birlikte olmayı gerektirecek bir zorunluluğun parçası olarak birlikte tanımlıdır. Bu birlikteliğin hissiyat boyutu ise başka bir “bütünleşme” demektir. Ya da “tamamlanma”... Bu birliktelik, başka bir deyişle bu gönüllülük, daha çok insanın ihtiyaçları ve öngörüleri etrafında şekillenir. Ama insan, noktaya olan bağın etkisini bazen tek taraflı bir tutumla görmezden gelerek kendi konumunu merkezileştirme yolunu seçebilmektedir. Durum böyle olunca, aşkın bir parçası olan insan, zamanla nokta etrafında bir başka nokta olarak merkezî çekim kuvvetine doğrudan müdâhil bir varlık alanı olarak öne çıkabilir. Bu ise insan-nokta ikilisindeki aşk bağını olumsuz etkileyen en önemli faktördür.

İnsan kaçmak istemez bulunduğu sistemden ve orijine bakmaktan da kendini alamaz. Çünkü aşk ile terennüm eden yüksek frekanslı bir müzikal fısıltı câzibesindedir daima. Böyle durumlarda durup düşünebiliyorsa, düşündüğünde dünyanın döndüğünü değil de durduğunu varsayıyorsa, dünyayı da sadece bir nokta gibi görüp anlamaya çalışıyorsa, dünyanın kâinatta bir zerre olduğunun bilinciyle bakıyor ve her yere hâlâ bakabiliyorsa, “Başka noktalar var mı?” diye de asla düşünmez. Onun için dünya durmuştur, her şey o noktanın etrafındadır ve hiçbir şey o noktadan bağımsız da değildir.

İnsan bağ kurduğu noktanın eline, yüzüne, kalbine ve aklına yüreğiyle bakarak, ona aklı ve gönlüyle değer atfedip aşkın büyüme hızını koruma altına alır. “Bundan başka bir nokta var mı?” diye de düşünmemesi gerekir asla. Düşünülse dahi, onlar nasıl olurlarsa olsunlar, yok sayılırlar. Hiçbirisi bir bakışa sığacak kadar mükemmel değildir. Gördüğü nokta zerre olsa da, onun içinde olma durumu aşktan başka nedir ki? Tam da bu sıra, nokta sahip olduğu farklı sırlarını görünür kılarak, insanın yüreğindeki sevgi gücünü test eder.

İnsan, bir noktanın küçük veya büyük sarsıntılarıyla yüzleştiğinde, yüreğinde ve zihninde süzülen bir sevdânın egemenliği altındaysa hiçbir sorun yaşamaz. Ve zamanla o bağ öyle güçlenir ki onun gururu, yeni doğmuş çocuğun annesine göstereceği gurur kadar olur. Belki de buna, “insanın noktaya aşkı” denir. Bunu da iç çekişleri duyan bir melek anlar ancak.

Bir noktanın görülmesi, fevkinin kavranması, diğer noktaların da aynı olacağı sonucunu veremez. İnsan bilir görünen yanında görülmeyen noktaların varlığını. Zira yaşamın bir de kuantum boyutu vardır. Gözün baktığı noktayı her zaman net göremeyeceğini de bilir insan. Görülemeyenleri görmek elzem midir, düşünür. “Saklı veya giz olan noktalar nasıl görünür olur?” diye çabaya girmez asla. Gözümüzle var olanları ve var olduklarını bildiklerimizi gerçek boyutta göremiyorsa hiçliğini hatırlar. Yoksa her şeyin olmak gibi bir hâddinin olduğunu, istense dahi olunamayacak işlerin olduğu düşünülür. Göremeyişler ve görünmezlikler kendini yok saymasına neden olmamalıdır asla. Bazen boyunu aşan noktalarla karşılaşsa bile... Her bir nokta, kendi belirsizliği içinde bir yekûn teşkil eder ve kendi sınırları içinde keşfedilmeyi bekler. Boyutlarımızı aşan, gözün sınırları içine hapsolan noktalar insanı hayrete düşürebilir. O noktaların küçüklüğü, realitede nasıl etkin olduklarının başka bir işaretidir. Noktanın insanı içine çekme içtenliği onu zamanla daraltabilir. Soluklanmak, gönül gözünü başka noktalara çevirmeden ve o alanın dışına çıkmadan farklı doğrultu ve açılardan bakabilmektir.


İnsanın bu kadar nokta içinde aradığı ne?

Noktaya bakan göz, o noktanın enerjisinden bazen yorulduğunu hissedebilir. Bu enerjinin yorucu nedenleri düşünülerek, “Dinlendirici enerji nasıl olur?” diye sorgulanır. Meselâ, yalnız ve yoksun olunduğu için hep aynı noktaya bakıldığı sanılır ama noktanın nasıl bir câzibe merkezi olduğu düşünülemez. Bakıldığında hep kendini gördüğü için yorulduğunu düşünemez ve o noktada başkalaştığını ise hiç fark edemez. Sonra başka insanlar düşünülür. Onların noktalara nasıl baktıkları merak edilir. Bir anda kâinatı hatırlar; Güneş’i, Ay’ı, yıldızları… Sonra da yoğun kalabalıkların hüküm sürdüğü şehirleri...

Ne çok noktanın olduğu düşünülür ve düşündükçe iç acımalar başlar. Öyle bir an olur ki, düşünsel boyutta dünyevî işlerle bağını koparır ve sadece gözlerinin ritmiyle boş sayılabilecek bakışlarına devam eder. Rüyaları düşünür, oradaki noktaları, şekilleri ve daha birçok şeyi… Ama uyandığında onlardan eser olmayacağını da bilir. Bu durumda görmenin farkını düşünmeye başlar. Gören o mu, yoksa ona görünmek isteyenler mi var? Veya görmesini isteyen mi?

Gördüklerinden aldığı mesajların neden farklı hissiyat oluşturduğunun keşmekeşliğini yaşar bir süre. Bazen de gördüğü noktalara acıyarak, onları birer zavallı gibi görür ama kendi zavallılığını unutur.

İnsan ne istiyor? Neyi duymak ve neyi görmek istiyor? Bu kadar nokta içinde aradığı ne? Hangi gözü yeterince görmüyor? Bir bilebilse, onun da çâresini bulabileceğini düşünüyor kendince. Uzanarak noktaların sırrına, oralarda kaybolmayı bile göze alabiliyor.  Bir nokta, tüm noktaların üzerinden hızla geçerek çok uzaklara ötelenirken, bakışlarda o noktayla beraber taşınıyor. Bir nokta ki, noktalar kümesi içinde yegâne nokta… Demek ki bu nokta, herhangi biri gibi değil! Bakışları alıp savuran bir nokta... Ya “zaman” denen şey neydi o sıra? Bununla kafasını yarıyor oldukça. Çıplak hâlle dokunabilecek mi bu hakikate? Dokunursa, hakikatin hangi somut değeri kalacak ki avuçlarında? Gördüğünde göremediklerini, göremediklerinde saklananları nasıl bilecek?

Bütün bunları bir araya getirebilse, yorgunluğu geçecek aslında. Toplayabilse dağılmışlığını baktığı noktalardan, sırra kadem basanların sırlarına vâkıf olabilse, belki kendi sırrını da çözecek. “Zaman” denen kaynağın seyir defterinde yazıyor noktalar ardındaki bakışları. Bu akışın seyrinde kendini göremiyor, usanıyor bu hâlinden ve utanıyor her şeyden. Aslında her noktanın sırrına vâkıf olunamayacağını bilmek lâzım Mûsâ’dan…   

İnsan kendine baktı yansıyan noktadan. Badanası eskimiş, çatısı bozulmuş bir bina gördü. Nağmeleri yankı bulmayan bir şarkı, çorak sahranın susuzluğu, kurumuş pınarlar gibi gördü kendini. “Uygun bir binaya sığınsaydı, yeşilin tonlarıyla bezenmiş bir vadide olsaydı, ırmaklarında arınıp pınarlarından kansaydı ne değişebilirdi hayatında?” diye düşündü. Bunlar, yaşadığı noktanın yoksunluklarını ve dolayısıyla kendi ihtiyaçlarını giderecek miydi? Hâlbuki çok da susuzdu. Tüm bunlar yetmemiş gibi, baktığı noktadan kaynaklanan susuzluğunun artarak kendisini yakmasını istiyor bir bakıma. Noktanın güneş hükmünde olup kavurmasını ve kendisini hiçliğe sevk etmesini arzuluyor. Belki de baktığı noktadan çok güçlü bir enerji alıyor farkına varmadan...

İnsan, baktığı ve aşk ile bağlandığı noktadan ötelendikçe daha şiddetli yanacağını bilir. Bundan dolayı olduğu yerde ve yörüngesinde kalmayı tercih eder. Bir gün o nokta tüm sistemleri aşarak farklı bir menzile doğru ivmelenmesi gerekirse, insan da aynı ivmeye sahip olabilmeli ânında. Böyle durumlarda tutkusuz olmak imkânsızdır zaten. Sadece şu sorular gelebilir akla: “Neden bu nokta durup dururken ivmelenmeye başlamış olabilir? Kaçtığı ve saklanmak istedikleri mi var? Hem bu, kendi gerçekliğini kabul etmemek olabilir mi? Bakan gözlerin haznesinde bir sıcaklık olması buna bir neden midir? Ya da üşüyen nokta, avuç içlerinde ısınmak istemez mi?”

En derin, en kalın, en ağır şekilde alevlenecek bir noktanın içine atmak tüm umutları ve gece görülen düşleri de aleve yakıt olarak sunmak… Ve bakışları oraya sâbitleyerek kımıldamamak… Yüreğinin alevlenen noktayla alevleneceği bilincinde olmak… Zira sonrasında dünyanın tüm renk ve kokularına en âlâsından sahip olacağına inanmak... Bütün bunlar gönül dünyasında mı, yoksa beden dilinde mi olacak? İçinde alev ırmağının aktığı noktayı izlemeye alışmış gönül gözüne, beden gözünün gördükleri az gelmeyecek mi?

O vakit insan şunu diyebilir: “Tüm şartlarda üzerinden bakışlarımı alamadığım alev küresi nokta, en yüksek enerjinle dalgalan, varlığınla in yüreğime. Hadi parmak uçlarımda gezintiye çık da dokunayım sana! Yüreğime dokunamayan her ne kaldıysa şimdi dokunsun işte!”

Bu yolda olanlar, noktanın da insana aşkını anlar. O an hiç kimsenin duymadığı ve bilmediği bir şarkı yankılanır semâlarda. Bu üçlü iletişimin gücünün bütünüyle anlaşılmasıdır bir bakıma. Noktanın sırları işte... Nokta ki, saklı, buğulu bakışların zerresi…

Son söz

İnsanı noktanın merkezine alan ve yalnızca onun ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bir iletişim şekli, kuşkusuz aşkın insanın efendisi olmasına yol açar. İnsanın noktaya hâkim olma çabası ve her yönüyle noktayı kontrol etme istemi, sürekli aşkın etkisinde kalır. Aşksız bir kontrol ise zamanla sömürüye, sömürü de ne yazık ki o tür insanın varlık sebebi hâline dönüşür.

Aşksız iletişim, insanın etik değerlerden uzaklaşmasına, hem kendine, hem de noktaya karşı acımasız ve insafsız oluşuna neden olur. Hırslarındaki ilerlemeyi en üst seviyede başaran insanın bu başarısını nokta-insan-aşk üçgeninde gösterememiş olması, doyumsuzlukla şekillenen ve her sevginin talan edildiği bir sistem inşâ etmiştir.

Hülâsa, nokta felsefesinin iletişim mantığının daha iyi anlaşılabilmesi için, bu mantığı uyarlayacak sistem/özne kendine şu soruyu sormalıdır: “İçinde bulunduğum sevgi atmosferi bir aşk bağı şeklinde değerlendirilse, benim vuslatım nasıl olur?”

Önemli olan husus, “nokta-insan-aşk” üçgenindeki eş kenarlığı anlayabilmektir. Birçok düşünür, “üstün insan”a benzetmiştir bunu. Aşk, üstün bir vasıftır. Herkesin “üç” noktası farklı olabilir. Nokta, insan ve aşk… Hakikatin kendisi, hakikatin efendisi…