İNSAN, nokta, aşk… Bir
noktada yaşamak ömrünce… Her şey noktadan ibâret ve insanda sadece bir noktanın
kemiyeti üzerinden de tanımlanabilir. İnsan hep bir noktaya odaklanmış olsaydı,
bu duruma ne denirdi ve bu durum nasıl açıklanabilirdi?
“Nokta”
deyip geçilemez, zira o çok şey anlatır. Belki tam olarak her şey değildir ama
o çok önemli bir şeydir ve her şeyin başlangıcı olan bir şeydir. Onu referans
almadan başka noktalara bakılamayacağının bilincini kazandırır. Bir noktaya
bağlanıldığında, sevilemeyen bazı şeylerle yüzleşerek sınırların zorlanılacağını
da öğretir. Mutlak olarak insanı kuşatan uzun ve apansız hissiyattan asla şüphe
etmeden aşka yönlendirebilir.
İnsanın noktayla olan ilişkisi, onun
hayat koordinatları ile yaşam arasındaki en öncelikli ilişkidir. Noktalarla
olan bağların arka plânında, insanın, bulunduğu referans sisteminde orijin
noktasına bağımlı bir varlık olması yatmaktadır. Bu öyle bir bağlılıktır ki,
aşk ile dönmektir ve ona yüz çevirememektir o düzlemde bulunduğu sürece. Zira
insan da bir noktaya eylemlidir. İnsan ve noktanın yüzü birbirine dönükse,
aradaki bağın aşk olma ihtimâli kuvvetlidir.
Zira insan, bir sistemde yaşam bulan, hisseden, öfkelenen ve yaşamını
sistem içindeki şartların etkisiyle şekillendiren ve zorunlu olarak da bir
şekilde noktayla iletişim içinde var olabilendir.
Reel bir varlık olan nokta, yine kendisi
gibi reel olan insanla yaşam boyunca sürekli birlikte olmayı gerektirecek bir
zorunluluğun parçası olarak birlikte tanımlıdır. Bu birlikteliğin hissiyat boyutu
ise başka bir “bütünleşme” demektir. Ya da “tamamlanma”... Bu birliktelik,
başka bir deyişle bu gönüllülük, daha çok insanın ihtiyaçları ve öngörüleri
etrafında şekillenir. Ama insan, noktaya olan bağın etkisini bazen tek taraflı
bir tutumla görmezden gelerek kendi konumunu merkezileştirme yolunu
seçebilmektedir. Durum böyle olunca, aşkın bir parçası olan insan, zamanla
nokta etrafında bir başka nokta olarak merkezî çekim kuvvetine doğrudan müdâhil
bir varlık alanı olarak öne çıkabilir. Bu ise insan-nokta ikilisindeki aşk
bağını olumsuz etkileyen en önemli faktördür.
İnsan
kaçmak istemez bulunduğu sistemden ve orijine bakmaktan da kendini alamaz.
Çünkü aşk ile terennüm eden yüksek frekanslı bir müzikal fısıltı câzibesindedir
daima. Böyle durumlarda durup düşünebiliyorsa, düşündüğünde dünyanın döndüğünü
değil de durduğunu varsayıyorsa, dünyayı da sadece bir nokta gibi görüp
anlamaya çalışıyorsa, dünyanın kâinatta bir zerre olduğunun bilinciyle bakıyor
ve her yere hâlâ bakabiliyorsa, “Başka noktalar var mı?” diye de asla düşünmez.
Onun için dünya durmuştur, her şey o noktanın etrafındadır ve hiçbir şey o
noktadan bağımsız da değildir.
İnsan
bağ kurduğu noktanın eline, yüzüne, kalbine ve aklına yüreğiyle bakarak, ona aklı
ve gönlüyle değer atfedip aşkın büyüme hızını koruma altına alır. “Bundan başka
bir nokta var mı?” diye de düşünmemesi gerekir asla. Düşünülse dahi, onlar
nasıl olurlarsa olsunlar, yok sayılırlar. Hiçbirisi bir bakışa sığacak kadar
mükemmel değildir. Gördüğü nokta zerre olsa da, onun içinde olma durumu aşktan
başka nedir ki? Tam da bu sıra, nokta sahip olduğu farklı sırlarını görünür
kılarak, insanın yüreğindeki sevgi gücünü test eder.
İnsan,
bir noktanın küçük veya büyük sarsıntılarıyla yüzleştiğinde, yüreğinde ve
zihninde süzülen bir sevdânın egemenliği altındaysa hiçbir sorun yaşamaz. Ve
zamanla o bağ öyle güçlenir ki onun gururu, yeni doğmuş çocuğun annesine göstereceği
gurur kadar olur. Belki de buna, “insanın noktaya aşkı” denir. Bunu da iç
çekişleri duyan bir melek anlar ancak.
Bir noktanın görülmesi, fevkinin kavranması, diğer noktaların da aynı olacağı sonucunu veremez. İnsan bilir görünen yanında görülmeyen noktaların varlığını. Zira yaşamın bir de kuantum boyutu vardır. Gözün baktığı noktayı her zaman net göremeyeceğini de bilir insan. Görülemeyenleri görmek elzem midir, düşünür. “Saklı veya giz olan noktalar nasıl görünür olur?” diye çabaya girmez asla. Gözümüzle var olanları ve var olduklarını bildiklerimizi gerçek boyutta göremiyorsa hiçliğini hatırlar. Yoksa her şeyin olmak gibi bir hâddinin olduğunu, istense dahi olunamayacak işlerin olduğu düşünülür. Göremeyişler ve görünmezlikler kendini yok saymasına neden olmamalıdır asla. Bazen boyunu aşan noktalarla karşılaşsa bile... Her bir nokta, kendi belirsizliği içinde bir yekûn teşkil eder ve kendi sınırları içinde keşfedilmeyi bekler. Boyutlarımızı aşan, gözün sınırları içine hapsolan noktalar insanı hayrete düşürebilir. O noktaların küçüklüğü, realitede nasıl etkin olduklarının başka bir işaretidir. Noktanın insanı içine çekme içtenliği onu zamanla daraltabilir. Soluklanmak, gönül gözünü başka noktalara çevirmeden ve o alanın dışına çıkmadan farklı doğrultu ve açılardan bakabilmektir.
İnsanın
bu kadar nokta içinde aradığı ne?
Noktaya
bakan göz, o noktanın enerjisinden bazen yorulduğunu hissedebilir. Bu enerjinin
yorucu nedenleri düşünülerek, “Dinlendirici enerji nasıl olur?” diye
sorgulanır. Meselâ, yalnız ve yoksun olunduğu için hep aynı noktaya bakıldığı
sanılır ama noktanın nasıl bir câzibe merkezi olduğu düşünülemez. Bakıldığında hep
kendini gördüğü için yorulduğunu düşünemez ve o noktada başkalaştığını ise hiç
fark edemez. Sonra başka insanlar düşünülür. Onların noktalara nasıl baktıkları
merak edilir. Bir anda kâinatı hatırlar; Güneş’i, Ay’ı, yıldızları… Sonra da yoğun
kalabalıkların hüküm sürdüğü şehirleri...
Ne
çok noktanın olduğu düşünülür ve düşündükçe iç acımalar başlar. Öyle bir an
olur ki, düşünsel boyutta dünyevî işlerle bağını koparır ve sadece gözlerinin
ritmiyle boş sayılabilecek bakışlarına devam eder. Rüyaları düşünür, oradaki
noktaları, şekilleri ve daha birçok şeyi… Ama uyandığında onlardan eser
olmayacağını da bilir. Bu durumda görmenin farkını düşünmeye başlar. Gören o
mu, yoksa ona görünmek isteyenler mi var? Veya görmesini isteyen mi?
Gördüklerinden
aldığı mesajların neden farklı hissiyat oluşturduğunun keşmekeşliğini yaşar bir
süre. Bazen de gördüğü noktalara acıyarak, onları birer zavallı gibi görür ama
kendi zavallılığını unutur.
İnsan
ne istiyor? Neyi duymak ve neyi görmek istiyor? Bu kadar nokta içinde aradığı
ne? Hangi gözü yeterince görmüyor? Bir bilebilse, onun da çâresini
bulabileceğini düşünüyor kendince. Uzanarak noktaların sırrına, oralarda
kaybolmayı bile göze alabiliyor. Bir nokta,
tüm noktaların üzerinden hızla geçerek çok uzaklara ötelenirken, bakışlarda o
noktayla beraber taşınıyor. Bir nokta ki, noktalar kümesi içinde yegâne nokta…
Demek ki bu nokta, herhangi biri gibi değil! Bakışları alıp savuran bir
nokta... Ya “zaman” denen şey neydi o sıra? Bununla kafasını yarıyor oldukça.
Çıplak hâlle dokunabilecek mi bu hakikate? Dokunursa, hakikatin hangi somut
değeri kalacak ki avuçlarında? Gördüğünde göremediklerini, göremediklerinde saklananları
nasıl bilecek?
Bütün
bunları bir araya getirebilse, yorgunluğu geçecek aslında. Toplayabilse
dağılmışlığını baktığı noktalardan, sırra kadem basanların sırlarına vâkıf
olabilse, belki kendi sırrını da çözecek. “Zaman” denen kaynağın seyir
defterinde yazıyor noktalar ardındaki bakışları. Bu akışın seyrinde kendini
göremiyor, usanıyor bu hâlinden ve utanıyor her şeyden. Aslında her noktanın
sırrına vâkıf olunamayacağını bilmek lâzım Mûsâ’dan…
İnsan
kendine baktı yansıyan noktadan. Badanası eskimiş, çatısı bozulmuş bir bina
gördü. Nağmeleri yankı bulmayan bir şarkı, çorak sahranın susuzluğu, kurumuş pınarlar
gibi gördü kendini. “Uygun bir binaya sığınsaydı, yeşilin tonlarıyla bezenmiş
bir vadide olsaydı, ırmaklarında arınıp pınarlarından kansaydı ne değişebilirdi
hayatında?” diye düşündü. Bunlar, yaşadığı noktanın yoksunluklarını ve dolayısıyla
kendi ihtiyaçlarını giderecek miydi? Hâlbuki çok da susuzdu. Tüm bunlar
yetmemiş gibi, baktığı noktadan kaynaklanan susuzluğunun artarak kendisini yakmasını
istiyor bir bakıma. Noktanın güneş hükmünde olup kavurmasını ve kendisini hiçliğe
sevk etmesini arzuluyor. Belki de baktığı noktadan çok güçlü bir enerji alıyor
farkına varmadan...
İnsan,
baktığı ve aşk ile bağlandığı noktadan ötelendikçe daha şiddetli yanacağını
bilir. Bundan dolayı olduğu yerde ve yörüngesinde kalmayı tercih eder. Bir gün
o nokta tüm sistemleri aşarak farklı bir menzile doğru ivmelenmesi gerekirse,
insan da aynı ivmeye sahip olabilmeli ânında. Böyle durumlarda tutkusuz olmak
imkânsızdır zaten. Sadece şu sorular gelebilir akla: “Neden bu nokta durup
dururken ivmelenmeye başlamış olabilir? Kaçtığı ve saklanmak istedikleri mi var?
Hem bu, kendi gerçekliğini kabul etmemek olabilir mi? Bakan gözlerin haznesinde
bir sıcaklık olması buna bir neden midir? Ya da üşüyen nokta, avuç içlerinde
ısınmak istemez mi?”
En
derin, en kalın, en ağır şekilde alevlenecek bir noktanın içine atmak tüm
umutları ve gece görülen düşleri de aleve yakıt olarak sunmak… Ve bakışları oraya
sâbitleyerek kımıldamamak… Yüreğinin alevlenen noktayla alevleneceği bilincinde
olmak… Zira sonrasında dünyanın tüm renk ve kokularına en âlâsından sahip
olacağına inanmak... Bütün bunlar gönül dünyasında mı, yoksa beden dilinde mi
olacak? İçinde alev ırmağının aktığı noktayı izlemeye alışmış gönül gözüne,
beden gözünün gördükleri az gelmeyecek mi?
O
vakit insan şunu diyebilir: “Tüm şartlarda üzerinden bakışlarımı alamadığım
alev küresi nokta, en yüksek enerjinle dalgalan, varlığınla in yüreğime. Hadi
parmak uçlarımda gezintiye çık da dokunayım sana! Yüreğime dokunamayan her ne
kaldıysa şimdi dokunsun işte!”
Bu
yolda olanlar, noktanın da insana aşkını anlar. O an hiç kimsenin duymadığı ve
bilmediği bir şarkı yankılanır semâlarda. Bu üçlü iletişimin gücünün bütünüyle anlaşılmasıdır
bir bakıma. Noktanın sırları işte... Nokta ki, saklı, buğulu bakışların zerresi…
Son
söz
İnsanı noktanın merkezine alan ve
yalnızca onun ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bir iletişim şekli, kuşkusuz
aşkın insanın efendisi olmasına yol açar. İnsanın noktaya hâkim olma çabası ve
her yönüyle noktayı kontrol etme istemi, sürekli aşkın etkisinde kalır. Aşksız
bir kontrol ise zamanla sömürüye, sömürü de ne yazık ki o tür insanın varlık
sebebi hâline dönüşür.
Aşksız iletişim, insanın etik
değerlerden uzaklaşmasına, hem kendine, hem de noktaya karşı acımasız ve insafsız
oluşuna neden olur. Hırslarındaki ilerlemeyi en üst seviyede başaran insanın bu
başarısını nokta-insan-aşk üçgeninde gösterememiş olması, doyumsuzlukla
şekillenen ve her sevginin talan edildiği bir sistem inşâ etmiştir.
Hülâsa, nokta felsefesinin iletişim mantığının daha iyi
anlaşılabilmesi için, bu mantığı uyarlayacak sistem/özne kendine şu soruyu
sormalıdır: “İçinde bulunduğum sevgi atmosferi bir aşk bağı şeklinde
değerlendirilse, benim vuslatım nasıl olur?”
Önemli olan husus, “nokta-insan-aşk” üçgenindeki eş kenarlığı anlayabilmektir. Birçok düşünür, “üstün insan”a benzetmiştir bunu. Aşk, üstün bir vasıftır. Herkesin “üç” noktası farklı olabilir. Nokta, insan ve aşk… Hakikatin kendisi, hakikatin efendisi…