İnsan, nisyan ile maluldür

Olimpiyatlar, turnuvalar, kongreler, seyahatler iptal! Korunmak zorunluluğu ile bırakın telâşı, yavaş seyirde bile rutin oluşturmak mümkün değil. Hayatta kalmak söz konusu olduğunda bütün o çok önemli sanılan şeyler bir bir atılabiliyormuş üstümüzden demek…

BELİRSİZLİK ve endişe dolu Corona günlerinde yeni şeyler öğreniyoruz. Pek çok işin aslında uzaktan, evden de yapılabildiğini öğrendik meselâ yediden yetmişe. Öncesinde ne çok harcadığımızı, paramızı tüketirken zamanı ve ömrü de tükettiğimizi öğrendik.

Zaten az olan aile zamanlarında soluğu AVM’lerde almanın ilk akla gelen şey olduğu ama gidilmediğinde aslında birlikte yapılabilecek çok şeyin olduğunu da...

İnsanın kendisinden bile sıkılmasının trajik hâlini de...

Pek çok insanın gerçekten ne hissettiğini, neyle huzur bulduğunu unutacak kadar telâşla yaşadığını da...

Şimdi çoğu olmayan ve hayatı sürdürmek için özellikle kaçındığımız o telâşların aslında ne kadarının hoş, gerekli ya da yanlış olduğunu düşünecek fırsatı olanlar, evde kalabilenler. Bu muhasebe yapılmadığında bunca yaşanan acıdan sonra geriye kalacak bir anlam da olmayacak.

Yapmalı ve “hız” ve “haz” peşinde koşarken eşyaya ve insana, insanî olan her şeye taşıdığı “hakkı” vermekten aynı hızla uzaklaştığımızı fark etmeli.

Engin Gençtan, “Hız en büyük uyuşturucudur” diyordu ya, modern çağın insanının böyle ânî bir fren yapmak zorunda kalmasını kimse tahayyül edemiyordu. Olimpiyatlar, turnuvalar, kongreler, seyahatler iptal! Korunmak zorunluluğu ile bırakın telâşı, yavaş seyirde bile rutin oluşturmak mümkün değil.

Hayatta kalmak söz konusu olduğunda bütün o çok önemli sanılan şeyler bir bir atılabiliyormuş üstümüzden demek…

***

Zor zamanlarda hakikatin sesini duymamak imkânsız olabiliyormuş meselâ, değil mi?

Ne ilginç, ne büyük bir kâmil düzen işliyor ki, asırlarca hükmünü yitirmeyen işaretler, bugünün kurtarıcısı hâlâ!

Endülüs semâlarında ve yıllardır ezanın duyulmadığı coğrafyalarda yükselen “Allah-u Ekber” nidaları yüreklere su serperken, biz inananlar biliyorduk ki, görünenin ötesinde görünmeyenler vardı. “İman ettik” demiştik kazâ ve kadere... Ama insan, “unutan” varlık. Belânın içinde bile unutmaya devam ediyor. Yazık! Hatırlamalı aslolan hakikati. Bilmeli acizliği.

Mecburiyetten de olsa evde kalma lüksü olan, “Sıkıldım” diyor. Hayâllerle kanatlanma, okudukça fikretme, gördükçe idrak etme melekelerini yok saya saya yok etmiş insanoğlu. Hatırlamak istemiyor mecburen evinde kalan. Ama işinden de olan ve maişet derdinde niceleri var. Bakıma, yardıma muhtaç binlerce insan, kendilerine ulaşan insanların yokluğunda boş duvarlara bakıyor...

***

Evde kalamayan, çalışmaya devam eden kesimde de manzaralar değişiyor. O çok sıkıcı gelen işlere bile sağlıkla ve sıfır endişe ile gidebilmek, hayatın en büyük lüksü değil miymiş? Anladık.

Büyük risk altında kahramanca çalışan sağlık sistemi ve mensupları salgın öncesinde nasıl da hak etmediği şekilde boşuna yıpratılmış, meşgul edilmiş, (yetmedi) şiddete maruz bırakılmış, nihâyet görmeye başladık... Şimdi bir kısmı evine dahi gitmeden çalışan ve hem psikolojik, hem hastalık riskleri açısından en önde bulunan bu insanlara anlatın haydi sıkılmanın ne olduğunu!

Takdir etmeyi hâlâ bilmeyenler var meselâ bu hengâmenin ortasında, ivedilikle strateji geliştirmeye çalışan onca insanın varlığında…

Tüm dünyanın pandemi sürecinde yaşadığı zorluk ve tıkanışları gördüğü hâlde devletin her hizmet kanalına saldırma fırsatını kaçırmayanlar var. Yardım kampanyasından alınan önlemlere kadar...

EbaTV örneğinde, üstelik gönüllü olarak emek veren iki yüze yakın öğretmene yönelik yapılan, hem de bilgisiz ve pedagojik prensiplerden habersiz onca eleştiri, öğrenemediğimiz şeylerin hâlâ çok söylüyor. Daha çok örneği var malûmunuz çorbaya tuz eklemeye uğraşmak yerine soğuk su dökmenin.

İçinde bulunduğumuz hâl olağanüstü değilmiş gibi, olağan şartlarda bile yapılması abes tartışmaların hâlâ sürüyor olması ilginç ve çok anlamsız geliyor. Böylesi bir süreçte, “Kim daha çok çalışmış?”, “Neden o?”, “Neden böyle?” gereksizliklerinde enerjisini tüketip bir de başkalarınınkini tüketenler var ki, diyecek söz yok!

***

Kurtuluş Savaşı’nda “Kim, ne verdi?” diye bakmamıştı insanlar. Elindeki tek öküzü veren ile sahip olduğu koca çiftliği vatan sevdâsıyla ordu hizmetine veren, yanında kalan tek evlâdını küçük yaşta cepheye yollayan da tek yürekti. Tek bir histi onlara bunları yaptıran: Vatan, millet, bayrak, din sevdâsı... Bağımsızlık tehlikede iken bencilliğin, küçük hesapların yeri yoktu.

Şimdi bir ölüm kalım mücadelesi yok, bir savaşın ortasında değiliz. Hayatta kalma, koruma, korunma gerekliliği var. Ölüm kalım savaşını acil servislerde, hastanelerde bu mücadelenin ön safları veriyor. Bize düşen, onların işini kolaylaştırmak ve sükûnetle gerekeni yapmak, o kadar!

Daha aylar sürebilecek, belki bir kısmında daha ağır tedbirler almak zorunda olacağımız bugünlerde herkesin kendisine bakmak, içine dönmek ve modern hayatının özellikle iş ekseninde bize dayattığı yükselmek, alt etmek, daima öne geçmek gibi hırsların bize ettiklerini görmek için fırsat olsun öyleyse.

En azından kaybettiklerimizin yanında kocaman kişisel çıkarlarla çıkalım ki kolektif bir mutluluk inşâ edebileceğimize inanalım sonunda, imkânlarımızı görelim.

Belki en yalnız Ramazan'a girecek bu yıl ilk kez birçoğumuz. Kendi kendimizi çoğaltma, iyilik mayasında kalpleri büyütme zamanı olsun… Bereketli zamanlar fikrî, aklî ve kalbî hasletlerin yükselişine gebe. Talip olmak yeterli…