İnsan nerede?

İnsan, insanın varlığıyla şekillendiği yerde tekâmül eden bir varlık olduğu bilincini keşfettiğinde toplum bilincini yeşertebilir ancak.

İNSAN hayatın içinde vuku bulan hâdiselerin ne kadarına vâkıf olabiliyor? Aşkın bir anlayışla meselenin ötesine ne kadar geçebiliyor? Kendi sınırları içinde bulunduğu mevzuların dışına ne kadar çıkabiliyor ve o meseleyi geçip ne kadar taşabiliyor? İnsan yaşamdaki dengeyi nasıl sağlayabilir? Dengeyi korumak sadece kendimizle mi alâkalıdır? İnsan nerededir?

Konuya başlamak için öncelikle “İnsan nerededir?” suali ile yola çıkalım...

İnsanın tanımını veya ne olduğunu birçok perspektiften ele almamız gerekir. İlk insanın yaratılışından tutun, tarih öncesi ve günümüze değin insanın içinde yaşadığı dönemleri kabaca irdelediğimizde, avcı ve toplayıcı toplumlar, tarım toplumu, sanayi veya endüstri toplumu ve son olarak teknoloji veya dijital dönüşüm sonrası toplum olarak sıralamak mümkün. Belirtilen devirlerde yaşayan insan, bulunduğu çağın şartlarına göre dönüşüm ve değişime tâbi olmaktadır. Her ne kadar değişim ve dönüşüme tâbi olsa da insanın varoluşsal sıfatları her zaman kendi bünyesinde mündemiçtir. Yaratılış itibarıyla her zaman fabrika ayarlarına dönmeye müsaittir. Çağlar değişse de insan ontolojik yapısı itibarıyla isterse değişmeyebilir.

Buradan hareketle insan ve zaman kavramlarına gelmekteyiz. “İnsan hangi zamanda yaşamışsa o zamanın ruhu, mekânı ve hayat tarzıyla şekilleniyor” diyebiliriz. O hâlde insan değişen-değişken bir varlıktır. Durum ve şartlara adapte olan, kendini ve çevresini kapsayan ve etkileyen bir canlıdır. Bu durumda insan, doğası gereği içinde bulunduğu zamana, geçmiş ve gelecek zamanları da içine alan parametrik bir yaşam döngüsüne tâbidir. İnsanların kendileriyle ve etki ettikleri insanlarla birbirine olan zorunlu bağlılıkları, sistemden neyi aldıkları, neye tepki verdikleri gibi “düşünce ve duygular” bizim için önemli bir başlık konusudur.

Değişen zamanlar, değişen ihtiyaçlar ve insan… Değişmeyen ise insandaki hisler ve duygular. Demek ki insan tek başına olan bir varlık değil; çevresi, duygu, düşünce ve zihin yapısıyla toplumsal bir varlık. Bu durumda insanın kendi duygularını anlama ve ifade etmesindeki diğer bir unsur ise karşısındaki kişilerle olan ilişkileridir. Bir insan diğer bir insanın aynası olabilir mi? Evet, olabilir. İnsanın şekillenmesinde etki ile etkilenme, tepki ile tepkilenme genel geçer kural mıdır? Bu refleks insanın çapraz bağları şeklinde bir etkileşimle aksi yöndeki duygularla karşılık bulabilir mi? Evet, bulabilir.

“İnsan ve toplum” denilince tabiî ki ilk akla gelen, yaratılış sistemi yani dolayısıyla Allah’ın (cc) varlığıdır. İlk yaratılış Rabbimiz tarafından gerçekleştirildiğine göre, insan kendi varlığını O’nunla bulabilir.

Ve “İnsan diğer insanlarla etki içerisindedir” dedik. İnsanın, diğer insanlarla da ünsiyet hâlinde olan bu terbiye süregelmektedir. İnsan kendi özünü bulmaya çalışırken içinde gizli saklı bir nüve vardır. Bu nüveyi parlatabilmek için yaşar. Bazen güzel bir hayatla, bazen büyük dertlerle, bazen sıkıntı-kaygılarla geçer gider zaman. Önce hayâllerle başlar yolculuk, sonra engebeler çıkar karşısına. İşte tam da burada başlar insanın yolculuğu.

Yaradan zamanlara ve mekânlara göre kitaplarını indirmiştir. Peygamberler, yol göstericiler gelmiştir. Yol ve yolcu belirlenmiştir. Geriye kalan, insanın zihnî düşüncesi ve duygularıyla yol almasıdır. Bu yolculukta bazen aşırılıklar çıkar karşımıza. Bazen tepkisiz davranışlar, soyut hâller oluşur. En güzel kitapları nice yazarlar yazmıştır. En güzel mekânları nice mimarlar inşâ etmiştir. En güzel fikirler/akımlar tarihe geçmiştir. Nice anneler fedakârlıklarını, nice babalar gölgelerini koymuştur toplumların kalbine.

Sen ve yaşamın kalmıştır işte o yolda. Büyük kararlar alınmış, küçük sanılan büyük sözler çıkmıştır ağzından. Duygular kimine göre yıkıcı, kimine göre kuşatıcıdır. İnsan, iddiasından vurulur. Neden? Şikâyet ettiğimiz alan yani hayatımızdaki konu bizim ya geride kaldığımız ya da fazla ileri gittiğimiz yahut da etki veyahut tepkimizdir. İtidâlde olmak en uygunudur, ana yol budur işte!

İnsanoğlu için sıhhatli yolculuk böyle gerçekleşir. Etrafımızdaki ilişkilerimizde ya aşırı fedakâr davranıp mazlum durumuna düştüğünü iddia eder insan ya da daha sert davranıp karşı tarafın ağlamasına sebep olur. Her iki durumda da zaman farkı ile gün gelip roller değişebilir ama bu yolculuktaki asıl maksat, sorun yaşadığın kişi veya olayla insanın yüzleşmesidir. Yüzleşmek, insanın aç veya tok olduğu yaşam döngüsünün gün yüzüne vurmasıdır. Kişinin haklılık çabası veya ego sınırları, tanrıcılık oyunu bir şekilde yayılır etrafına. İnsanın özünde bulunan nüve, bu ve bunun gibi etkilerle sırlıdır. Maksat, bu nüvenin cilalanması için herhangi bir konuyu kapsayan o duygunun dengeye gelmesi ve kontrollü bir şekilde insanın yolculuğuna devam etmesidir.

Yolculuğu duygular mı sırtlanmalıdır, yoksa düşünce ve inançla donatılmış olan insanın tüm varlığı mıdır? Önemli olan bu soruya doğru cevabı verebilmektir.

İnsanın nefsanî duygularına hâkim olarak yol almasını öğrenmesi içindir çekilen çile. Kimse ötesine geçemedi şimdiye kadar. Bu evreyi kapatamayanlar, duygularına esir olup “ben”cilce yol alanlar, diğer bir dengeli varoluş iddiasında bulunamamış, kendisinden başkasının varlığını, sahip olduklarını kabul edememiş, varlık düzlemini nitelikli bir konuma yükseltememiş ve huzurlu bir yaşama geçememiştir şimdiye kadar.

İnsan, insanın varlığıyla şekillendiği yerde tekâmül eden bir varlık olduğu bilincini keşfettiğinde toplum bilincini yeşertebilir ancak. Ve “İnsan nerededir?” sorusuna, “İnsanın kendini kendine benzeyenlerle birlikte bulduğu ve olduğu yerde” şeklinde cevap verilebilir.