BEYİN bilimleri ile uğraşan insanlar, kendilerini çoğunlukla
zorlu sorularla karşı karşıya bulurlar. Ruh, bilinç, özgür irade, yaratıcılık
ve sanat gibi mevzular birer soru olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Zira beyin
bilimleri ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki
repertuarının programlarını içeren en üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl
yaptığını anlamaya soyunmak demektir.
Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl yaptığımızı
anlamakta oldukça esaslı zorluklar çekerken, bu tip yüksek insanî faaliyetlerle
belirsiz ve müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara nasıl aracılık
ettiğini anlamak şüphesiz kolay iş değildir.
Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa
yorması gereken mevzuların belki de en başında, bizim beynimizi, dünyayı
paylaştığımız ve beyinleri olan diğer canlılardan ayıran temel farkların neler
olduğu meselesi gelir. Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız,
aralarındaki yapının çok da farklı olmadığını hemen görebilirsiniz. Tek önemli
fark, gelişmişlik derecesidir.
İnsan beyni, yapı ve bölümlenme olarak bir yunusun, bir filin yahut bir maymunun beyninden çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük görünen” farklılıklar, muhtemelen bu bahsi geçen canlılarla insan arasındaki büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir.
Farkımız ne?
İnsanın tarihini geriye doğru izlediğimizde, geçmişe
doğru gittikçe insanlara ait buluntular arasında zaman boşlukları büyür ve
kesintiler artmaya başlar. İnsanın bu yeryüzünde ne kadar bir süredir
bulunduğunu tam bilmesek de 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten
bahsetmek mümkün görünüyor.
“İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren
ilk ortaya koyduğu farklılık nedir?” diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri,
ne işlevsel tasarımları, ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler
hep “sanat” ile ilgilidir. Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş
resimler, amacı halen tam açık olmasa da insan beyninin, somut gerçekliğin
ipuçları ile hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu
hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olarak karşımıza çıkmasına neden
oluyor.
Elimizde neredeyse 40 bin yıl öncesinde ortaya konulmuş
olduğunu tahmin ettiğimiz mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli
belirsiz bir düzeyde olan insanoğlunun, kendisine verilen o derin “üretme”
kapasitesini nasıl karşı konulmaz ve zamana meydan okurcasına hayata
geçirdiğini bize açıkça gösteriyor. Peki, insanoğlundan sanatı bu kadar
ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece meftun eden nedir? Dahası, bugün sanat
neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir mesleğe dönüşmüş yahut da
bir şekilde öyle algılanır hale gelmiş durumdadır?
Sanatın zihnimiz yahut beynimizdeki kaynağını bilmek, en
zor sorunlarımızdan biri. Bugün elimizdeki teknolojilerle sanatsal bir üretim
yapan insanların beyinlerini görüntüleyebiliyor, kimyasal madde seviyelerini
ölçebiliyor ve daha 20-30 yıl önce akla hayale gelmeyecek nice tekniklerle
beyinlerimizi izleyebiliyoruz. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen,
sanat ve benzeri “zor” sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok, bunu itiraf
etmek gerek. Fakat bence yakaladığımız çok önemli noktalar, bize kendimiz ve
yaratılışımızda her birimize “üflenen” o öz hakkında ilginç ipuçları
fısıldıyor.
Beynimizi diğer bize benzeyen canlılardan ayıran en
önemli fark, özellikle ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde gelişmiş olması.
Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün canlılara göre bizde
anormal oranlarda büyük. Onun dışındaki kısımlarsa neredeyse aynen diğer
canlılarda gördüklerimize benziyor. Üst ve ön beynimiz o kadar büyük ki, sırf
bu yüzden yavrularımızı bayağı erken doğurmak ve beynin gelişimi için doğum
sonrasındaki ilk birkaç yılı beklememiz gerekiyor.
Beynimizin bu ön bölümündeki devreler, bize diğer
canlılarda olmayan birçok yeteneğin bahşedilebilmesi için gerekli altyapıyı
sağlıyor aslında. İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için
anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı bir yaşam, konuşma,
akıl yürütme ve problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin
arasında gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar üzerinden gerçekleşiyor. Bu
devreler hasar gördüğünde, bu özelliklerin çoğunu yahut bir kısmını hayata
geçiremeyen hasta insanlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka
özellik de beynimizin derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal
işlevlerimiz üzerinde sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması; daha da önemlisi
ise, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri, yani duyguları
çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılması. Şiir, roman, resim ve
müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat
verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin henüz
çözemediğimiz koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor.
Beyindeki sanat merkezi
Koordinasyon yahut eşgüdüm, sanatsal zihin anlamında aslında
çok önemli bir kavram. Beyinde özel bir “sanat merkezi” yahut insanlara
doğuştan sanat yeteneği bahşeden özel bir “sanat çekirdeği” yok. Sanatsal
eserler ortaya koymak, beynin birçok farklı bölgesinin eşgüdümlü bir şekilde
çalışmasını ve bu karmaşık orkestrasyondan anlamlı birtakım nağmelerin, yani
çok çeşitli sanat eserlerinin zuhur etmesini sağlıyor gibi görünüyor.
Sanat, belli bir bölgenin işlevi olmaktan ziyade, yaşam
boyunca beyin ve zihinde biriktirilmiş olan tüm tecrübelerin müşahhas neticelerini
benzersiz ve tekrarlanamaz derecede karmaşık bir süreçler dizisiyle hayata
geçirme süreci olarak karşımıza çıkarıyor. Bu açıdan bakılınca, her insan bu
devrelere sahip olduğundan, aslında hepimiz değişik düzeylerde birer “sanatçı”
beyne sahibiz.
Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde, bir müzik parçasında, bir şiir dizesindeki duygular ve ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz. Sanatın üretilmesindeki kişiye özellik, öznellik gibi sanatın algılanmasında da insanlar adedince bir çeşitlilik sağlıyor. Dolayısıyla “Sanatı ancak sanat yapan beyin anlayıp algılayabilir” dersek, bu minvalde yanlış söylemiş olmayacağız.
“İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir?” diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri, ne işlevsel tasarımları, ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat” ile ilgilidir.
Neler kaybediyoruz?
Özetlersek sanat, bizi diğer beyni olan canlılardan
ayıran belki de en önemli özelliğimiz. İnsan, yeryüzünde gezinmeye başladığı
günlerden itibaren etrafındaki dünyaya, kendi zihninde ürettiği sanatlı
tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle değiştirmeye başladı. Birçok
teknolojik icadın dahi ilk önce sanatsal çizimler ve fikirler şeklinde hayat
bulduğunu biliyoruz. Gelin görün ki, sanayi devriminin bir çocuğu olarak
başımıza bela olan günümüzdeki temel eğitim mantığı, teknik ve sorun çözmeye
dayanan, ekonomik kıymete haiz zihinsel özelliklerimizi hep öncelikli olarak
ele almayı ve sanatla alâkalı yüksek ve insanî zihin işlevlerine bigâne kalmayı
yüzyıllar içinde bir yaşam tarzı olarak adeta içimize yerleştirmiş gibi
görünüyor.
Öyle ki, sanatı artık sadece bir “zengin uğraşı”na yahut
esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada sırada ilgilenilmesinde zarar
olmayan, rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise
aslında oldukça ağır: Mağara duvarlarına resim çizdirecek kadar temel donanım
bileşenlerimizden biri olan üst düzey birçok zihinsel faaliyetimize
yabancılaşmış ve onu hayatımızdan gittikçe daha çok uzaklaştırarak
güdükleştirmiş, dumura uğratmış durumdayız. Birbirimizi derinlikli bir şekilde
anlayamamak, dünyadaki tabiî süreçlere yabancılaşmak, kendi medeniyetimizi
teşkil edememek gibi temel sorunlarımızın altında büyük oranda da bu
yabancılaşmanın yattığını düşünenlerdenim.
Beynimizin sağ yarısının daha ziyade sanatsal ve yenilik
içeren hadiselerde görev aldığını, sol kısmın ise daha çok yeknesak ve tekrarlı
işlerde uzman olduğunu biliyoruz. Görünen o ki, hayatımızın büyük çoğunluğunu
ve dahi içinde yaşadığımız medeniyeti büyük oranda otomatik sol beynimiz
üzerine kurmaktayız. Elbette sadece sağ beynimizin kuracağı bir sistem de bize
yaşam şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz, muğlak, öznel ve tekrarsız
olduğu bir dünyada yaşamak da imkânsız olurdu. Fakat bu halimiz de iyi değil.
Estetik düzeyimize bir daha bakın, neleri kaybettiğimizi görebileceksiniz.
Bir gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken
bir lahza durup düşünün: “Acaba bu sanata aynalık eden o zihin yeteneklerinin
şu sıradan günlük hayatımıza da biraz katkısı olsa fena mı olurdu?” Bir
Rembrandt, bir Dede Efendi, bir J. Sebastian Bach, bir Garcia Marquez, bir
Mehmet Akif hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi acep nasıl bir medeniyetimiz
olurdu?
Maalesef cevabı bilmiyoruz, ama öğrenmek için geç değil. Bunun
için, kafamızın içindeki o kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak
gerek, hem de hiç vakit kaybetmeden!