İnsan neden sanat üretir?

Sanatı artık sadece bir “zengin uğraşı”na yahut esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada sırada ilgilenilmesinde zarar olmayan, rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise aslında oldukça ağır…

BEYİN bilimleri ile uğraşan insanlar, kendilerini çoğunlukla zorlu sorularla karşı karşıya bulurlar. Ruh, bilinç, özgür irade, yaratıcılık ve sanat gibi mevzular birer soru olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Zira beyin bilimleri ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki repertuarının programlarını içeren en üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl yaptığını anlamaya soyunmak demektir.

Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl yaptığımızı anlamakta oldukça esaslı zorluklar çekerken, bu tip yüksek insanî faaliyetlerle belirsiz ve müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara nasıl aracılık ettiğini anlamak şüphesiz kolay iş değildir.

Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa yorması gereken mevzuların belki de en başında, bizim beynimizi, dünyayı paylaştığımız ve beyinleri olan diğer canlılardan ayıran temel farkların neler olduğu meselesi gelir. Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız, aralarındaki yapının çok da farklı olmadığını hemen görebilirsiniz. Tek önemli fark, gelişmişlik derecesidir.

İnsan beyni, yapı ve bölümlenme olarak bir yunusun, bir filin yahut bir maymunun beyninden çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük görünen” farklılıklar, muhtemelen bu bahsi geçen canlılarla insan arasındaki büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir.


Farkımız ne?

İnsanın tarihini geriye doğru izlediğimizde, geçmişe doğru gittikçe insanlara ait buluntular arasında zaman boşlukları büyür ve kesintiler artmaya başlar. İnsanın bu yeryüzünde ne kadar bir süredir bulunduğunu tam bilmesek de 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün görünüyor.

“İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir?” diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri, ne işlevsel tasarımları, ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat” ile ilgilidir. Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, amacı halen tam açık olmasa da insan beyninin, somut gerçekliğin ipuçları ile hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olarak karşımıza çıkmasına neden oluyor.

Elimizde neredeyse 40 bin yıl öncesinde ortaya konulmuş olduğunu tahmin ettiğimiz mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli belirsiz bir düzeyde olan insanoğlunun, kendisine verilen o derin “üretme” kapasitesini nasıl karşı konulmaz ve zamana meydan okurcasına hayata geçirdiğini bize açıkça gösteriyor. Peki, insanoğlundan sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece meftun eden nedir? Dahası, bugün sanat neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir mesleğe dönüşmüş yahut da bir şekilde öyle algılanır hale gelmiş durumdadır?

Sanatın zihnimiz yahut beynimizdeki kaynağını bilmek, en zor sorunlarımızdan biri. Bugün elimizdeki teknolojilerle sanatsal bir üretim yapan insanların beyinlerini görüntüleyebiliyor, kimyasal madde seviyelerini ölçebiliyor ve daha 20-30 yıl önce akla hayale gelmeyecek nice tekniklerle beyinlerimizi izleyebiliyoruz. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen, sanat ve benzeri “zor” sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok, bunu itiraf etmek gerek. Fakat bence yakaladığımız çok önemli noktalar, bize kendimiz ve yaratılışımızda her birimize “üflenen” o öz hakkında ilginç ipuçları fısıldıyor.

Beynimizi diğer bize benzeyen canlılardan ayıran en önemli fark, özellikle ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde gelişmiş olması. Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün canlılara göre bizde anormal oranlarda büyük. Onun dışındaki kısımlarsa neredeyse aynen diğer canlılarda gördüklerimize benziyor. Üst ve ön beynimiz o kadar büyük ki, sırf bu yüzden yavrularımızı bayağı erken doğurmak ve beynin gelişimi için doğum sonrasındaki ilk birkaç yılı beklememiz gerekiyor.

Beynimizin bu ön bölümündeki devreler, bize diğer canlılarda olmayan birçok yeteneğin bahşedilebilmesi için gerekli altyapıyı sağlıyor aslında. İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı bir yaşam, konuşma, akıl yürütme ve problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin arasında gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar üzerinden gerçekleşiyor. Bu devreler hasar gördüğünde, bu özelliklerin çoğunu yahut bir kısmını hayata geçiremeyen hasta insanlarla karşı karşıya kalıyoruz.

Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka özellik de beynimizin derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal işlevlerimiz üzerinde sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması; daha da önemlisi ise, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri, yani duyguları çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılması. Şiir, roman, resim ve müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin henüz çözemediğimiz koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor.

Beyindeki sanat merkezi

Koordinasyon yahut eşgüdüm, sanatsal zihin anlamında aslında çok önemli bir kavram. Beyinde özel bir “sanat merkezi” yahut insanlara doğuştan sanat yeteneği bahşeden özel bir “sanat çekirdeği” yok. Sanatsal eserler ortaya koymak, beynin birçok farklı bölgesinin eşgüdümlü bir şekilde çalışmasını ve bu karmaşık orkestrasyondan anlamlı birtakım nağmelerin, yani çok çeşitli sanat eserlerinin zuhur etmesini sağlıyor gibi görünüyor.

Sanat, belli bir bölgenin işlevi olmaktan ziyade, yaşam boyunca beyin ve zihinde biriktirilmiş olan tüm tecrübelerin müşahhas neticelerini benzersiz ve tekrarlanamaz derecede karmaşık bir süreçler dizisiyle hayata geçirme süreci olarak karşımıza çıkarıyor. Bu açıdan bakılınca, her insan bu devrelere sahip olduğundan, aslında hepimiz değişik düzeylerde birer “sanatçı” beyne sahibiz.

Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde, bir müzik parçasında, bir şiir dizesindeki duygular ve ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz. Sanatın üretilmesindeki kişiye özellik, öznellik gibi sanatın algılanmasında da insanlar adedince bir çeşitlilik sağlıyor. Dolayısıyla “Sanatı ancak sanat yapan beyin anlayıp algılayabilir” dersek, bu minvalde yanlış söylemiş olmayacağız.

“İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir?” diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri, ne işlevsel tasarımları, ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat” ile ilgilidir. 

Neler kaybediyoruz?

Özetlersek sanat, bizi diğer beyni olan canlılardan ayıran belki de en önemli özelliğimiz. İnsan, yeryüzünde gezinmeye başladığı günlerden itibaren etrafındaki dünyaya, kendi zihninde ürettiği sanatlı tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle değiştirmeye başladı. Birçok teknolojik icadın dahi ilk önce sanatsal çizimler ve fikirler şeklinde hayat bulduğunu biliyoruz. Gelin görün ki, sanayi devriminin bir çocuğu olarak başımıza bela olan günümüzdeki temel eğitim mantığı, teknik ve sorun çözmeye dayanan, ekonomik kıymete haiz zihinsel özelliklerimizi hep öncelikli olarak ele almayı ve sanatla alâkalı yüksek ve insanî zihin işlevlerine bigâne kalmayı yüzyıllar içinde bir yaşam tarzı olarak adeta içimize yerleştirmiş gibi görünüyor.

Öyle ki, sanatı artık sadece bir “zengin uğraşı”na yahut esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada sırada ilgilenilmesinde zarar olmayan, rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise aslında oldukça ağır: Mağara duvarlarına resim çizdirecek kadar temel donanım bileşenlerimizden biri olan üst düzey birçok zihinsel faaliyetimize yabancılaşmış ve onu hayatımızdan gittikçe daha çok uzaklaştırarak güdükleştirmiş, dumura uğratmış durumdayız. Birbirimizi derinlikli bir şekilde anlayamamak, dünyadaki tabiî süreçlere yabancılaşmak, kendi medeniyetimizi teşkil edememek gibi temel sorunlarımızın altında büyük oranda da bu yabancılaşmanın yattığını düşünenlerdenim.

Beynimizin sağ yarısının daha ziyade sanatsal ve yenilik içeren hadiselerde görev aldığını, sol kısmın ise daha çok yeknesak ve tekrarlı işlerde uzman olduğunu biliyoruz. Görünen o ki, hayatımızın büyük çoğunluğunu ve dahi içinde yaşadığımız medeniyeti büyük oranda otomatik sol beynimiz üzerine kurmaktayız. Elbette sadece sağ beynimizin kuracağı bir sistem de bize yaşam şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz, muğlak, öznel ve tekrarsız olduğu bir dünyada yaşamak da imkânsız olurdu. Fakat bu halimiz de iyi değil. Estetik düzeyimize bir daha bakın, neleri kaybettiğimizi görebileceksiniz.

Bir gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken bir lahza durup düşünün: “Acaba bu sanata aynalık eden o zihin yeteneklerinin şu sıradan günlük hayatımıza da biraz katkısı olsa fena mı olurdu?” Bir Rembrandt, bir Dede Efendi, bir J. Sebastian Bach, bir Garcia Marquez, bir Mehmet Akif hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi acep nasıl bir medeniyetimiz olurdu?

Maalesef cevabı bilmiyoruz, ama öğrenmek için geç değil. Bunun için, kafamızın içindeki o kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak gerek, hem de hiç vakit kaybetmeden!