İnsan, kitap ve şehir

Gezilip görülecek o kadar çok yer vardır ki saymakla bitmez. Roma İmparatoru Hadrian tarafından yaptırılan Taşköprü, Seyhan ırmağının iki yakasını bir araya getiren gerdanlık gibidir. “Adana köprübaşı/ Otur saraya karşı” diye mırıldanmak geçer içinizden. Taşköprü’nün kemerleri kim bilir ne günlere şahitlik etti, kimler geçti üzerinden salınarak, hangi cihangirlerin atlarının nalları değdi, kaç sevdâlı mavi sulara bıraktı yüreğini…

OKUYABİLENE her insan bir kitap, her kitap onlarca şehirdir. Bazen bir dağ köyüne düşer yolunuz, şehrayin ışıkları altında sermest olursunuz kimi zaman. Her şehrin bir hikâyesi vardır yazılmasa da…
Şehir ve kitap denince hemen aklımıza Ahmet Hamdi Tanpınar gelir. Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul, şanslı şehirlerdir kitabı olan. Kitapların Anası, yepyeni bir anlam yüklemiştir Mekke’ye. “Vahyin kalbi şehir” olarak anılması ondandır. Medine, Peygamberimizin şehridir. O Güzeller Güzeli ile anılır adı. Kudüs, bütün mahzunluğuna rağmen, hakkında sayfalar dolusu kelimeler kanatlanan peygamberler diyarıdır.
“Beş Şehir”in yanına, bulutların kaynadığı Sivas da eklenmiştir. Kim demiş Ankara’nın, İzmir’in, Afyonkarahisar’ın, Eskişehir’in, Elazığ’ın şanssız olduğunu? “El aziz, eller aziz/ Kur’an tutan el’aziz” denir. Kitaba hürmeti ad verir bir şehre.
Arif Ay, “Şiirimin Şehirlerinde” kitabında Bağdat’ın acısına ortak olur. Şiirleriyle İslâm diyarlarında bir gezintiye çıkarır bizi. İstanbul, Semerkand, Buhara, Şam, Kudüs, Medine, Kahire, Bosna ve Grozni’de muhteşem mazimizi anarken, çağımızın acısını hissederiz iliklerimize kadar. “Ey sebillerinde zamanı dinlendiren/ Aşk kuşlarının inip kalktığı Semerkand” der meselâ.
Bir türkü yükselir gönülden, “Yaylalar içinde Erzurum yayla/ Şehirler içinde Konya’dır Konya” diye. Siz Selçuklu sultanlarıyla adımlarsınız Anadolu’yu…
Atalar, “Doğduğun yere değil, doyduğun yere bak” demiş. Bu satırların yazarı dünyaya Afyonkarahisar’dan “Merhaba” demişse de, en güzel yılları Adana’da geçmiştir. Yaşadığı yer önemlidir şair ve yazar için.
Sıcakkanlı insanların diyarı
Toros dağlarından Çukurova’ya doğru inerken bir sıcaklık sarar yüreğinizi. Yayla serinliğinin bittiği, sarı sıcakların başladığı yerdir Adana. Çukurova bayramlığını giymeye başladı mı, yalan dünyanın cenneti olur sanki. Onun için Karacoğlan, “Çukurova bayramlığın giyerken cennet dense sana yakışır dağlar” diye tarif eder bu diyarları.
Yağmur toprağın çatlayan dudaklarından öperken, “Adana’nın yolları taştan” deyip kimler düşmemiş ki yollara… Romanlara konu olan bereketli diyarlar davet etmiş insanları. Turnaların kanat sesiyle turaçların feryâdı yanık bir türkü olmuş sarı sıcaklarda benzi kararan pamuk ırgatlarının dilinde… Kimse aç açık kalmaz bu topraklarda. Havası gibi insanı da sıcakkanlıdır. Gönülden bir “Merhaba” deseniz, bin “Merhaba” duyarsınız karşıdan.
Ağalar, beyler memleketidir Adana. Gezdiğiniz caddenin, yaşadığınız mahallenin adını sormanız kâfidir bunu anlamanız için: Ziyapaşa, Cemalpaşa, Gürselpaşa, Gazipaşa, Abidinpaşa, Şakirpaşa… Hicivleriyle tanıdığımız Ziya Paşa, Adana Valiliği de yapmıştır.
Şairi, yazarı, ressamı, sinema sanatçısıyla bereketli topraklar, kültür ırmağında da boy verir. Vaktiyle kültür ve sanatın nabzının attığı yerdir Adana.
Yeşilliği, bitki örtüsü öyle göz kamaştırıcıdır ki âdeta damarlarınız ıtıra döner. “Döner” dedim de, Adana’nın yemekleri de dillere destandır. Adana kebabıyla şalgam, dünyaca meşhurdur. Bir lokantanın kapısından içeri girdiğiniz zaman hemen ikram başlar. İslâm’ın güzel bir geleneğini yaşatır Adanalılar. Kebabınız gelmeden önce sunulan nane, maydanoz, limon, turp ve çeşitli salatalarla neredeyse karnınız doyar. Kebabın yanında ikramdır bunlar. Bir dilim ekmeğe, bir bardak suya para ödemezsiniz yani. Adanalıların cömertliğidir bu.
Hele Nisan ayı bambaşkadır Adana’da. Cemre düşüp de toprak uyandı mı taşı toprağı coşar Adana’nın. Portakal çiçekleri mis gibi kokar. Peygamberimizin doğum coşkusuna katılır ağaçlar, dallar, yapraklar. Ağaçlar da yüreğini Nisan’a kurmuş gibidir sizin anlayacağınız…
Bir şehrin tarihini mezarlıklardan, hafızasını insanların sırdaşı olan köprülerden, yollardan öğrenebilirsiniz. Camiler, mescitler, tapusudur şehrin. Hanlar şehrin cömert yüzünü, hamamlar medeniyetimizin tertemiz özünü gösterir.
Büyük Saat Kulesi Adana’nın bayram coşkusu, Ulu Cami tapusu, Taşköprü gönüllerin kapısıdır. Çoban Dede Türbesi umudu, Şahmeran ve Binboğa özlemidir.
Adana’da dostluk, Çukurova’nın sıcakları kıvamındadır. Adanalı sevdi mi, “Allah’ına kadar” sever!
Adana ve Çukurova, Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilen bir beldedir. Rum Sûresi’nin ilk ayetinde “Fulubeti Rum fi ednal arz” diye ifade edilen bölgenin Çukurova olduğunu tefsir kitaplarımız anlatmaktadır.
Gezilip görülecek o kadar çok yer vardır ki saymakla bitmez. Roma İmparatoru Hadrian tarafından yaptırılan Taşköprü, Seyhan ırmağının iki yakasını bir araya getiren gerdanlık gibidir. “Adana köprübaşı/ Otur saraya karşı” diye mırıldanmak geçer içinizden. Taşköprü’nün kemerleri kim bilir ne günlere şahitlik etti, kimler geçti üzerinden salınarak, hangi cihangirlerin atlarının nalları değdi, kaç sevdâlı mavi sulara bıraktı yüreğini…
Kendi penceremden yaşadığım şehir
Adana, Yavuz Sultan Selim Han’a ev sahipliği yapmıştır. Yavuz Sultan Selim’in, Mısır Seferi’ne giderken uğradığı ve birkaç gün misafir olduğu ev, Ulu Cami Külliyesi’ndedir. Hatta İbn-i Kemâl’in atının ayaklarından sıçrayan çamurların Yavuz’un kaftanına sıçraması üzerine herkesin telâşa kapıldığı anda Yavuz’un, “Âlimin atının ayaklarından sıçrayan çamur, bizim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı üzerime örtünüz” sözünü de burada söylediği rivayet edilmektedir.
Bugün de Ulu Cami Külliyesi, şairlerin, yazarların uğrak yeridir. Güvercinlerin kanat şakırtıları arasında tavşankanı çaylar yudumlanırken, şadırvanın hasretlikten yüreği yanmışçasına akan suları, eski haşmetli günlerini özler gibidir. Şadırvanın hemen karşısındaki kabirde yatan şair Ziya Paşa da “Aranızdayım, ona göre konuşun!” dercesine her hafta bıkıp usanmadan misafirlerini ağırlamakta ve uğurlamaktadır.
Büyük Saat Kulesi, Millî Mücadelemizin canlı destanı gibidir ve dimdik ayaktadır. Millî bayramlarımızda Büyük Saat Kulesi’ne asılan ay yıldızlı şanlı bayrağımız yine ilk günkü heyecanla dalgalanmakta, yüreklerimizi kabartmaktadır. Birçoğumuzun ezbere bildiği “Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü/ Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü” diye başlayan “Bayrak” şiirini, rahmetli Arif Nihat Asya, Adana’da yazmıştır.
Hazreti Peygamber’in, “Sizden iyi bir arkadaş edinen kimsenin hâli, ıtriyatçı dükkânına giren kimsenin hâline benzer. Orada sizin üzerinize güzel bir koku siner” buyurduğu kutlu hadîs-i şerifinin hikmetini en iyi anlayacağınız yerlerden biri de Adana’daki çerçilerin bulunduğu çarşıdır. Bin bir çeşit baharatın, derde deva yüzlerce bitkinin bulunduğu dükkânların yanından geçerken bile içiniz rahatlar, ruhunuz dinginleşir. Ihlamur kokusu tarçına, sinameki adaçayına, kekik kokusu lavantaya karışır. Hele Yaseminler bir başka tüter! Bir buhurumeryem bayramıdır sanki çerçiler.
Lüks apartmanlarla gecekonduların, ağalarla ırgatların iç içe olduğu, havuzbaşı sefalarıyla pazardan sebze meyve artığı toplayanların birlikte yaşadıkları, elvan çiçeklerin boy verdiği, kurdun kuşun duldasına girdiği bir şehirdir Adana. Charles Dickens, “İki Şehrin Hikâyesi”nde Londra ve Paris’in iki yüzünü anlatır. Elbette her şehrin bir arka sokağı, öteki yüzü vardır. Bu satırların yazıcısı, kendi penceresinden anlattı size Adana’yı… 
“Ağam, nereden aşar yolu yaylanın?” deyip de Torosları aşarak yolunuz Adana’ya uğrarsa, cezeryenin tadına bakmayı da ihmâl etmeyin. Dileğimiz o ki Allah’tan, hiç kimsenin ağzının tadı bozulmasın ve kimsecikler darda kalmasın!
Yüreğinizden Çukurova’nın sıcaklığı, yüzünüzden pamukların aklığı eksik olmasın!