İnsan kendi kendinin kurdudur

Kendi içinde güven problemi yaşayan birey için dış dünyanın güvenli olduğundan söz etmek imkânsızlaşacaktır. Belki de dış dünyayı güvensiz bulmamız bu nedenledir. Kendi kendinin kurdu olan, kaçınılmaz olarak başkasının da kurdu olacaktır.

ÇAĞIN hâkim sosyo-kültürel yaşamı, insan olmanın en önemli belirtisi olan vicdanî değerleri aşındırmış ve insanî ilişkileri de olabildiğince deforme etmiş durumda. İnsanî ilişkiler deforme edildiğinden, dünyaya nizam verme iddiasında olanlar bu deformasyonun görünmemesi için sihirli kavramlarla makyajladığı kültürel ve toplumsal yaşamı bize başka bir dünya olarak sunuyor.

Kitle iletişim araçları ile allanıp pullanıp makyajlanan bu yeni yaşam biçimi, nesneler üzerinden yeni ilişki biçimleri kurguluyor. Nesneler üzerinden kurgulanan bu yeni ilişki ve iletişim biçimi, hem insanî ilişkileri aşındırıyor, hem de vicdanî değerleri köreltiyor. Körelen vicdanî değerlerse bencilliği doğuruyor. Ceremesini de tüm insanlık ödüyor.

Doğal ihtiyaçların rasyonel olarak tatmin edilmediği ve de vicdanî ve irfanî boyutta doyurulmadığı, ayrıca doğal olarak giderilmediği bir ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sistemin hâkim sürdüğü bu dünyadan hepimiz şikâyetçiyiz. Ama hemen hiçbirimiz bu akışa karşı durmak için en ufak bir çaba içerisine girmiyoruz. Hattâ çaba bir yana, hemen hemen hepimiz bu durumun birer gönüllüsü olmak için yarış içerisindeyiz.

Buna rağmen insanlar mutluluğu, refahı, hazzı bu çarpık çarkın dişlileri arasında arıyor. Bu çarpık çarkın dişlileri arasındakiler, çarpık çarkın dişlileri arasında olmayanları da çarkın dişlileri arasına çekmek için her türlü gayreti gösteriyor. Bunun için olmadık dalavereler çevriliyor.

İhtiyaçlar gereksinimin değil, statünün göstergesidir

Doğal ihtiyaçlar ile sanal ihtiyaçların iç içe geçtiği bu durum, sosyal statü, toplumsal ayrımcılık ve toplumsal prestijin nesneler üzerinden kurgulanmasını da beraberinde getiriyor.

Mesele bununla da sınırlı değil. Kişilik ve kimlik oluşumu, hattâ kişilik ve kimlik tanımlamaları da artık bu normlar üzerinden yapılıyor. Hattâ doğal ve de sanal ihtiyaçlar iç içe geçtiği için insanın neye ihtiyaç duyduğu, nasıl bir farklılık istediğinin de bir göstergesi durumunda. Önceleri mensubu olunan aile, soy ve nesep, maddî durum yani zenginlik, eğitim düzeyi, âlimlik, âriflik gibi durumlar farklılığın ve statünün göstergesi iken, artık farklılığın ve statünün göstergesi ve toplumsal prestijin alâmeti, neye sahip olunduğuyla değil, neye ihtiyaç duyulduğuyla alâkalı bir durumla açıklanır hâle geldi.

Bir yönüyle, neye sahip olunduğundan ziyâde, neye ihtiyaç duyulduğu, bireyi diğerlerinden ayıran, bireyin prestijini ortaya koyan ve emsallerinden farklılaştıran bir parametre olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani ihtiyaçlar; statü, prestij, sınıf ve kimlik, kişilik tanımlamalarının bir göstergesi olarak kendini gösteriyor.

Bu tablo kimilerine fazla histerik bir tanımlama olarak gelebilir. Ama dönüp topluma baktığımızda, hangi cep telefonuna ihtiyaç duyulduğu bir statü göstergesi olarak kabul edilmiş ve bu, psikolojik düzeyde de olsa bir norm hâline gelmiş durumda. Ya da hangi eğlence araçlarına ihtiyaç duyulduğu, hangi sanat dalına ait nesnelere sahip olunduğu, kişilik ve kimlik tanımlamalarında önemli bir parametre hâline almış.

Duygusal tatminlerimizde bile hangi araca ihtiyaç duyduğumuz bu durumla ilişkilendirilmektedir. Hattâ bu bile birer statü veya kimlik tanımlaması içerisine girmektedir.

Örneğin arabesk müzik dinleyen biri ile klâsik müzik ya da opera dinleyen biri aynı statü ve kimlik içinde tanımlanmamaktadır. Arabesk müzik dinlemek kimileri tarafından ilkellik olarak adlandırılırken, klâsik müzik ya da opera dinlemekse modernliğin bir göstergesi kabul edilmektedir. Tiyatroya gitmek ve bale yapmak da birer statü göstergesi olarak karşımıza çıkabilmektedir. Hattâ kimileri içecek ve alkollü içki tüketimini sınıfsal bir gösterge saymaktadır.

Halay çekmekle dans etmek de hakeza, aynı mantıkla kategorize edilebilmektedir. Günlük alışverişte bile neyi nereden alma ihtiyacı hissettiğiniz, sizin hangi yaşam tarzına entegre olduğunuzla ilgilidir. Aynı ürünü halk pazarından ya da AVM’den almak gibi…

Ya da yorgunluğunuzu gidermek için neye ihtiyaç duyduğunuz, yorgunluğunuzu hangi aktivite ile giderdiğiniz bile sizin farklılığınızı ve toplumsal statünüzü betimlemektedir. Yoga yapmak ve çekyata uzanmak gibi… (Örnekleri çoğaltabiliriz.)

Sanal ihtiyaçlar bireyi zamanla nesneye dönüştürecektir

İhtiyaçların farklılık ve statü göstergesi olarak kabul edildiği bu durum kaçınılmaz olarak birtakım zorunlulukları da beraberinde getirmektedir. İhtiyaçlar, farklılığın ve bu farklılığa bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal statünün göstergesi olduğuna göre, birey, bu statüyü devam ettirebilmek için sürekli yeni ihtiyaçlar ve yeni araçlar edinmek ve bu ihtiyaçları gidermek için tüketime yönelmek durumundadır. Aksi hâlde, var olan ihtiyaçlar doyuma ulaşacağından, farklılıklardan kaynaklı statü göstergeleri, kişilik, kimlik veya sınıfsal tanımlamalar silikleşmeye başlayacaktır.

İşte söz konusu olan ilk zorunluluk, sürekli bir ihtiyaç edinimi ve bu ihtiyaç edinimine bağlı olarak tüketim sarmalı içerisinde olma durumudur! Bu durum zincirleme bir etki ile bir zaman sonra başka zorunlulukları da beraberinde getirecektir.

Sürekli ihtiyaç edinimi içerisinde olan birey, bir zaman sonra nesnelerin ve ihtiyaçların esiri olacaktır. Birey nesnelerin ve ihtiyaçların esiri olduğunda kendini de bir zaman sonra nesne hâline dönüştürecektir.

Bireyin nesne hâline dönüşmesi, özne olma özelliğini yavaş yavaş yitirmesine sebebiyet verecektir. Bu durumda onu kendi doğasına yabancılaştıracaktır. Kendi doğasına yabancılaşan birey, kendi kendinin kurdu hâline gelecektir. Çünkü insan, zıtlıkları bünyesinde cem etmiş en rasyonel canlıdır. İnsanın kendi kendinin kurdu olduğu bu yeni durumda, kişi kendi benliği ile çatışmaya girer.

Kendi benliği ile çatışma hâli, bireyi kendi içerisinde kendine karşı güvensiz bir atmosferin oluşmasına iter. Kendi içinde güven problemi yaşayan birey için dış dünyanın güvenli olduğundan söz etmek imkânsızlaşacaktır.

Belki de dış dünyayı güvensiz bulmamız bu nedenledir.

Kendi kendinin kurdu olan, kaçınılmaz olarak başkasının da kurdu olacaktır.

Günümüzde dünyanın değişik coğrafyalarında yaşanan vicdanî ve insanî değerlerin aşınmasının nirengi noktalarından biri, insanın kendi kendinin kurdu olmasıdır.

“İnsan insanın kurdudur” mottosu Thomas Hobbes’e ait. Hobbes, bu problemden kurtulmanın yolunu “Toplum Sözleşmesi” olarak gösteriyordu. Hobbes’in bu önermesinin, üzerinden geçen onca zamana rağmen bu probleme tam bir çâre olamadığını görüyoruz. İnsanın kurdunun insan olmasını istemiyorsak, insanı kurt yapan ne ise onu evcilleştireceğiz. Bu da insanın kendi doğasını tanımasından geçmektedir. Yoksa insan, insanın kurdu olmaya devam edecektir.