GÜN geçmiyor ki, sanat dünyasından (!) şaşırtan haberler
duymayalım. Özellikle magazin muhabirlerinin yanlarına kattığı fotoğrafçı
partnerleri ile hazırladıkları paparazzi tarzı haberler…
Haber yapmak, biz gazetecilerin asıl işidir, kabul. Ancak
sorun, şişirme, o bilindik adıyla “asparagas” haberlere imza atmak ya da kişilerin
özel hayatlarını ihlâl etmeleri ile başlıyor.
Galler Prensi Charles’tan ayrıldıktan sonra özel
hayatı mercek altına alınan Prenses Diana’nın 31 Ağustos 1997 tarihinde
gazetecilerin sıcak takibinden kurtulmak isterken sevgilisi ile birlikte trafik
kazasında ölmesi buna örnek olarak gösterilebilir.
Buraya kadar tamam, ya bundan sonrası?
Evet, bundan sonrası kamuoyunun yakından tanıdığı ve
“ünlü” kategorisinde değerlendirdiği sanatçılara ait kusur-kabahat cinsinden
suçlar. Bunlar, gerçekliği sâbit olunan, delillendirilen, hattâ itiraf edilen
adlî vaka türünden cürümler…
Bugünkü yazımızı isim zikretmeden tamamlamayı hedefliyoruz.
Sosyal medyanın tesirli gücüyle çok hızlı bir şekilde haberdar olduğumuz bu
haberlere geçenlerde bir yenisi eklendi ve adı geçen sanatçı, hazırlanan
iddianame sonrası tutuklanarak cezaevine atıldı. Akabinde yapılan tahliye
talebi ise reddedildi.
Biliyoruz ki, bu ne ilk, ne de son olacaktı. Tıpkı
işlenen diğer cürümlerde olduğu gibi…
“Şiddet” sadece kadına yönelik gerçekleşmiyor. Kadın-erkek
her yaştan insana revâ görülürken, hayvanlar ve bitkiler de bundan payını
alıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken, “sanatçı” unvanı alıp
nam salan isimlerin bu unvanı “Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonluğu” sonunda
verilen “altın kemeri” koruduğu gibi korumaları...
Peki, neden?
Galiba çok hızlı sanatçı, dolayısıyla da ünlü
kisvesine kavuşuyoruz. Daha kestirme ve daha keskin bir ifadeyle, çabuk “şımarıyoruz”!
Şımardıkça hızımız artıyor, otobanda gaza basan ve kontrolü
kaybeden, caka satan şoförlere benziyoruz…
Sahnenin ışıltılı yörüngesinden uzaya fırlatılmış gibi
hissediyoruz. Önümüze kim çıkarsa çıksın, ezip geçiyoruz buldozer misâli.
Sanatçı kimliğimizin dışında her işi yapıyoruz. Asıl işimiz askıya alınıyor, bir
bakıma ek işe dönüşüyor. İhmâl edilen bu alandaki boşluk, başka faktörler ve
başkalaşan aktörlerle dolduruluyor.
Biraz kabadayılaşıyoruz; ya birililerinin ekmeği ile
oynuyoruz ya da canına kastedecek maceralara dalıyoruz. Daldığımız su değil ki
bizi dışarı atsın…
Bize sığınanlara yükseliyor sesimiz yahut limanımıza demir
atmışlara kalkıyor elimiz…
Lügatimizden “dün” çıkıyor. Yarını hedefliyoruz, üstelik
de bugünü yaşamadan… Eskileri yük görüyor, silkeleniyor, her güne yeni bir
kostümle başlıyor, her sahneye yeniş bir tarzla çıkıyor, her konsere ayrı bir
araba, hattâ sevgiliyle gitme zaafına düşüyoruz. Günlerce koşulan ilişikleri
sonlandırırken de o masalsı düğünleri de olabildiğince alelacele yapıyoruz.
Her durakta bir nesil bırakılıyor; şanslı olanlara
soyadı mîrası, diğerlerine ise şansızlık düşüyor.
Düştüğümüz sadece bu değil. Her türlü tuzağa
düşüyoruz. Her düşme gücümüzden alıyor ve tükenmişlik sendromu başlıyor.
Zirveyi gören dağcının oksijensiz kalması neyse, dalgıcın vurgun yemesi de odur
ve o yaşanıyor.
Alkışlayanların eksikliği, ışıltılı hayatın
imkânlarından yoksunluk, kalabalıklardan sıyrılıp yalnızlığa giriftar olmak,
kolay kolay tahammül edeceğimiz şeyler değil!
Roller değişiyor, bu sefer arayan biz oluyoruz! Ama ne
güvenli bir liman, ne de marina kalıyor etrafımızda. Hele sığınacak vefâlı bir
dost… Çünkü önce vefâyı kovmuşuz çemberimizden.
Ve hazin sondan bir önceki sapağı kaçırıyoruz.
Oysa sanatçı olmak, örnek kişilik demekti. Ya da biz
öyle biliyorduk… Yoksa bizi kandırmışlar mıydı eskiler? Yeni yetmelere
haksızlık mı ediyorduk?
“Sanatçı”… Kulağa ne kadar da hoş geliyor! İyi, hoş
ama bize de iyi gelmeliydi; rûhumuza, sorunlarımıza, yaralarımıza…
Sanatçı demişken… “Kimler, hangi meslek erbâbı sanatçı
grubuna giriyor?” diye bir bahis açma gereği duymadık. Duymadık, zira
bilinenler üzerinde ittifakla hemfikiriz. Ama onların sanatçı olup olmadığını,
sanatçılığı devam ettirip ettirmedikleri üzerinde hemfikir değiliz.
Bu tasniflerin kişiselleştirildiğinin de altını
çizerek, elde avuçta kalan birkaç sanatçının yeni nesil için hâlen büyük bir
ümit kaynağı olduğunu hatırlatmak isteriz.
Ahlâkî çizgilerinde değişkenlik göstermeyen, tek
eşliliği benimseyen ve bunda da başarılı olan, uzun soluklu ilişkilere imza
atan, mutlu olan, mutlu kalabilen çiftlere rastladıkça, o mutluluktan pay
alıyoruz.
Sanatını icra ederken edebini ve dilini koruyan,
Türkçenin bayraktarlığını yapan, millî meselelerde al bayrağın gölgesinde nefes
alıp vermenin şükrünü yansıtabilenleri gördükçe umudumuz artıyor.
Her türlü kötü alışkanlığı elinin tersiyle iten,
kendini sosyal etkinliklere adayan, iyiliğe koşan, güzelliği kovalayan, sadece
insanları değil hayvanları ve bitkileri seven, onların haklarını savunanlardan
haberdar oldukça insanlığımızı hatırlıyoruz.
Tam bu noktada, sanatçı skalasının daraltılmamasını, şarkıcılardan,
dizi oyuncularından müteşekkil olmadığını, peygamber mesleği terzilik ve
marangozluktan tutun da cenk meydanlarında zafere ulaştıran pusatları döven
demir ustalarına varıncaya kadar, yazının icadıyla birlikte kaligraf ve
hattatları, Hak Din mensuplarının ibâdethânelerini süsleyen minyatürcüleri,
camilerin kubbelerine, en güzel kumaşlara ve kâğıtlara imza atan nakkaşları,
ebruzen ve tezhip sanatçılarını, özgün eserleri ile günümüze ulaşmayı başaran ressamları
ve mimarları dâhil ederek envanterimizi genişletmemiz gerekir.
Elbette ne yukarıdakilerden ibârettir sanatçılarımız,
ne de yukarıdakilerden ibârettir vazîfemiz. İlk insan Âdem’den (aleyhisselâm) beri
tüm sanat dallarını temsil edenlerin dikkat gösterdikleri husûsiyetlerden
şimdikilerin haberdar edilmesi de gerekir, sanatçılığın bu kadar kolay alınıp verilemeyeceği
de…
Yazımızı bir taleple sonlandıralım: Toplum nezdinde
kabul görmeyen tavır ve davranışlar (ki bunların arasında infiâl uyandıracak
türde olanlar varsa, yüz kızartacak suçlar arasındaysa), kurulacak bir komisyon
tarafından adı geçen sanatçıların sanatçılığının elinden alınması, tâbiri
diğerle tenzil-i rütbe müeyyidesi uygulanmalıdır.
“Denemediğimiz müddetçe caydırıcı olur mu?” derseniz, onu bilemeyiz! Ama gözümüzden düşenlerin bir daha gönlümüze giremeyeceği muhakkak…