İnsan kalma sanatı ve gözden düşenler

Sanatını icra ederken edebini ve dilini koruyan, Türkçenin bayraktarlığını yapan, millî meselelerde al bayrağın gölgesinde nefes alıp vermenin şükrünü yansıtabilenleri gördükçe umudumuz artıyor. Her türlü kötü alışkanlığı elinin tersiyle iten, kendini sosyal etkinliklere adayan, iyiliğe koşan, güzelliği kovalayan, sadece insanları değil hayvanları ve bitkileri seven, onların haklarını savunanlardan haberdar oldukça insanlığımızı hatırlıyoruz.

GÜN geçmiyor ki, sanat dünyasından (!) şaşırtan haberler duymayalım. Özellikle magazin muhabirlerinin yanlarına kattığı fotoğrafçı partnerleri ile hazırladıkları paparazzi tarzı haberler…

Haber yapmak, biz gazetecilerin asıl işidir, kabul. Ancak sorun, şişirme, o bilindik adıyla “asparagas” haberlere imza atmak ya da kişilerin özel hayatlarını ihlâl etmeleri ile başlıyor.

Galler Prensi Charles’tan ayrıldıktan sonra özel hayatı mercek altına alınan Prenses Diana’nın 31 Ağustos 1997 tarihinde gazetecilerin sıcak takibinden kurtulmak isterken sevgilisi ile birlikte trafik kazasında ölmesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Buraya kadar tamam, ya bundan sonrası?

Evet, bundan sonrası kamuoyunun yakından tanıdığı ve “ünlü” kategorisinde değerlendirdiği sanatçılara ait kusur-kabahat cinsinden suçlar. Bunlar, gerçekliği sâbit olunan, delillendirilen, hattâ itiraf edilen adlî vaka türünden cürümler…

Bugünkü yazımızı isim zikretmeden tamamlamayı hedefliyoruz. Sosyal medyanın tesirli gücüyle çok hızlı bir şekilde haberdar olduğumuz bu haberlere geçenlerde bir yenisi eklendi ve adı geçen sanatçı, hazırlanan iddianame sonrası tutuklanarak cezaevine atıldı. Akabinde yapılan tahliye talebi ise reddedildi.

Biliyoruz ki, bu ne ilk, ne de son olacaktı. Tıpkı işlenen diğer cürümlerde olduğu gibi…

“Şiddet” sadece kadına yönelik gerçekleşmiyor. Kadın-erkek her yaştan insana revâ görülürken, hayvanlar ve bitkiler de bundan payını alıyor.

Burada dikkat edilmesi gereken, “sanatçı” unvanı alıp nam salan isimlerin bu unvanı “Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonluğu” sonunda verilen “altın kemeri” koruduğu gibi korumaları...

Peki, neden?

Galiba çok hızlı sanatçı, dolayısıyla da ünlü kisvesine kavuşuyoruz. Daha kestirme ve daha keskin bir ifadeyle, çabuk “şımarıyoruz”!

Şımardıkça hızımız artıyor, otobanda gaza basan ve kontrolü kaybeden, caka satan şoförlere benziyoruz…  

Sahnenin ışıltılı yörüngesinden uzaya fırlatılmış gibi hissediyoruz. Önümüze kim çıkarsa çıksın, ezip geçiyoruz buldozer misâli. Sanatçı kimliğimizin dışında her işi yapıyoruz. Asıl işimiz askıya alınıyor, bir bakıma ek işe dönüşüyor. İhmâl edilen bu alandaki boşluk, başka faktörler ve başkalaşan aktörlerle dolduruluyor.

Biraz kabadayılaşıyoruz; ya birililerinin ekmeği ile oynuyoruz ya da canına kastedecek maceralara dalıyoruz. Daldığımız su değil ki bizi dışarı atsın…

Bize sığınanlara yükseliyor sesimiz yahut limanımıza demir atmışlara kalkıyor elimiz…

Lügatimizden “dün” çıkıyor. Yarını hedefliyoruz, üstelik de bugünü yaşamadan… Eskileri yük görüyor, silkeleniyor, her güne yeni bir kostümle başlıyor, her sahneye yeniş bir tarzla çıkıyor, her konsere ayrı bir araba, hattâ sevgiliyle gitme zaafına düşüyoruz. Günlerce koşulan ilişikleri sonlandırırken de o masalsı düğünleri de olabildiğince alelacele yapıyoruz.

Her durakta bir nesil bırakılıyor; şanslı olanlara soyadı mîrası, diğerlerine ise şansızlık düşüyor.

Düştüğümüz sadece bu değil. Her türlü tuzağa düşüyoruz. Her düşme gücümüzden alıyor ve tükenmişlik sendromu başlıyor. Zirveyi gören dağcının oksijensiz kalması neyse, dalgıcın vurgun yemesi de odur ve o yaşanıyor.

Alkışlayanların eksikliği, ışıltılı hayatın imkânlarından yoksunluk, kalabalıklardan sıyrılıp yalnızlığa giriftar olmak, kolay kolay tahammül edeceğimiz şeyler değil!

Roller değişiyor, bu sefer arayan biz oluyoruz! Ama ne güvenli bir liman, ne de marina kalıyor etrafımızda. Hele sığınacak vefâlı bir dost… Çünkü önce vefâyı kovmuşuz çemberimizden.

Ve hazin sondan bir önceki sapağı kaçırıyoruz.

Oysa sanatçı olmak, örnek kişilik demekti. Ya da biz öyle biliyorduk… Yoksa bizi kandırmışlar mıydı eskiler? Yeni yetmelere haksızlık mı ediyorduk?

“Sanatçı”… Kulağa ne kadar da hoş geliyor! İyi, hoş ama bize de iyi gelmeliydi; rûhumuza, sorunlarımıza, yaralarımıza…

Sanatçı demişken… “Kimler, hangi meslek erbâbı sanatçı grubuna giriyor?” diye bir bahis açma gereği duymadık. Duymadık, zira bilinenler üzerinde ittifakla hemfikiriz. Ama onların sanatçı olup olmadığını, sanatçılığı devam ettirip ettirmedikleri üzerinde hemfikir değiliz.

Bu tasniflerin kişiselleştirildiğinin de altını çizerek, elde avuçta kalan birkaç sanatçının yeni nesil için hâlen büyük bir ümit kaynağı olduğunu hatırlatmak isteriz.

Ahlâkî çizgilerinde değişkenlik göstermeyen, tek eşliliği benimseyen ve bunda da başarılı olan, uzun soluklu ilişkilere imza atan, mutlu olan, mutlu kalabilen çiftlere rastladıkça, o mutluluktan pay alıyoruz.

Sanatını icra ederken edebini ve dilini koruyan, Türkçenin bayraktarlığını yapan, millî meselelerde al bayrağın gölgesinde nefes alıp vermenin şükrünü yansıtabilenleri gördükçe umudumuz artıyor.

Her türlü kötü alışkanlığı elinin tersiyle iten, kendini sosyal etkinliklere adayan, iyiliğe koşan, güzelliği kovalayan, sadece insanları değil hayvanları ve bitkileri seven, onların haklarını savunanlardan haberdar oldukça insanlığımızı hatırlıyoruz.

Tam bu noktada, sanatçı skalasının daraltılmamasını, şarkıcılardan, dizi oyuncularından müteşekkil olmadığını, peygamber mesleği terzilik ve marangozluktan tutun da cenk meydanlarında zafere ulaştıran pusatları döven demir ustalarına varıncaya kadar, yazının icadıyla birlikte kaligraf ve hattatları, Hak Din mensuplarının ibâdethânelerini süsleyen minyatürcüleri, camilerin kubbelerine, en güzel kumaşlara ve kâğıtlara imza atan nakkaşları, ebruzen ve tezhip sanatçılarını, özgün eserleri ile günümüze ulaşmayı başaran ressamları ve mimarları dâhil ederek envanterimizi genişletmemiz gerekir.

Elbette ne yukarıdakilerden ibârettir sanatçılarımız, ne de yukarıdakilerden ibârettir vazîfemiz. İlk insan Âdem’den (aleyhisselâm) beri tüm sanat dallarını temsil edenlerin dikkat gösterdikleri husûsiyetlerden şimdikilerin haberdar edilmesi de gerekir, sanatçılığın bu kadar kolay alınıp verilemeyeceği de…

Yazımızı bir taleple sonlandıralım: Toplum nezdinde kabul görmeyen tavır ve davranışlar (ki bunların arasında infiâl uyandıracak türde olanlar varsa, yüz kızartacak suçlar arasındaysa), kurulacak bir komisyon tarafından adı geçen sanatçıların sanatçılığının elinden alınması, tâbiri diğerle tenzil-i rütbe müeyyidesi uygulanmalıdır.

“Denemediğimiz müddetçe caydırıcı olur mu?” derseniz, onu bilemeyiz! Ama gözümüzden düşenlerin bir daha gönlümüze giremeyeceği muhakkak…