İnsan kalabilmek

Son günlerde ortaya çıkan bir kitap ve yazarının bir kraliyet ailesinden olması bu noktada canlı bir örnek olarak ortada duruyor. Kitabın yazarı, Afganistan’dayken 25 Afgan’ı öldürdüğünü “normal” gibi anlatıyor. Bu normallik, insanlar sınıflara ayrıldığında Afgan bireyin farklı bir düzeyde olması şeklinde gösteriliyor…

HER insan fıtrat üzere doğar. “Fıtrat” kelimesi terim olarak “insanın doğuştan sahip olduğu özellikler” demektir. Başka bir bakışa göre fıtrat, “yarmak, icat etmek ve ikiye ayırmak” gibi anlamlara gelir. İnsanın bu düzlemde dünyaya teşrifi iki omurgayı birlikte taşıyor: Birincisi ilk yaratılıştaki varlık türlerinin temel yapısını ifade eder. İkincisi ise insanın seçme özgürlüğüne, kaderine, dinine ve ahlâkına dair kavramlardır.

Günümüzde canlı bilimi son derece gelişmiştir. Bu gelişme üzerine çok sayıda görüş, teori ve yöntem yaygınlaşmıştır. Değişmeyen hakikat ise, bir canlının başka bir canlıya dönüştüğüne dair bilimsel veri olmadığıdır. Yani hayvandan insana, insandan da hayvana geçiş biyolojik bağlamda olmamıştır.

Yirmi yıllık bir araştırmaya göre bir çocuğun doğumdan erişkin birey olana kadar geçen sürede ağırlık merkezinin Newton dinamik yapısına uygun olarak geliştiği gözlenmiştir. Bu, şu anlama geliyor: Birey büyürken gelişiyor ancak bu gelişme başkalaşma değildir. Fizikî beden, fizik kurallarından dinamik yapıya uygun olarak biyolojik fıtratın bir gereği olarak gerçekleşiyor.

Canlılar içerisinde insan yapısal olarak böyleyken davranış, seçme özgürlüğü, din ve ahlâk açısından farklılıklar taşır ki bu durum çevresel etkenden kaynaklanır. Fıtrat üzerine ortak donanımla dünyaya gelen bireyin ilk çevresi olan baba, anne, dede ve nine gibi etkenler çocuğu Hıristiyan, Mecusi, Yahudi veya başka bir inanç sahibi yapar. Orijinal hâlinde kalması durumunda bireyin Müslüman olması normaldir.

Çocuk herhangi bir anne veya babanın yanında olmadan büyümeye bırakılsa, acaba hangi lisanı konuşmaya başlar? Eminin ki, anne ve babayı çağrıştıracak “ebeveyn” odaklı bir lisana yönelmesi akla yatkındır. Bu konuyu uzmanlarına bırakıp konumuza dönelim…

Bireyin fiziken büyüme aşamasında fikir ve görüşleri de büyürken çevresel etkenlerin fıtratı değiştirdiği muhakkaktır. Bu öyle bir değişimdir ki bazen hem insan, hem de belli gruplar neredeyse insanlıktan çıkıp şeytanın arkadaşı olabilir.  

Bir dönem Batı’nın “insanat bahçeleri” yaptığını hatırlayın. Şimdilerde dünyaya medeniyet ihraç eden görünümdeki üst perdeci bakışın arka plânında büyüklenme ve fıtrattan ayrılma vardır.

Daha yüz yıl öncesinde Batı’da kadınlar birer eşya gibi satılabiliyordu.

Kadın ve erkeğin birlikte öğrenim görmesi Batı’da 1841 yılında başlar. Matematik, astronomi, mantık ve geometri gibi temel bilimler üzerine çalışmalar yapılan dünyada ilk üniversite Abbasîler döneminde (750) Bağdat’ta kurulmuştur. Buna dair verilerin yanı sıra UNESCO tarafından dünyadaki ilk üniversite kabul edilen Karaviyyin Medresesi de 859 yılında Fas Krallığı’nda inşâ edilmiştir. Kurucusu ise Tunus doğumlu Müslüman ilim kadını Fatma el-Fihrî’dir. Bu durum oldukça manidardır.

Ortaya çıkan sonuca göre özellikle Batı düşüncesinin insan fıtratını değiştirmeye dönük çalışmalara girdiği görülmektedir. Batı’nın son yüzyılda bilim ve teknoloji adına yaptıklarını takdir etmemek mümkün değildir. Ancak insanı hiçleştirme, başkalaştırma, dönüştürme ve mankurtlaştırma noktasında da bir hayli ileri gitmiştir.

Son günlerde ortaya çıkan bir kitap ve yazarının bir kraliyet ailesinden olması bu noktada canlı bir örnek olarak ortada duruyor. Kitabın yazarı, Afganistan’dayken 25 Afgan’ı öldürdüğünü “normal” gibi anlatıyor. Bu normallik, insanlar sınıflara ayrıldığında Afgan bireyin farklı bir düzeyde olması şeklinde gösteriliyor.

İnsanat bahçeleri kuran Batı’nın şimdilerde de zihin dünyasında insanlığı sınıflara ayırmaya devam ediyor. Bilim ve teknoloji açısından ilerlerken “insanlık” ve “insan kalabilme” adına Batı’nın durumu dehşetli bir akıl tutulması ve fıtrattan kopuştur.     

Özellikle insanın iç dünyası başlı başına bir âlemdir. Hiç kimseyi başkalarının anlattıklarına göre yargılamamak gerekir. İnsanın şeytanla, kardeşleriyle, çevresiyle, açlıkla, kıtlıkla, yalnızlıkla, evlâtlarıyla, yaralarıyla, eviyle ve sevdikleriyle sınanma gibi dehşetli bir imtihanı vardır. Bu imtihanda fıtrattan ayrılan ve sonradan değiştirilenlerin mesuliyeti çok dehşetli görünüyor. Bu nedenle mütevazı, çalışkan, nazik, cömert, meraklı, güvenilir, affedici ve kendi olma gibi özellikleri, bireyi insan yapan ortak karakterlerdendir. İnsanların farklı renklere ayrılmaları, tanışıp birbirleriyle anlaşmaları içindir. Bu bir üstünlük değildir. Papatya lâleye, gül manolyaya rakip değildir.

Bugün Batı’nın dünyaya ihraç etmeye çalıştığı medeniyet anlayışı, insanın iç ve manevî dünyasının olmadığını gösteren mekanik bir kavramlar yumağından ibarettir. Bu, şeytanın avucuna düşmek demektir. Şimdilerde Batı dünyası yeniden insanı hiçleştiren ve sıradanlaştıran kavramlar üzerinden üst perdeci konuşmaya başladı. İnsan kalabilmek gerçekten zor. Toplumların insan özelliklerinde kalabilmesi de gerçekten zor görünüyor.

Ne mutlu fıtrat üzere kalabilene!