
DİLİ çözülmek, lisana
gelmek, dili çözmek, insanı ve hayatı tanımak gibi adım adım gelişen süreçlerin
götürdüğü yerde insan, hayatın içinde olmaya, varlığını kanıtlamaya, varoluşunun
kanıtı olmaya, bağımsız yapısı yanında bağımlı insan ilişkilerinin
sürekliliğini de sağlamaya kendi hayat hikâyesi ve kendi çizgisi ekseninde
devam eder.
Söz
konusu süreçlerin varlığı, öncelikle bir bilincin fizyolojik olarak asgarî
düzeyde açık olması ile anlam ve değer kazanır. Fizyolojik durumu aşan
bağlamında bilinç, insan ve topluma dair birçok disiplini kavramada/kavramış
olmada üstüne açık anlamlar yüklediğimiz, arka planı/bilinçaltı için köşeli
parantezler açılan/açtığımız bir alanı tanımlar. İster bireysel, ister toplumsal
olsun, bilincin organik yapısı, temelinde insan oldukça aynıdır.
Toplumsal
boyutuyla yaşanan an üzere aktif olan kolektif bilinç, bir olgu niteliğinde
nesiller arasında devredilen bir süreci ifade eden kolektif bilinçdışı
kavramlarını da dikkate aldığımızda, bilincin, aslında hayatiyetin kendisi olduğu
gerçeğini bir kez daha idrâk etmemizi sağlar.
Her
insanın çözdüğü/çözüldüğü, bağladığı/bağlandığı, dilinin bağını çözen olay-olgu/çatışma-buluşma/insan
veya daha sakin bir düzlemde “suyun yolunu bulması” şeklinde izah
edebileceğimiz çok sayıda yaşantısı vardır. İster “insan, insanı çözen” diyelim,
ister “insan, insanı bağlayan” diyelim, her ikisinin işaret ettiğini ve içinde
bulunduğu mânâyı, kendi keyfiyeti ve atmosferinde değerlendirmek gerekir. Zira
kimi vakit çözme/çözülme aslında bağlamaya işaret ederken, kimi dem de bağlama/bağlanma
da özgürlüğe denk düşebilir.
Bunun
yanında kimi olaylar, devredilen bir meşale, tutuşturulan bir mum gibi bir
süreğin işlerliğini, kimi olgularsa yeşeren bir tohumun meyveye durması, taştan
kayan yağmurun toprağın kalbine inmesi gibi bir yorgunluğun bittiği dönemeci
işaret eder.
Peki,
insan nasıl konuşur?
“Konuşma”
deyince, konuşan kişinin muhatabı bağlamında en az bir kişinin varlığından
bahsediyoruz. Bireyin iç monolog ve tefekkürlerini bir tarafa bıraktığımızda,
iç ses dışında bir dış sesin varlığına işaret ediyorsak -istisna dışında-,
konuşma, en az iki kişi arasında geçen -kimi dem farklı duyuların da dâhil
olduğu- bir iletişim biçimini ifade eder. O hâlde sözün kolayından diyecek
olursak, insanın dilini çözenin yine insan olduğu hakîkatini bihakkın kavramak,
insana yaklaşma, onu tanıma ve onun üzerinden kendimizi keşfetmeye yönelik
süreçleri de bize beraberinde kavratacaktır.
“İnsan,
insana yük değil; bu can, bedene mülk değil”
Atalar
ne güzel söylemiş, canın bedene mülk olmadığı ile insanın insana yük olmadığını
sözlü kültürün kalemi ile ne güzel estetize etmişler! Can, bedene mülk değil. Zira
can göçücü, beden fânî. Can, bedene emanet. O hâlde insan da insana emanet. Can,
insana emanet. İnsan can ise, bu can, bir diğer canın/insanın da gölgesi aynı
zamanda. Gölge, yani kanat… Kanat, yani tam olanın yarısı... İnsan, insanın
yarısı…
Yarım
olanın tam aşkı, âşık olanın yâr aşkı ise asıl mesele! Bu durum hayatın odağına
kurulur ve iki unsurun otağını birbirine yakınlaştırır. İnsan, insana yük değil.
Zira anne kuşun yavrusuna öğrettiği gibi, insan, güzele ve hedefe uçmayı
insandan öğrenir. Yüksekten düşünce daha alçaktan uçmayı, kanadı kırılınca
sarmayı/sarılmayı yine insandan öğrenir. O hâlde insan, insana yük değil, kanat!
Tek
kanat bedeni taşımadığı gibi, iki ayrı kanadın da -bir bedende, bir güzel
düşüncede birleşmedikçe- pek ehemmiyeti yok. “Kol kanat germek”, “kanat açmak”,
“kanatları altına almak” deyimleri de insanın insana kanat olduğu düşüncesini
çağrıştırır ve pekiştirir.
İnsan,
insana göç
İnsan,
kanadını taktığında insan ile dengesini bulunca yahut da insan ile denge tutunca,
insan ile tutunca yolculuk türküsü, hem kendini, hem de çevresindeki katarını
hakîkî bir diyâra ulaştırır. Aksi hâlde bir ferdin dahi ahengi dağılsa, bir
kervanın/katarın uyumuna gölge düşer. Kendi eğrisinden göç eder insan dostunun
doğrusuna. Kendi sofrasından eksiltip pay eder dostunun sofrasına. Kendinden hicret
edip dostunun toprağında kurar yurdunu. Gönül kuşudur hem, bilir aslî vatanını.
Zira…
İnsan,
insana vatan
“Toprak,
eğer uğrunda ölen varsa vatandır…”
Uğrunda
ölemediğimiz toprak vatan değilse, uğrunda ölemediğimiz insanın toprağında bir
garip mültecîyiz. Can korkusundan sığındığı toprağa canını feda eylemeden vatan
sahibi olmak ne mümkün? Dolayısıyla uğrunda öldüğümüz vatan gibidir dostun gönlü.
O toprağı/o gönlü yapmak ve kazanmak için olmalı bütün mücadele ve mücâhede…
Tecellîden
insana
İnsan,
İlâhî tecellîden yansıyanla ancak kendini ve insanı tanır (nasibince). Öyle
olmasa, insanın insanı anlaması imkân dâhilinde olamazdı. Diğer ifade ile
insanı insandan uzaklaştırmak için türlü tuzaklar kuran şeytan ile mücadelenin
başarıya ulaşması da imkânsız hâle gelirdi.
İnsan,
insanın aynası
İnsanı
insana yaşamak anlatır. İnsanı yaşarsak insanı anlarız. Levhamızı parlatırsak,
insana ayna oluruz. “İnsan, insanın aynasıdır” diyebiliriz. İnsanın insana âmâ
oluşu, aslında kendine âmâ oluşudur. Aynada aksini göremeyen, lisanda neyi
söylesin? Kendi ayna olamayan, başkasının aynasını da el-hak göremez. Akşam
hangi karanlıktan kurtulmayı dilersek, sabah güneş de o noktadan doğar.
Dost
kelâmı
Dil
dostun kelâmını derse, gülzâr çiçeğe durur, dikense gün görmeden büker boynunu.
Bülbüle bayram olur, güle endâm olur. Muhabbet dile gelir, gönül kuşu hemdem
olur. Dem, o dem olursa, bütün yükler buharlaşır. Bülbülün kanadı güle âşiyân
olur. Hem söyleyen, ne güzel söylemiş, değil mi?
“Gül ol, hâr olma! Yâr ol, bâr olma!”