İnsan insana kanat, insan insana göç, insan insana vatan

Uğrunda ölemediğimiz toprak vatan değilse, uğrunda ölemediğimiz insanın toprağında bir garip mültecîyiz. Can korkusundan sığındığı toprağa canını feda eylemeden vatan sahibi olmak ne mümkün?

DİLİ çözülmek, lisana gelmek, dili çözmek, insanı ve hayatı tanımak gibi adım adım gelişen süreçlerin götürdüğü yerde insan, hayatın içinde olmaya, varlığını kanıtlamaya, varoluşunun kanıtı olmaya, bağımsız yapısı yanında bağımlı insan ilişkilerinin sürekliliğini de sağlamaya kendi hayat hikâyesi ve kendi çizgisi ekseninde devam eder.

Söz konusu süreçlerin varlığı, öncelikle bir bilincin fizyolojik olarak asgarî düzeyde açık olması ile anlam ve değer kazanır. Fizyolojik durumu aşan bağlamında bilinç, insan ve topluma dair birçok disiplini kavramada/kavramış olmada üstüne açık anlamlar yüklediğimiz, arka planı/bilinçaltı için köşeli parantezler açılan/açtığımız bir alanı tanımlar. İster bireysel, ister toplumsal olsun, bilincin organik yapısı, temelinde insan oldukça aynıdır.

Toplumsal boyutuyla yaşanan an üzere aktif olan kolektif bilinç, bir olgu niteliğinde nesiller arasında devredilen bir süreci ifade eden kolektif bilinçdışı kavramlarını da dikkate aldığımızda, bilincin, aslında hayatiyetin kendisi olduğu gerçeğini bir kez daha idrâk etmemizi sağlar.

Her insanın çözdüğü/çözüldüğü, bağladığı/bağlandığı, dilinin bağını çözen olay-olgu/çatışma-buluşma/insan veya daha sakin bir düzlemde “suyun yolunu bulması” şeklinde izah edebileceğimiz çok sayıda yaşantısı vardır. İster “insan, insanı çözen” diyelim, ister “insan, insanı bağlayan” diyelim, her ikisinin işaret ettiğini ve içinde bulunduğu mânâyı, kendi keyfiyeti ve atmosferinde değerlendirmek gerekir. Zira kimi vakit çözme/çözülme aslında bağlamaya işaret ederken, kimi dem de bağlama/bağlanma da özgürlüğe denk düşebilir.

Bunun yanında kimi olaylar, devredilen bir meşale, tutuşturulan bir mum gibi bir süreğin işlerliğini, kimi olgularsa yeşeren bir tohumun meyveye durması, taştan kayan yağmurun toprağın kalbine inmesi gibi bir yorgunluğun bittiği dönemeci işaret eder.

Peki, insan nasıl konuşur?

“Konuşma” deyince, konuşan kişinin muhatabı bağlamında en az bir kişinin varlığından bahsediyoruz. Bireyin iç monolog ve tefekkürlerini bir tarafa bıraktığımızda, iç ses dışında bir dış sesin varlığına işaret ediyorsak -istisna dışında-, konuşma, en az iki kişi arasında geçen -kimi dem farklı duyuların da dâhil olduğu- bir iletişim biçimini ifade eder. O hâlde sözün kolayından diyecek olursak, insanın dilini çözenin yine insan olduğu hakîkatini bihakkın kavramak, insana yaklaşma, onu tanıma ve onun üzerinden kendimizi keşfetmeye yönelik süreçleri de bize beraberinde kavratacaktır.

“İnsan, insana yük değil; bu can, bedene mülk değil”

Atalar ne güzel söylemiş, canın bedene mülk olmadığı ile insanın insana yük olmadığını sözlü kültürün kalemi ile ne güzel estetize etmişler! Can, bedene mülk değil. Zira can göçücü, beden fânî. Can, bedene emanet. O hâlde insan da insana emanet. Can, insana emanet. İnsan can ise, bu can, bir diğer canın/insanın da gölgesi aynı zamanda. Gölge, yani kanat… Kanat, yani tam olanın yarısı... İnsan, insanın yarısı…

Yarım olanın tam aşkı, âşık olanın yâr aşkı ise asıl mesele! Bu durum hayatın odağına kurulur ve iki unsurun otağını birbirine yakınlaştırır. İnsan, insana yük değil. Zira anne kuşun yavrusuna öğrettiği gibi, insan, güzele ve hedefe uçmayı insandan öğrenir. Yüksekten düşünce daha alçaktan uçmayı, kanadı kırılınca sarmayı/sarılmayı yine insandan öğrenir. O hâlde insan, insana yük değil, kanat!

Tek kanat bedeni taşımadığı gibi, iki ayrı kanadın da -bir bedende, bir güzel düşüncede birleşmedikçe- pek ehemmiyeti yok. “Kol kanat germek”, “kanat açmak”, “kanatları altına almak” deyimleri de insanın insana kanat olduğu düşüncesini çağrıştırır ve pekiştirir.

İnsan, insana göç

İnsan, kanadını taktığında insan ile dengesini bulunca yahut da insan ile denge tutunca, insan ile tutunca yolculuk türküsü, hem kendini, hem de çevresindeki katarını hakîkî bir diyâra ulaştırır. Aksi hâlde bir ferdin dahi ahengi dağılsa, bir kervanın/katarın uyumuna gölge düşer. Kendi eğrisinden göç eder insan dostunun doğrusuna. Kendi sofrasından eksiltip pay eder dostunun sofrasına. Kendinden hicret edip dostunun toprağında kurar yurdunu. Gönül kuşudur hem, bilir aslî vatanını. Zira…

İnsan, insana vatan

“Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır…”

Uğrunda ölemediğimiz toprak vatan değilse, uğrunda ölemediğimiz insanın toprağında bir garip mültecîyiz. Can korkusundan sığındığı toprağa canını feda eylemeden vatan sahibi olmak ne mümkün? Dolayısıyla uğrunda öldüğümüz vatan gibidir dostun gönlü. O toprağı/o gönlü yapmak ve kazanmak için olmalı bütün mücadele ve mücâhede…

Tecellîden insana

İnsan, İlâhî tecellîden yansıyanla ancak kendini ve insanı tanır (nasibince). Öyle olmasa, insanın insanı anlaması imkân dâhilinde olamazdı. Diğer ifade ile insanı insandan uzaklaştırmak için türlü tuzaklar kuran şeytan ile mücadelenin başarıya ulaşması da imkânsız hâle gelirdi.

İnsan, insanın aynası

İnsanı insana yaşamak anlatır. İnsanı yaşarsak insanı anlarız. Levhamızı parlatırsak, insana ayna oluruz. “İnsan, insanın aynasıdır” diyebiliriz. İnsanın insana âmâ oluşu, aslında kendine âmâ oluşudur. Aynada aksini göremeyen, lisanda neyi söylesin? Kendi ayna olamayan, başkasının aynasını da el-hak göremez. Akşam hangi karanlıktan kurtulmayı dilersek, sabah güneş de o noktadan doğar.   

Dost kelâmı

Dil dostun kelâmını derse, gülzâr çiçeğe durur, dikense gün görmeden büker boynunu. Bülbüle bayram olur, güle endâm olur. Muhabbet dile gelir, gönül kuşu hemdem olur. Dem, o dem olursa, bütün yükler buharlaşır. Bülbülün kanadı güle âşiyân olur. Hem söyleyen, ne güzel söylemiş, değil mi?

“Gül ol, hâr olma! Yâr ol, bâr olma!”