İnsan içkin zarafet ve tekâmül

İbnü’l Arabî, “Hak kendini insanda seyreder” derken, insanın vicdanını işaret ediyordu. Vicdan, bireyin kendi içindeki Hakk’ı duymasıdır. Ahlâk, bu duyuşun toplumsal düzene yansımasıdır. Bugün toplumların karşı karşıya kaldığı en büyük kriz, aslında vicdan krizidir. Vicdan sustuğunda, ahlâk kuru bir gelenek, değer yargıları ise değişken bir moda hâline gelir.

İNSAN, varoluşun en karmaşık ve en derin bilmecesidir. Onu diğer canlılardan ayıran sadece aklı değil, aynı zamanda kalbinin derinliklerinde yankılanan bir ses, vicdanıdır! 

Vicdan, görünürde sessiz bir şahit, aslında ise insanın en hakiki rehberidir. Yalnızca doğruyu yanlıştan ayıran bir iç pusula değil, aynı zamanda insanın kendi varlığıyla ve Yaratıcıyla kurduğu köprüdür. İbnü’l Arabî, insanın kalbini “Hakk’ın tecelli ettiği en geniş ayna” olarak tanımlarken aslında vicdandan bahsediyordu. Çünkü vicdan, bu aynanın parlayan yüzü, insanın özünde saklı olan İlâhî ışığın ilk yankısıdır.

Bugün, toplumların değer yargıları hızla değişirken, bireyler kendilerini çoğu zaman içsel bir boşlukta buluyor. Ahlâk, kimi yerde katı kuralların zincirine, kimi yerde çıkarların esnek oyununa dönüşüyor. Böyle bir dünyada vicdanın çağrısı, çoğu zaman bastırılmış bir fısıltı gibi kalıyor. Bu nedenle vicdan, yalnızca bireysel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal varoluşun da temel direğidir.

İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının yeryüzündeki tecelligâhıdır. Bu nedenle insanın kalbi, evrenin merkezinde bir aynadır; o aynada Hak, kendi güzelliğini seyreder. Vicdan, işte bu aynanın berrak yüzüdür. Kalbin içine yerleştirilmiş İlâhî bir nur, bir uyarıcıdır.

Vicdanı anlamak için onu yalnızca ahlâkî bir sezgi olarak görmek yeterli değildir. Vicdan, insanın özünde Hakk’a açılan kapıdır. Birey, vicdanını dinlediğinde aslında kendi içindeki Hakk’ın yankısını duyar. Ahlâk, toplumsal kurallar, yazılı yasalar zamanın ve mekânın değişimiyle farklılaşabilir. Ama vicdan, değişmez bir hikmete işaret eder; adalete, merhamete ve hakikate…

Vicdanın kaynağı, insana dışarıdan yüklenen bir bilgi değil, insanın özünde mevcut olan fıtri bir koddur. Kur’ân’da sıkça geçen “fücur ve takvâ” kavramları, insana verilen içsel yönelimleri anlatır. İnsan, kötülüğün de iyiliğin de izini taşır. Ama vicdan, bu ikilikler arasında insana doğru yolu işaret eden İlâhî bir pusuladır.

Ahlâk, tarih boyunca toplumların düzenini sağlayan en önemli unsur olmuştur. Bölge ve çağlara göre de sürekli değişir. Eğer vicdandan beslenmiyorsa, ahlâk ya kör bir dogmaya ya da boş bir geleneğe dönüşür. Vicdan ise ahlâkın ruh sağlamasını yapar.

Vicdan olmadan ahlâk cansızdır; ahlâk olmadan vicdan ise dağınıktır. Ahlâk, vicdanın toplumsal düzene yansımış hâlidir; vicdan, ahlâkın kalpteki köküdür. Bir bireyin vicdanı canlıysa, onun ahlâkı da içten ve samimi olur. Eğer bireyin vicdanı susturulmuşsa, ahlâk yalnızca gösteriş için yaşatılan bir maske hâline gelir.

Bugünkü dünyada bu ayrımı çok net görebiliyoruz. İnsanlar çoğu zaman ahlâkî kuralları “uyulması gereken yasaklar” gibi görüyor, ama o kuralların özünde vicdanın çağrısı olduğunu unutuyorlar. Bu nedenle ahlâk ile çıkar arasında sıkışıp kalıyorlar. Oysa gerçek ahlâk, vicdanın sesinden doğar ve birey, içindeki İlâhî yankıyı dinlediğinde davranışları zaten adalete ve iyiliğe yönelir.

Vicdan, her insana doğuştan verilmiş olsa da onun canlı kalabilmesi için beslenmesi gerekir. Kalp sürekli tecelli eden bir ayna ise bu aynanın parlak kalması için pasını silmek gerekir. Bu pas, çoğu zaman nefisten, dünyevî hırslardan ve toplumun yozlaşmış alışkanlıklarından oluşur. Bazen de kalbin pasını silmek, dünya sevgisini azaltmak demektir.

Bireyin vicdanını güçlendiren unsurların başında merhamet gelir. Çocuklukta anne-babadan görülen şefkat, öğretmenin adil davranışı, toplumda hissedilen dayanışma, vicdanın filizlenmesine yardımcı olur. Bunun yanında adaletle karşılaşmak, haksızlığa tanıklık etmek de vicdanın sesini uyandırır. İnsan, kötülüğü gördüğünde içsel bir rahatsızlık duyar. İşte bu rahatsızlık, vicdanın fısıltısıdır.

Ayrıca bilgi ve tefekkür de vicdanı besler.  Hakikati aramak ve varlığın sırları üzerine düşünmek, kalbin derinliğini artırır. Yalnızca duygusal bir sezgi değil, bilinçli bir idrak de vicdanın gürleşmesini sağlar.

Ve özgürlük vicdan için elzemdir. Birey baskı altında, korku içinde yaşadığında vicdanının sesini bastırmak zorunda kalabilir. Özgür bir irade ortamı, vicdanın daha rahat konuşmasına imkân verir. Bu nedenle vicdan yalnızca bireysel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir meseledir.

Bugünkü toplumlarda ahlâk, çoğu zaman ekonomik çıkarların, siyasal hesapların ve kültürel kutuplaşmaların gölgesinde kalıyor. İnsanlar “doğru olanı” değil, “işine geleni” seçmeye meyilli oluyor. Bu durum, ahlâk ile vicdan arasında hendek kazıyor.

Örneğin modern kapitalist düzen, bireylere özgürlük vaat ederken onları tüketim alışkanlıklarının kölesi hâline getiriyor. Rekabetin acımasızlığı, vicdanın sesini boğuyor. Birçok insan haksızlığı görse de “Benim sorumluluğum değil” diyerek sessiz kalıyor. Sessiz kalan vicdan, zamanla körelmeye başlıyor.

Siyâsî alanda benzer bir imtihan içeriyor. Adaletin ve eşitliğin temel ilke olması gerekirken, çıkar grupları ve güç mücadeleleri öne çıkıyor. Toplumun ortak vicdanı susturulduğunda, yozlaşma sıradanlaşmaya başlıyor. Böylece toplumsal ahlâk, içi boş bir kavrama dönüşüyor.

Modern toplumların değer yargılarına baktığımızda büyük bir parçalanmışlık görüyoruz. Bir yanda bireysel özgürlük ve insan hakları vurgusu yükseliyor; diğer yanda bireycilik, bencillik ve çıkarcılık yayılıyor. İnsanlar özgürlük adına toplumsal sorumluluğu unuturken, toplumsal düzen adına bireysel vicdanın sesini bastıran yapılar da ortaya çıkabiliyor. İçsel hakikat arayışı, yerini yüzeysel sloganik söylemlere bırakıyor.

Bugün vicdanın önündeki en büyük engel, “gürültü”dür. Reklâmların, politik söylemlerin, sosyal medya akışlarının gürültüsü… Bu gürültü içinde insan, kendi kalbinin sesini duyamıyor. Çünkü ancak sessizlikte vicdanın sesi duyulur.

Peki, bireyler ve toplumlar vicdanı nasıl yeniden canlandırabilir?

Öncelikle birey, kendi kalbine dönmeyi öğrenmelidir. İçsel muhasebe, tefekkür ve sessizlik anları, vicdanın pasını siler. İbnü’l Arabî, insanın kendini bilmesinin Rabbini bilmeye götüreceğini söyler. Bu bilme, vicdanın ışığını ortaya çıkarır.

İkinci olarak, toplumsal yapılar vicdanı besleyecek şekilde inşâ edilmelidir. Adalet, şeffaflık ilkeleri yalnızca kâğıt üzerinde değil, pratikte de yaşatılmalıdır. Çünkü adil olmayan kurumlar, bireylerin vicdanını köreltir.

Üçüncü olarak, eğitim içerikleri vicdana hitap etmelidir. Yalnızca bilgi aktaran değil, aynı zamanda bireyin empati kurma, adaleti gözetme, merhamet geliştirme yönlerini güçlendiren bir eğitim, vicdanlı nesillerin yetişmesine katkı sağlar. Zarafet ve nezaket kuralları, ev ekonomisi ve tasarruf muhtevalı dersler müfredata eklenmelidir.

İbnü’l Arabî, “Hak kendini insanda seyreder” derken, insanın vicdanını işaret ediyordu. Vicdan, bireyin kendi içindeki Hakk’ı duymasıdır. Ahlâk, bu duyuşun toplumsal düzene yansımasıdır. Bugün toplumların karşı karşıya kaldığı en büyük kriz, aslında vicdan krizidir.

Vicdan sustuğunda, ahlâk kuru bir gelenek, değer yargıları ise değişken bir moda hâline gelir.