İnsan haklarını beyanname ile yiyen Fransızlar

Fransız İhtilâli “özgürlük ve eşitlik” getirmişti(!). Beşerî her ideoloji, her “-izm” ve her isyan gibi, Fransa’nın özgürlük hareketi de zulüm getirmişti. Lâkin bunun rağmına, tarih kitaplarına, “insanlığa getirilen bir lütuf, hakiki adalet” gibi geçecek, ihtilâlcilerin tüm dünyaya yayılan vahşetleri gizlenecekti. Papazlar ve rahipler öldürülüp kiliseler yağmalanacak, sokaklar kan deryasına dönüşecek ve bu durum Fransa’dan bütün dünyaya yayılacak, ülkeler bölünecek, milyonlar ölecek, adına da “özgürlük ve eşitlik” denilecekti.

DAHA önce yayınlanan “Biz de Avrupa’nın sömürge tarihini oylayalım” yazı dizimize devam ediyoruz...

Portekizliler, İspanyollar ve İngilizleri yazdık; lâkin dünyada kıyım yaparak sömürge olmuş ülkelerden Fransa’yı bu bağlamda atlamak olmazdı. Zira dünyaya demokrasi dersi veren Fransa’nın kanlı ellerini yüzlerine çarpmak gerekir ki Türkiye’deki demokrasiyi AB için oylarken bir kez daha düşünsünler.

Fransa’nın tarihi kan ve vahşet dolu iken, insanlığa demokrasi dersi vermeye kalkması komik bir durumdur. Bugün Güneydoğu Anadolu bölgemizde “Kürtçülük” adına kan akıyorsa, bu, tamamıyla Fransız İhtilâli’nin sonucudur. Ne alâkası mı var? Çünkü bu ihtilâlle başlayan ırkçılık akımını emperyalist güçler, sömürecekleri ülkelere zerk ederek onları bölmek için güçlü bir yöntem olarak uygulamışlardır. Napolyon, “Her millete bir devlet” söylemi ile birlikte, “Her ırk kendi devletini kursun, ülkeler parçalansın, imparatorluklar bölünsün!” demeye getirmiş, nitekim dört büyük imparatorluk bölünmüş, Arnavutluk, Şam ve Mısır, 32 devlet ile bizden kopmuştur. Bugün “ezilmiş halk” teraneleri ile aynı ırkçı söylemleri kullanıp isyana sürüklenmiş güneydoğuyu bölmek için de aynı yöntemler kullanılmaktadır.

İtalyanların, İngilizlerin, Rusların, Fransızların ve Germenlerin dedeleri olan Vizigotların, Ostorogotların, Vikinglerin, Vandalların, Frankların kanlı tarihini yazmaya kalksak, ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Bizse sadece yakın sömürge tarihini hatırlamaya çalışıyoruz. Batı’nın fi tarihi, sömürge, kan ve vahşetle başlamıştır, şimdi de öyle devam etmektedir.

Evet, anlattığımız dönemin birinci sömürgesi İspanya, sonra Hollanda, sonra Fransa, daha sonra İngiltere ve Amerika’dır. Lâkin onlar kendi tarihlerini başka türlü yazmış, korsanlarını ve haydutlarını birer kahraman gibi lanse etmişlerdir.

Ülkemizde tarih, -mateessüf- yabancı kaynaklardan öğrenilmekte, öğrenciye o şekilde öğretilmekte, Yunan tarihi “demokrasinin beşiği” diye lanse edilmektedir. Hâlbuki “demokrasi” kelimesinin türediği o dönemde Platon bile, “demokrasi” diye dayatılan kavrama karşı çıkmış ve bu kavramın ehil ellere düşmediği durumda diktatörlüğe dönüşeceğini vurgulamıştır. Bu yöntemin bir aldatmaca olduğunu, eşitliğin adalet olmadığını söylemiştir. Demokrasi meselesi, çok su götüren bir meseledir; burada konu, Batı’nın hayranı olanlara, onların sistemlerinin insanî olmadığını, İslâmî olanın insanî olduğunu hatırlatmak ve kendi tarihimizi doğru öğrenmemiz gerektiğini vurgulamak üzerinedir.

Meselâ bu konuda en vahim örneklerden biri de şudur: Tarih öğretmenleri öğrencilerimize, “tarihte ilk yazılı anayasa” olarak “Magna Carta’yı” öğretirler. Magna Carta’nın yazım tarihi 1215’tir. Hâlbuki ondan 6 yüzyıl öncesine ait “Medine Vesikası”, yazılı ilk anayasadır. Daha biz Orhun Kitabeleri ile uğraşırken, ondan yıllar öncesinde yazılan Medine Vesikası’nı hiç anmaz, Magna Carta’yı tarihî bir ilerleme olarak öğrenciye öğretiriz. Ama Medine Vesikası gibi döneminin en önemli yazılı anayasasından müfredat gereği bahsetmeyiz. Aynı Magna Carta gibi, “İnsanlığa eşitliği getirdi” diye bize dayatılan “Fransız İhtilâli” de böyledir.

Aslında imparatorlukları parçalayan metinlerden biri de, Fransızların “İnsan Hakları Beyannamesi”dir. Evveli de vahşettir, kandır, ahiri de. Evet, güneydoğumuzda kan akıyorsa, ırkçılık kaşınıp ülkeler bölünüyorsa, bunun altında yatan da insan haklarını “beyanname” ile yiyen 1789 tarihli metindir.

İhtilâlden önce Fransa ve Avrupa

Fransız İhtilâli kanlıydı da öncesi çok mu huzurluydu? Hasta Avrupa’nın dünü bugünü hep kanlıdır. Ezilen ve yok edilen halkın, bir avuç Jakoben kesimin diktasına yapılan başkaldırısıydı ihtilâl, ama ondan sonra bütün beşerî sistemler gibi Fransız İhtilâli de dünyayı kasıp kavurdu, milyonlarca insanı yedi.

Giyotinler, idamlarla gelen ve insanlığa “insan hakları” denilerek lanse edilen “ırkçı, ferdiyetçi, egoist” akım, 1789 İhtilâli’nin öncesi ve sonrası uygulanan cezalar, yakılarak yapılan infazlar…

Fransız İhtilâli’ni doğuran sebepleri hatırlayalım: Kral 16. Louis’in yönetimindeki Fransa, tam bir despotizme şahit oluyordu. Polisler haksız yere, canları kimi isterse tutukluyor, tutuklananlar hapishanelerden ve işkencelerden geçiriliyordu. 16. Louis kitap okumayı halka yasaklıyor, halkın açlıktan kırıldığı yıllarda, Kraliçe Marie-Antoinette ise ziyafetler ve eğlenceler tertip ediyordu.

Toplum “soylular, ruhbanlar ve köleler” şeklinde gruplara ayrılıyordu aynı Roma’daki plepler ve patriciler gibi. Batı’nın ruhunda var ezenle ezilen, üst ile alt sistemi kurmak. Meselâ Titanik’te o kadar insanın ölmesinin bir sebebinin de filikalara önce aristokratları ve burjuva kesimini almak için adam seçmeleri olduğunu biliyoruz. Eğer Hindistan’da Kast sistemi varsa, emin olun ki o da Batı’nın aşılaması ile olmuştur. Çünkü Batı ayrıştırmayı, ezenle ezilen arasında üst-alt sınıf oluşturmayı kendine ilke edinmiştir. Hayat ve insanlık anlayışları şöyledir: Kendilerinin dışındaki bütün insanlar onlara hizmet için yaratılmıştır.

Sapık ideolojiler üreten Batı’nın tek derdi sekülerizmdir. Batı’da doğan kapitalizm ve Makyevelizmin -örümceğin kesesinde üreyip etrafa yayılması gibi- veletlerinin dünyaya yayılması, 15. yüzyılın sonlarında kadar uzanır. Rusya'da doğan komünizm ve sosyalizm 18. yüzyıla dayanır. Bu iki tarafın veletlerinden ülkeme gelenleri, hâlâ günümüzde bile kanımızı emmeye devam ediyorlar.

Fransız İhtilâli’ni hatırlamaya devam edelim…

J.J. Rousseau’nun da kaldığı Bastille Hapishanesi’nde başlayan ve sonra halka yayılan isyan sonrası Kral ve Kraliçe, 21 0cak 1793’te idam edilir. Bunların idamı ile akan kan son bulmamış, bilâkis yeni başlamıştır. Jakobenler, Jirondenler halkı kışkırtmış, kendinden önceki selefleri gibi baskı ve kan dökmede ileri gitmiş, Fransız Devrimi’nden sonra öldürülen, giyotine gönderilen ve başı kesilen insanların sayısı binlerle ifade edilir olmuştur. Sokaktaki insanlar ne olduğunu anlamadan ölüyor, çatışmalar, tutuklamalar, isyanlar, hızını alamayan ihtilâlciler hastanelere dahi saldırıyor, yataklarında yatan hastaları dahi öldürüyorlardı. Evet, Fransız İhtilâli “özgürlük ve eşitlik” getirmişti(!). Beşerî her ideoloji, her “-izm” ve her isyan gibi, Fransa’nın özgürlük hareketi de zulüm getirmişti. Lâkin bunun rağmına, tarih kitaplarına, “insanlığa getirilen bir lütuf, hakiki adalet” gibi geçecek, ihtilâlcilerin tüm dünyaya yayılan vahşetleri gizlenecekti. Papazlar ve rahipler öldürülüp kiliseler yağmalanacak, sokaklar kan deryasına dönüşecek ve bu durum Fransa’dan bütün dünyaya yayılacak, ülkeler bölünecek, milyonlar ölecek, adına da “özgürlük ve eşitlik” denilecekti.

İhtilâlin başaktörü olan “Baldırı Çıplaklar”, bu adı, soyluların giydikleri taytı giymeyi reddettikleri için almışlardı. Senatoyu ele geçirip kanlı ihtilâlin hızla yayılması için ellerinden geleni yapmışlardır.

Savaş suçu ve işkence Batı’nın işidir. Lâkin tüm dünya bunları unutur. Batı’nın birer piyonu olarak emperyalistlerin bilinçli bir şekilde kurup yönettikleri DAEŞ gibi terör örgütleriyle İslâm kötülenir, kendi kirlilikleri gizlenir.

Ünlü pozitivist August Comte dahi Fransız İhtilâli’ne karşı çıkmıştır. Diğer ülkeler Fransa’da çıkan bu akımın kendi ülkelerine sıçrayacağını, iç savaşlara sebep olacağını kestirdikleri için Fransa’ya savaş açmışlardı. Ama korkunun ecele faydası olmayacak, bu hareket virüs gibi tüm dünyaya tedricen yayılacaktı.

“Fransız Devrimi unutulmaz katliamlara sahne olur. Parisli Baldırı Çıplaklar, 2-7 Eylül tarihleri arasında ihtilâlci psikozuyla aristokratları temizlemek amacıyla hapishanelere ve hastanelere saldırırlar. Katliamda 1300’ün üzerinde insan öldürülür. Bunların içinde aristokratlar, birçok tutuklu papaz, rahip, mahkûm ve hasta bulunmaktadır.”

Kısacası “İnsan Hakları Beyannamesi” ve “özgürlük” diyerek kan getirdi bu ihtilâl.

Afrika’da Fransız sömürüsü

Özgürlükler ülkesi Fransa’nın Afrika’yı nasıl köleleştirip fakirleştirdiğinden de bahsetmek gerekir.

“Son araştırmalar, Amerika’nın keşfinden itibaren köle ticaretinin yasaklandığı yüzyıl sonuna dek ihraç edilen Zencî köle sayısının yaklaşık 10 milyon olduğunu göstermektedir. 1700’lü yıllardan itibaren Amerika’ya gönderilen köle sayısı yılda ortalama 40 bin dolaylarında iken, bu rakam 1780’lerde senede 100 bine çıkar ve bu rakamın yarısı İngiliz köle ticareti hegemonyası altındadır. Köleler genellikle maden ocaklarında ve tarımda çalıştırılmaktadır. Kızılderililer kadar Siyah Afrikalılar da köle ticaretine maruz kalmışlardır. Tabiî bu arada bu insan avının bir ticarete dönüşmesi kıyımlara da neden olmuştur. Afrika’da sık sık baskın ve talanla köle avlanır. Bunu kazanç kaynağı yapan birlikler oluşur. Bir köle ‘kazanmak’ için en az beş köle ölür ya da öldürülür veya çoğu uzun yolculuklarda, gemilerde telef olur.”

Fransa koskoca kıtayı nasıl sömürmeye başladı?

“Fransız General Faidherbe, 1857’de ‘Tirailleurs Sénégalais’ isimli bir birlik kurdu. Düzenli birlikler hâlinde silahaltına alınan bu insanlar önce bütün Afrika kıtasının işgalinde yardımcı birlikler olarak kullanıldılar. Ardından her iki dünya savaşında çarpıştırılmak üzere Osmanlı toprakları ve Avrupa’daki cephelere sevk edildiler. Bu birliklere Hint alt kıtasından da binlerce asker dâhil etmişti.

Askere alınırken, cephelere sevk edilirken ve özellikle cephelerde çarpışırken bunların çoğu öldü. Yaralılar ve sağlam kalan askerler ise savaş sonrasında, uğruna savaştırıldıkları hiçbir ülke tarafından kendilerine vatandaşlık hakkı dâhil herhangi bir hak verilmeden ülkelerine gönderildiler. Afrika kıtasına yöneldiler ve yaklaşık 400 yıl boyunca bu kıtadan 20 milyondan fazla insanı dünyanın dört bir tarafındaki sömürgelerine yerleştirdiler. Yolculuk esnasında her türlü kötü şarttan dolayı ölenlerin sayısının sağ götürülenlerden fazla olduğu bilinmektedir.

Portekiz ve Fransa, tarih boyunca kültür sömürgeciliği konusunda öne çıkan devletlerin başında geldi. Bu bağlamda modern sömürgecilik her ne kadar Portekizlilerle başlamışsa da Afrika’da Batı sömürgeciliği Fransa ile başlamıştı. Afrika, Avrupalılarca keşfedilişini müteakiben hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri tarafından sömürgecilik faaliyetlerine maruz kaldı.

19. yüzyılın başından itibaren dünyanın birçok bölgesini sömürgeleştiren II. ve III. Cumhuriyet Fransa’sı, Asya ve Afrika sömürge imparatorluğunu böylece kurmuş oldu. Sırasıyla işgal ettiği topraklar şöyledir: 1830-1847 yılları arasında Cezayir, 1839’da Gabon, 1854’te Moritanya, 1855’te Senegal, Gine ve Fildişi Sahili’nde bazı yerler, 1859’da Kongo, 1859-1867’de Cochinchine ve Kamboçya, 1881’de Tunus, 1884’de Tonkin ve Annam, 1886’da Kamer Adaları, 1885’te Madagaskar, 1888’de Cibuti, 1892’de Segu (Mali), 1898’de Benin (Dahomey), 1901-1913 yılları arasında Orta Afrika ve Çad, 1912’de Fas.

Fransızların topraklarına 1854’te el koyduğu Moritanya’nın Trarza bölgesindeki Oualo’nın emiri Muhammed el-Habid, 1864’te el koyduğu Senegal’den Çad’a kadar uzanan toprakların hâkimi El-Hac Ömer ve 1887’de işgal ettiği Gambiya’nın hâkimi Mamadu Lamine gibi Müslüman önderler genellikle idam edildiler. Sudan asıllı Rabah b. Fazlallah’ın eski Bornu Sultanlığı ile diğer küçük sultanlıkları birleştirerek kurduğu ve ‘Rabah Devleti’ olarak bilinen Orta Afrika’nın son büyük ülkesi, Nisan 1901’de Fransızların bütün Afrika’daki birliklerinin saldırısı karşısında yenildi, Batı ve Orta Afrika’nın bağımsız son büyük devlet başkanı da Fransızlar tarafından başı kesilerek öldürüldü.

Tunus, Sahra, Batı Afrika, Ekvator Afrika’sı, Annam, Tonkin, Laos, Madagaskar ve Fas, III. Cumhuriyet döneminde kurulan Fransız sömürgeleriydi.” (A.Ü. Tarih Bölümü, Afrika Sömürge Tarihi, 3. Ünite.)

Fransa, diğer Avrupa emperyalist devletleri gibi kültür ve din alanında en büyük sömürüyü yaparak ve halkı uyuşturarak kanını sömürdü; Oryantalizm, tamamen bu niyetlerle ortaya çıkmış bir kavramdı. Sömürdükleri ülkelerin sadece maddî kaynaklarını değil, onları ayakta tutan manevî kaynaklarını da ellerinden alıyorlardı ki, kendilerine her bakımdan bağımlı ülkeler oluşsun.

“Sömürgelerde başlayan Hıristiyanlaştırma faaliyetleri bilhassa Cardinal Lavigerie’nin 1867’de Cezayir Başpapazı tayin edilmesiyle yoğunlaştı ve kurduğu Beyaz Rahipler (Pères Blancs) ve Beyaz Rahibeler (Soeurs Blanches), buradan bütün Afrika’da en büyük misyonerlik faaliyetlerini başlattılar. Bu konuda Fransız Katolikleri ile Protestanları arasında bir fark olmayıp, Afrika dâhil bütün sömürgelerde kurdukları teşkilatlar vasıtasıyla Hıristiyanlaştırma faaliyetlerini sürdürdüler.

1895’te Madagaskar’daki Katolik ve Protestanlar, açtıkları okullara 100 binden fazla öğrenci topladılar. Asya ve Afrika’da sömürgeci güçlere karşı başlatılan bağımsızlık savaşlarından başarıyla çıkan küçük devletler, bu defa da ekonomik, iktisadî tüm zenginliklerinin talan edilmiş olması ve sosyal ve de siyasî yapılarının altüst edilmiş olması nedeniyle artık dünyaya hâkim olan kapitalist sistem karşısında zor duruma düşmüşlerdi.

Üçüncü dünya ülkesi olarak nitelendirilen bu devletler, bağımsızlıklarını alırken sömürge devletlerine ekonomik birtakım ayrıcalıklar da vermek zorunda kalmışlardı. 20. yüzyıldan itibaren yeni sömürgecilik, bu devletlerin, ekonomik ve sosyal kalkınma için zengin devletlerin yatırım ve malî desteklerine ihtiyaç duyması ile başlayan bir süreçti. Bu süreci sömürge devletlerinin, sömürge alanlarındaki yerli halkın önde gelenleri, kabile reisleri ve yerli aydınlarıyla birtakım çıkar ilişkilerine girmesi, bu kimselerin yönetim kadrolarına gelmelerini sağlaması takip ediyordu. Yönetim kadrolarında genellikle sömürgeci devletlerin etkisinde olanların bulunduğu fakir devletler, ticaret ve sosyal alanda kalkınabilmek için sömürge devletlerine borçlandılar. Aldıkları borçları kısıtlı alanlarda kullanabiliyor olmaları, bu borçlanmanın giderek bir bağımlılığa dönüşmesine ve dolayısıyla bağımsızlıklarının ipotek altına girmesine neden oldu.” (A.g.e.)

Yani maddî ve manevî anlamda koca Afrika kıtasını, kendilerine bağımlı, yoksulluk ve sefalet içinde kalan bir kıta hâline getirdiler. 2. Dünya Savaşı’na kadar Fransa ve İngiltere dünyayı sömürecek, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da sömürü yapmada bayrağını Amerika alacaktı.

Evet, Fransa, Afrika kıtasında sömürü yaptığında bütün kirli sistemleri kullanıyor, halkı önce birbirine kırdırıyor, sonra yiyip tüketiyordu. Fransa kölemenleri hem kışkırtıp silah veriyor, hem de “Kölemenlerin baskısını engelleyeceğiz’ diyerek işgal girişiminde bulunuyordu. Uyanıp birleşmesinler diye ya satılık kişiliksiz yöneticilerle anlaşıyor ya da onlardan görünüyordu. Örneğin Mısır’ı işgal eden Napolyon, halkın tepkisini çekmemek için şalvar giyip sarık takıyor, ayet dahi söylüyordu. Halkın arasında Müslüman olduğu söylentisi yayılıyor, böylece Osmanlı’nın da tepkisini çekmemiş oluyor, Müslümanların birlik olmasını engellemiş gibi görünüyordu. Hâlbuki zehirli bal ikram eden Fransa, uyuşturarak işgal edip sömürecek ve onların ülkelerini Osmanlı’dan koparacaktı. Ta ki İngilizler sömürge yarışında onları geçene dek, “Her millete bir devlet” diyerek ülkeleri paramparça edeceklerdi. Napolyon’un bu yaptıkları, bugün güneydoğumuzda geleneksel kıyafetler giyip oranın halkının hakkını savunmaya kalkmış koyun postuna bürülü kurtlarla nasıl da benzeşiyor!

Fransa’nın Cezayir ve Ruanda katliamları

Fransızlar geçmişte, sömürgelerinde yaptıkları katliamlarla bilinirler. Cezayir'de 1 buçuk milyon insanı katlettiler. Ruanda'da, 90'lı yıllarda Hutu ve Tutsi kabilelerini birbirlerine kırdırdılar.        “Fransa’nın tarihi soykırım ve katliamlarla dolu” derken bu yüzden mübalağa yapmadık. 1830’da sömürge olarak işgal ettikleri Cezayir’de her türlü insanlık suçunu çekinmeden işleyen Fransızlar, 1962’de bağımsızlığını kazanana kadar ülkede çeşitli soykırımlar ve katliamlar da gerçekleştirdiler.

Bağımsızlık savaşı veren yüzbinlerce Cezayirliyi katleden Fransızların 2 buçuk milyon Cezayirliyi tehcire tâbi tuttukları biliniyor. Cezayir’de 100 yılı aşkın süre her türlü insanlık suçunu işleyen Fransızların bağımsızlık savaşında 8 bin köyü yok ettiği de çeşitli kaynaklarda yer alıyor. Kaynaklarda Fransa tarihini araştıranlar, pek çok mide bulandırıcı resimleri de göreceklerdir. Örneğin Cezayir’de kadınlara saldıran Fransa askerlerinin soğuk su hortumları ile bir hayvanı yıkar gibi kızları hortumla yıkayarak tecavüze hazırladıkları, sonra o kızların çıplak hâlleri ile resimlerini çektiklerini göreceklerdir. Eli kolu parçalanmış cesetler, işkence ile öldürülmüş, derileri yüzülmüş insanlar…

Hitler’i kınayan dünya tarih kitapları, Fransızların Cezayirlileri nasıl diri diri kireç kuyularında yakarak ve boğarak öldürdüklerini yazmazlar. Yine 1945’te, daha “dün” denilecek yakın tarihte Cezayir’e toplu katliam yapan Fransızları neden kimse anlatamaz, sonra kalkıp “demokrasi ve insan hakları” teraneleri ile dünyaya ders vermeye kalkar, Türkiye’nin demokrasisine puan vermeye yeltenirler?

Bizim tarih kaynaklarına inanmayanlara ithafen, buyurun onların Wikipedia’sından kısa bir pasaj:

Fransız yönetimi altında 1 buçuk milyon kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleden geçmiştir. 8 Mayıs 1945’te, Setif şehrinde savaştan sonra vadedilen bağımsızlık için gösteri yapan halka makinalı tüfek ile ateş açılmış, binlerce kişi öldürülmüştür. Fransa, olaylardaki sorumluluğunu kabul etmemektedir. Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Bouteflika ise, Fransa'nın Cezayir'de sadece insanlara karşı değil, insanların kimlikleri ve kültürlerine karşı da bir soykırım uyguladığını iddia etmiştir.

Cezayirli üst düzey bir idareci olan ve Mayıs 1945 Vakfı'nın Başkanı olan Muhammed el-Korso, ‘Fransızlar ve uluslararası kamuoyu bilmelidir ki, Fransa, Mayıs 1945'te gerçek bir soykırım işlemiştir’ demiştir. Yine Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Bouteflika da, ‘Cezayir, sömürgecilik ve bağımsızlık savaşı dönemlerinde işlenen tüm bu suçların Fransa tarafından kabul edilmesini beklemeyi hiçbir zaman bırakmamıştır’ demiştir.”

Paul Aussaresses’in itirafı

İşkence tekniği uzmanı ve emekli bir tuğgeneral olan Paul Aussaresses (okunuşu “Osares”), SDECE’ye (Service de Documentation Extérieure et de Contre-Espionnage/ bugünkü Direction Générale de la Sécurité Extérieure) bağlı bir istihbarat subayı olarak 1955'te Cezayir'e tayin edilmiş ve FLN'yi bastırmak için Tuğgeneral Jacques Massu komutasındaki 10. Hava İndirme Tugayı'na bağlı özel timi komuta etmişti. Paul Aussaresses, hatıralarında bu görevdeyken en az bin 509 kişiyi yargısız infaz ettiğini itiraf etti.

Savaş suçu ve işkence Batı’nın işidir. Lâkin tüm dünya bunları unutur. Batı’nın birer piyonu olarak emperyalistlerin bilinçli bir şekilde kurup yönettikleri DAEŞ gibi terör örgütleriyle İslâm kötülenir, kendi kirlilikleri gizlenir. Onlar insan eti yiyen vampirlerdir.

Ahmet Gürkan, “İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi” kitabında “Azilerdeb Hieronyum (ölüm: 420), kendi zamanında, Galya’da insan eti yiyenlerin bulunduğunu yazar, başka kabileler için ne diyebilirim? Ben, kendi gençliğimde, Galya’da bir Britanya kabilesi olan Attikaların insan eti yediklerini gözlerimle gördüm” der. Evet, Ahmet Gürkan bu kitabında bulunan “Fransız İhtilâli’ne Kadar Avrupa’daki Hayat, Edep, Ahlâk, Terbiye ve Başka Gelenekler” başlıklı bölüme insan eti yiyen Galyalılardan bahseden azizin bu sözü ile başlar. O dönemlerde İngiltere ve Fransa’daki sapık ve insanlık dışı yaşam tarzından bahseder ki, ben bir bayan olarak burada yazmaya teeddüp ederim.

Ne demişti Voltaire? “Eğer ki bir filozof dünya üzerinde olan biteni anlamak istiyorsa, önce bütün Batı’nın her şeyini borçlu olduğu Doğu’ya yüzünü dönmelidir.”

Avrupa benmerkezli narsisist bir insan tipi, sömürgeci toplum ve yaşanmaz bir dünya oluşturdu. “İyilik”, “erdem” gibi kavramlar İslâmî kesimde, saygı ve fedakârlık Doğu’da kaldı. Batı zulümle parayı aldı, sömürerek zenginliği çaldı, dünyayı yaşanmaz ve güvensiz bir yer hâline getirdi.

Kendi değerlerimizin kıymetini bilmek, kendimize yüzümüzü dönmek temennisi ile…