DAHA önce yayınlanan
“Biz de Avrupa’nın sömürge tarihini oylayalım” yazı dizimize devam ediyoruz...
Portekizliler,
İspanyollar ve İngilizleri yazdık; lâkin dünyada kıyım yaparak sömürge olmuş
ülkelerden Fransa’yı bu bağlamda atlamak olmazdı. Zira dünyaya demokrasi dersi
veren Fransa’nın kanlı ellerini yüzlerine çarpmak gerekir ki Türkiye’deki
demokrasiyi AB için oylarken bir kez daha düşünsünler.
Fransa’nın
tarihi kan ve vahşet dolu iken, insanlığa demokrasi dersi vermeye kalkması
komik bir durumdur. Bugün Güneydoğu Anadolu bölgemizde “Kürtçülük” adına kan
akıyorsa, bu, tamamıyla Fransız İhtilâli’nin sonucudur. Ne alâkası mı var? Çünkü
bu ihtilâlle başlayan ırkçılık akımını emperyalist güçler, sömürecekleri
ülkelere zerk ederek onları bölmek için güçlü bir yöntem olarak uygulamışlardır.
Napolyon, “Her millete bir devlet” söylemi ile birlikte, “Her ırk kendi
devletini kursun, ülkeler parçalansın, imparatorluklar bölünsün!” demeye
getirmiş, nitekim dört büyük imparatorluk bölünmüş, Arnavutluk, Şam ve Mısır,
32 devlet ile bizden kopmuştur. Bugün “ezilmiş halk” teraneleri ile aynı ırkçı
söylemleri kullanıp isyana sürüklenmiş güneydoğuyu bölmek için de aynı
yöntemler kullanılmaktadır.
İtalyanların,
İngilizlerin, Rusların, Fransızların ve Germenlerin dedeleri olan Vizigotların,
Ostorogotların, Vikinglerin, Vandalların, Frankların kanlı tarihini yazmaya
kalksak, ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Bizse sadece yakın sömürge
tarihini hatırlamaya çalışıyoruz. Batı’nın fi tarihi, sömürge, kan ve vahşetle
başlamıştır, şimdi de öyle devam etmektedir.
Evet,
anlattığımız dönemin birinci sömürgesi İspanya, sonra Hollanda, sonra Fransa,
daha sonra İngiltere ve Amerika’dır. Lâkin onlar kendi tarihlerini başka türlü
yazmış, korsanlarını ve haydutlarını birer kahraman gibi lanse etmişlerdir.
Ülkemizde
tarih, -mateessüf- yabancı kaynaklardan öğrenilmekte, öğrenciye o şekilde
öğretilmekte, Yunan tarihi “demokrasinin beşiği” diye lanse edilmektedir. Hâlbuki
“demokrasi” kelimesinin türediği o dönemde Platon bile, “demokrasi” diye
dayatılan kavrama karşı çıkmış ve bu kavramın ehil ellere düşmediği durumda
diktatörlüğe dönüşeceğini vurgulamıştır. Bu yöntemin bir aldatmaca olduğunu,
eşitliğin adalet olmadığını söylemiştir. Demokrasi meselesi, çok su götüren bir
meseledir; burada konu, Batı’nın hayranı olanlara, onların sistemlerinin insanî
olmadığını, İslâmî olanın insanî olduğunu hatırlatmak ve kendi tarihimizi doğru
öğrenmemiz gerektiğini vurgulamak üzerinedir.
Meselâ
bu konuda en vahim örneklerden biri de şudur: Tarih öğretmenleri öğrencilerimize,
“tarihte ilk yazılı anayasa” olarak “Magna Carta’yı” öğretirler. Magna Carta’nın
yazım tarihi 1215’tir. Hâlbuki ondan 6 yüzyıl öncesine ait “Medine Vesikası”,
yazılı ilk anayasadır. Daha biz Orhun Kitabeleri ile uğraşırken, ondan yıllar
öncesinde yazılan Medine Vesikası’nı hiç anmaz, Magna Carta’yı tarihî bir ilerleme
olarak öğrenciye öğretiriz. Ama Medine Vesikası gibi döneminin en önemli yazılı
anayasasından müfredat gereği bahsetmeyiz. Aynı Magna Carta gibi, “İnsanlığa
eşitliği getirdi” diye bize dayatılan “Fransız İhtilâli” de böyledir.
Aslında
imparatorlukları parçalayan metinlerden biri de, Fransızların “İnsan Hakları
Beyannamesi”dir. Evveli de vahşettir, kandır, ahiri de. Evet, güneydoğumuzda
kan akıyorsa, ırkçılık kaşınıp ülkeler bölünüyorsa, bunun altında yatan da
insan haklarını “beyanname” ile yiyen 1789 tarihli metindir.
İhtilâlden
önce Fransa ve Avrupa
Fransız
İhtilâli kanlıydı da öncesi çok mu huzurluydu? Hasta Avrupa’nın dünü bugünü hep
kanlıdır. Ezilen ve yok edilen halkın, bir avuç Jakoben kesimin diktasına
yapılan başkaldırısıydı ihtilâl, ama ondan sonra bütün beşerî sistemler gibi
Fransız İhtilâli de dünyayı kasıp kavurdu, milyonlarca insanı yedi.
Giyotinler,
idamlarla gelen ve insanlığa “insan hakları” denilerek lanse edilen “ırkçı,
ferdiyetçi, egoist” akım, 1789 İhtilâli’nin öncesi ve sonrası uygulanan
cezalar, yakılarak yapılan infazlar…
Fransız
İhtilâli’ni doğuran sebepleri hatırlayalım: Kral 16. Louis’in yönetimindeki Fransa,
tam bir despotizme şahit oluyordu. Polisler haksız yere, canları kimi isterse tutukluyor,
tutuklananlar hapishanelerden ve işkencelerden geçiriliyordu. 16. Louis kitap okumayı
halka yasaklıyor, halkın açlıktan kırıldığı yıllarda, Kraliçe Marie-Antoinette
ise ziyafetler ve eğlenceler tertip ediyordu.
Toplum
“soylular, ruhbanlar ve köleler” şeklinde gruplara ayrılıyordu aynı Roma’daki plepler
ve patriciler gibi. Batı’nın ruhunda var ezenle ezilen, üst ile alt sistemi
kurmak. Meselâ Titanik’te o kadar insanın ölmesinin bir sebebinin de filikalara
önce aristokratları ve burjuva kesimini almak için adam seçmeleri olduğunu
biliyoruz. Eğer Hindistan’da Kast sistemi varsa, emin olun ki o da Batı’nın
aşılaması ile olmuştur. Çünkü Batı ayrıştırmayı, ezenle ezilen arasında üst-alt
sınıf oluşturmayı kendine ilke edinmiştir. Hayat ve insanlık anlayışları şöyledir:
Kendilerinin dışındaki bütün insanlar onlara hizmet için yaratılmıştır.
Sapık
ideolojiler üreten Batı’nın tek derdi sekülerizmdir. Batı’da doğan kapitalizm
ve Makyevelizmin -örümceğin kesesinde üreyip etrafa yayılması gibi- veletlerinin
dünyaya yayılması, 15. yüzyılın sonlarında kadar uzanır. Rusya'da doğan
komünizm ve sosyalizm 18. yüzyıla dayanır. Bu iki tarafın veletlerinden ülkeme
gelenleri, hâlâ günümüzde bile kanımızı emmeye devam ediyorlar.
Fransız
İhtilâli’ni hatırlamaya devam edelim…
J.J.
Rousseau’nun da kaldığı Bastille Hapishanesi’nde başlayan ve sonra halka yayılan
isyan sonrası Kral ve Kraliçe, 21 0cak 1793’te idam edilir. Bunların idamı ile
akan kan son bulmamış, bilâkis yeni başlamıştır. Jakobenler, Jirondenler halkı
kışkırtmış, kendinden önceki selefleri gibi baskı ve kan dökmede ileri gitmiş,
Fransız Devrimi’nden sonra öldürülen, giyotine gönderilen ve başı kesilen
insanların sayısı binlerle ifade edilir olmuştur. Sokaktaki insanlar ne
olduğunu anlamadan ölüyor, çatışmalar, tutuklamalar, isyanlar, hızını alamayan ihtilâlciler
hastanelere dahi saldırıyor, yataklarında yatan hastaları dahi öldürüyorlardı.
Evet, Fransız İhtilâli “özgürlük ve eşitlik” getirmişti(!). Beşerî her ideoloji,
her “-izm” ve her isyan gibi, Fransa’nın özgürlük hareketi de zulüm getirmişti.
Lâkin bunun rağmına, tarih kitaplarına, “insanlığa getirilen bir lütuf, hakiki
adalet” gibi geçecek, ihtilâlcilerin tüm dünyaya yayılan vahşetleri
gizlenecekti. Papazlar ve rahipler öldürülüp kiliseler yağmalanacak, sokaklar
kan deryasına dönüşecek ve bu durum Fransa’dan bütün dünyaya yayılacak, ülkeler
bölünecek, milyonlar ölecek, adına da “özgürlük ve eşitlik” denilecekti.
İhtilâlin başaktörü olan “Baldırı Çıplaklar”, bu adı, soyluların giydikleri taytı giymeyi reddettikleri için almışlardı. Senatoyu ele geçirip kanlı ihtilâlin hızla yayılması için ellerinden geleni yapmışlardır.
Savaş suçu ve işkence Batı’nın işidir. Lâkin tüm dünya bunları unutur. Batı’nın birer piyonu olarak emperyalistlerin bilinçli bir şekilde kurup yönettikleri DAEŞ gibi terör örgütleriyle İslâm kötülenir, kendi kirlilikleri gizlenir.
Ünlü
pozitivist August Comte dahi Fransız İhtilâli’ne karşı çıkmıştır. Diğer ülkeler
Fransa’da çıkan bu akımın kendi ülkelerine sıçrayacağını, iç savaşlara sebep
olacağını kestirdikleri için Fransa’ya savaş açmışlardı. Ama korkunun ecele
faydası olmayacak, bu hareket virüs gibi tüm dünyaya tedricen yayılacaktı.
“Fransız
Devrimi unutulmaz katliamlara sahne olur. Parisli Baldırı Çıplaklar, 2-7 Eylül
tarihleri arasında ihtilâlci psikozuyla aristokratları temizlemek amacıyla
hapishanelere ve hastanelere saldırırlar. Katliamda 1300’ün üzerinde insan
öldürülür. Bunların içinde aristokratlar, birçok tutuklu papaz, rahip, mahkûm
ve hasta bulunmaktadır.”
Kısacası
“İnsan Hakları Beyannamesi” ve “özgürlük” diyerek kan getirdi bu ihtilâl.
Afrika’da
Fransız sömürüsü
Özgürlükler
ülkesi Fransa’nın Afrika’yı nasıl köleleştirip fakirleştirdiğinden de bahsetmek
gerekir.
“Son araştırmalar,
Amerika’nın keşfinden itibaren köle ticaretinin yasaklandığı yüzyıl sonuna dek
ihraç edilen Zencî köle sayısının yaklaşık 10 milyon olduğunu göstermektedir.
1700’lü yıllardan itibaren Amerika’ya gönderilen köle sayısı yılda ortalama 40
bin dolaylarında iken, bu rakam 1780’lerde senede 100 bine çıkar ve bu rakamın
yarısı İngiliz köle ticareti hegemonyası altındadır. Köleler genellikle maden
ocaklarında ve tarımda çalıştırılmaktadır. Kızılderililer kadar Siyah
Afrikalılar da köle ticaretine maruz kalmışlardır. Tabiî bu arada bu insan
avının bir ticarete dönüşmesi kıyımlara da neden olmuştur. Afrika’da sık sık
baskın ve talanla köle avlanır. Bunu kazanç kaynağı yapan birlikler oluşur. Bir
köle ‘kazanmak’ için en az beş köle ölür ya da öldürülür veya çoğu uzun
yolculuklarda, gemilerde telef olur.”
Fransa koskoca
kıtayı nasıl sömürmeye başladı?
“Fransız General
Faidherbe, 1857’de ‘Tirailleurs Sénégalais’ isimli bir birlik kurdu. Düzenli
birlikler hâlinde silahaltına alınan bu insanlar önce bütün Afrika kıtasının
işgalinde yardımcı birlikler olarak kullanıldılar. Ardından her iki dünya savaşında
çarpıştırılmak üzere Osmanlı toprakları ve Avrupa’daki cephelere sevk
edildiler. Bu birliklere Hint alt kıtasından da binlerce asker dâhil etmişti.
Askere alınırken,
cephelere sevk edilirken ve özellikle cephelerde çarpışırken bunların çoğu
öldü. Yaralılar ve sağlam kalan askerler ise savaş sonrasında, uğruna
savaştırıldıkları hiçbir ülke tarafından kendilerine vatandaşlık hakkı dâhil
herhangi bir hak verilmeden ülkelerine gönderildiler. Afrika kıtasına
yöneldiler ve yaklaşık 400 yıl boyunca bu kıtadan 20 milyondan fazla insanı
dünyanın dört bir tarafındaki sömürgelerine yerleştirdiler. Yolculuk esnasında
her türlü kötü şarttan dolayı ölenlerin sayısının sağ götürülenlerden fazla
olduğu bilinmektedir.
Portekiz ve Fransa,
tarih boyunca kültür sömürgeciliği konusunda öne çıkan devletlerin başında
geldi. Bu bağlamda modern sömürgecilik her ne kadar Portekizlilerle başlamışsa
da Afrika’da Batı sömürgeciliği Fransa ile başlamıştı. Afrika, Avrupalılarca
keşfedilişini müteakiben hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri tarafından
sömürgecilik faaliyetlerine maruz kaldı.
19. yüzyılın
başından itibaren dünyanın birçok bölgesini sömürgeleştiren II. ve III.
Cumhuriyet Fransa’sı, Asya ve Afrika sömürge imparatorluğunu böylece kurmuş
oldu. Sırasıyla işgal ettiği topraklar şöyledir: 1830-1847 yılları arasında
Cezayir, 1839’da Gabon, 1854’te Moritanya, 1855’te Senegal, Gine ve Fildişi
Sahili’nde bazı yerler, 1859’da Kongo, 1859-1867’de Cochinchine ve Kamboçya,
1881’de Tunus, 1884’de Tonkin ve Annam, 1886’da Kamer Adaları, 1885’te
Madagaskar, 1888’de Cibuti, 1892’de Segu (Mali), 1898’de Benin (Dahomey),
1901-1913 yılları arasında Orta Afrika ve Çad, 1912’de Fas.
Fransızların topraklarına
1854’te el koyduğu Moritanya’nın Trarza bölgesindeki Oualo’nın emiri Muhammed el-Habid,
1864’te el koyduğu Senegal’den Çad’a kadar uzanan toprakların hâkimi El-Hac
Ömer ve 1887’de işgal ettiği Gambiya’nın hâkimi Mamadu Lamine gibi Müslüman
önderler genellikle idam edildiler. Sudan asıllı Rabah b. Fazlallah’ın eski
Bornu Sultanlığı ile diğer küçük sultanlıkları birleştirerek kurduğu ve ‘Rabah
Devleti’ olarak bilinen Orta Afrika’nın son büyük ülkesi, Nisan 1901’de
Fransızların bütün Afrika’daki birliklerinin saldırısı karşısında yenildi, Batı
ve Orta Afrika’nın bağımsız son büyük devlet başkanı da Fransızlar tarafından
başı kesilerek öldürüldü.
Tunus, Sahra, Batı
Afrika, Ekvator Afrika’sı, Annam, Tonkin, Laos, Madagaskar ve Fas, III.
Cumhuriyet döneminde kurulan Fransız sömürgeleriydi.” (A.Ü. Tarih Bölümü, Afrika
Sömürge Tarihi, 3. Ünite.)
Fransa, diğer
Avrupa emperyalist devletleri gibi kültür ve din alanında en büyük sömürüyü
yaparak ve halkı uyuşturarak kanını sömürdü; Oryantalizm, tamamen bu niyetlerle
ortaya çıkmış bir kavramdı. Sömürdükleri ülkelerin sadece maddî kaynaklarını
değil, onları ayakta tutan manevî kaynaklarını da ellerinden alıyorlardı ki,
kendilerine her bakımdan bağımlı ülkeler oluşsun.
“Sömürgelerde
başlayan Hıristiyanlaştırma faaliyetleri bilhassa Cardinal Lavigerie’nin 1867’de
Cezayir Başpapazı tayin edilmesiyle yoğunlaştı ve kurduğu Beyaz Rahipler (Pères
Blancs) ve Beyaz Rahibeler (Soeurs Blanches), buradan bütün Afrika’da en büyük
misyonerlik faaliyetlerini başlattılar. Bu konuda Fransız Katolikleri ile
Protestanları arasında bir fark olmayıp, Afrika dâhil bütün sömürgelerde
kurdukları teşkilatlar vasıtasıyla Hıristiyanlaştırma faaliyetlerini
sürdürdüler.
1895’te
Madagaskar’daki Katolik ve Protestanlar, açtıkları okullara 100 binden fazla
öğrenci topladılar. Asya ve Afrika’da sömürgeci güçlere karşı başlatılan
bağımsızlık savaşlarından başarıyla çıkan küçük devletler, bu defa da ekonomik,
iktisadî tüm zenginliklerinin talan edilmiş olması ve sosyal ve de siyasî yapılarının
altüst edilmiş olması nedeniyle artık dünyaya hâkim olan kapitalist sistem
karşısında zor duruma düşmüşlerdi.
Üçüncü dünya
ülkesi olarak nitelendirilen bu devletler, bağımsızlıklarını alırken sömürge
devletlerine ekonomik birtakım ayrıcalıklar da vermek zorunda kalmışlardı. 20.
yüzyıldan itibaren yeni sömürgecilik, bu devletlerin, ekonomik ve sosyal
kalkınma için zengin devletlerin yatırım ve malî desteklerine ihtiyaç duyması
ile başlayan bir süreçti. Bu süreci sömürge devletlerinin, sömürge alanlarındaki
yerli halkın önde gelenleri, kabile reisleri ve yerli aydınlarıyla birtakım
çıkar ilişkilerine girmesi, bu kimselerin yönetim kadrolarına gelmelerini
sağlaması takip ediyordu. Yönetim kadrolarında genellikle sömürgeci devletlerin
etkisinde olanların bulunduğu fakir devletler, ticaret ve sosyal alanda
kalkınabilmek için sömürge devletlerine borçlandılar. Aldıkları borçları
kısıtlı alanlarda kullanabiliyor olmaları, bu borçlanmanın giderek bir
bağımlılığa dönüşmesine ve dolayısıyla bağımsızlıklarının ipotek altına
girmesine neden oldu.” (A.g.e.)
Yani maddî ve
manevî anlamda koca Afrika kıtasını, kendilerine bağımlı, yoksulluk ve sefalet
içinde kalan bir kıta hâline getirdiler. 2. Dünya Savaşı’na kadar Fransa ve
İngiltere dünyayı sömürecek, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da sömürü yapmada
bayrağını Amerika alacaktı.
Evet, Fransa,
Afrika kıtasında sömürü yaptığında bütün kirli sistemleri kullanıyor, halkı
önce birbirine kırdırıyor, sonra yiyip tüketiyordu. Fransa kölemenleri
hem kışkırtıp silah veriyor, hem de “Kölemenlerin baskısını engelleyeceğiz’
diyerek işgal girişiminde bulunuyordu. Uyanıp birleşmesinler diye ya satılık
kişiliksiz yöneticilerle anlaşıyor ya da onlardan görünüyordu. Örneğin Mısır’ı
işgal eden Napolyon, halkın tepkisini çekmemek için şalvar giyip sarık takıyor,
ayet dahi söylüyordu. Halkın arasında Müslüman olduğu söylentisi yayılıyor,
böylece Osmanlı’nın da tepkisini çekmemiş oluyor, Müslümanların birlik olmasını
engellemiş gibi görünüyordu. Hâlbuki zehirli bal ikram eden Fransa, uyuşturarak
işgal edip sömürecek ve onların ülkelerini Osmanlı’dan koparacaktı. Ta ki
İngilizler sömürge yarışında onları geçene dek, “Her millete bir devlet” diyerek
ülkeleri paramparça edeceklerdi. Napolyon’un bu yaptıkları, bugün güneydoğumuzda
geleneksel kıyafetler giyip oranın halkının hakkını savunmaya kalkmış koyun
postuna bürülü kurtlarla nasıl da benzeşiyor!
Fransa’nın Cezayir ve Ruanda katliamları
Fransızlar geçmişte, sömürgelerinde yaptıkları
katliamlarla bilinirler. Cezayir'de 1 buçuk milyon insanı katlettiler.
Ruanda'da, 90'lı yıllarda Hutu ve Tutsi kabilelerini birbirlerine kırdırdılar.
“Fransa’nın tarihi soykırım ve
katliamlarla dolu” derken bu yüzden mübalağa yapmadık. 1830’da sömürge olarak
işgal ettikleri Cezayir’de her türlü insanlık suçunu çekinmeden işleyen
Fransızlar, 1962’de bağımsızlığını kazanana kadar ülkede çeşitli soykırımlar ve
katliamlar da gerçekleştirdiler.
Bağımsızlık
savaşı veren yüzbinlerce Cezayirliyi katleden Fransızların 2 buçuk milyon
Cezayirliyi tehcire tâbi tuttukları biliniyor. Cezayir’de 100 yılı aşkın süre
her türlü insanlık suçunu işleyen Fransızların bağımsızlık savaşında 8 bin köyü
yok ettiği de çeşitli kaynaklarda yer alıyor. Kaynaklarda Fransa tarihini
araştıranlar, pek çok mide bulandırıcı resimleri de göreceklerdir. Örneğin
Cezayir’de kadınlara saldıran Fransa askerlerinin soğuk su hortumları ile bir
hayvanı yıkar gibi kızları hortumla yıkayarak tecavüze hazırladıkları, sonra o
kızların çıplak hâlleri ile resimlerini çektiklerini göreceklerdir. Eli kolu
parçalanmış cesetler, işkence ile öldürülmüş, derileri yüzülmüş insanlar…
Hitler’i
kınayan dünya tarih kitapları, Fransızların Cezayirlileri nasıl diri diri kireç
kuyularında yakarak ve boğarak öldürdüklerini yazmazlar. Yine 1945’te, daha “dün”
denilecek yakın tarihte Cezayir’e toplu katliam yapan Fransızları neden kimse
anlatamaz, sonra kalkıp “demokrasi ve insan hakları” teraneleri ile dünyaya
ders vermeye kalkar, Türkiye’nin demokrasisine puan vermeye yeltenirler?
Bizim
tarih kaynaklarına inanmayanlara ithafen, buyurun onların Wikipedia’sından kısa
bir pasaj:
“Fransız yönetimi
altında 1 buçuk milyon kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de işkence ve
kötü muameleden geçmiştir. 8 Mayıs 1945’te, Setif şehrinde savaştan sonra vadedilen
bağımsızlık için gösteri yapan halka makinalı tüfek ile ateş açılmış, binlerce
kişi öldürülmüştür. Fransa, olaylardaki
sorumluluğunu kabul etmemektedir. Cezayir Devlet
Başkanı Abdülaziz Bouteflika ise, Fransa'nın Cezayir'de
sadece insanlara karşı değil, insanların kimlikleri ve kültürlerine karşı da
bir soykırım uyguladığını iddia etmiştir.
Cezayirli üst
düzey bir idareci olan ve Mayıs 1945
Vakfı'nın
Başkanı olan Muhammed el-Korso, ‘Fransızlar ve uluslararası kamuoyu bilmelidir
ki, Fransa, Mayıs 1945'te gerçek bir soykırım işlemiştir’
demiştir. Yine Cezayir Devlet
Başkanı Abdülaziz Bouteflika da, ‘Cezayir, sömürgecilik ve
bağımsızlık savaşı dönemlerinde işlenen tüm bu suçların Fransa tarafından kabul
edilmesini beklemeyi hiçbir zaman bırakmamıştır’ demiştir.”
Paul Aussaresses’in itirafı
İşkence tekniği
uzmanı ve emekli bir tuğgeneral olan Paul
Aussaresses (okunuşu
“Osares”), SDECE’ye (Service de Documentation Extérieure et de Contre-Espionnage/
bugünkü Direction Générale de la Sécurité Extérieure) bağlı bir istihbarat
subayı olarak 1955'te Cezayir'e
tayin edilmiş ve FLN'yi bastırmak için Tuğgeneral Jacques Massu komutasındaki
10. Hava İndirme Tugayı'na bağlı özel timi komuta etmişti. Paul
Aussaresses, hatıralarında
bu görevdeyken en az bin 509 kişiyi yargısız infaz ettiğini itiraf etti.
Savaş suçu ve işkence
Batı’nın işidir. Lâkin tüm dünya bunları unutur. Batı’nın birer piyonu olarak emperyalistlerin
bilinçli bir şekilde kurup yönettikleri DAEŞ gibi terör örgütleriyle İslâm
kötülenir, kendi kirlilikleri gizlenir. Onlar insan eti yiyen vampirlerdir.
Ahmet
Gürkan, “İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi” kitabında “Azilerdeb Hieronyum
(ölüm: 420), kendi zamanında, Galya’da insan eti yiyenlerin bulunduğunu yazar,
başka kabileler için ne diyebilirim? Ben, kendi gençliğimde, Galya’da bir Britanya
kabilesi olan Attikaların insan eti yediklerini gözlerimle gördüm” der. Evet,
Ahmet Gürkan bu kitabında bulunan “Fransız İhtilâli’ne Kadar Avrupa’daki Hayat,
Edep, Ahlâk, Terbiye ve Başka Gelenekler” başlıklı bölüme insan eti yiyen Galyalılardan
bahseden azizin bu sözü ile başlar. O dönemlerde İngiltere ve Fransa’daki sapık
ve insanlık dışı yaşam tarzından bahseder ki, ben bir bayan olarak burada
yazmaya teeddüp ederim.
Ne
demişti Voltaire? “Eğer ki bir filozof dünya üzerinde olan biteni anlamak
istiyorsa, önce bütün Batı’nın her şeyini borçlu olduğu Doğu’ya yüzünü dönmelidir.”
Avrupa
benmerkezli narsisist bir insan tipi, sömürgeci toplum ve yaşanmaz bir dünya
oluşturdu. “İyilik”, “erdem” gibi kavramlar İslâmî kesimde, saygı ve fedakârlık
Doğu’da kaldı. Batı zulümle parayı aldı, sömürerek zenginliği çaldı, dünyayı
yaşanmaz ve güvensiz bir yer hâline getirdi.
Kendi
değerlerimizin kıymetini bilmek, kendimize yüzümüzü dönmek temennisi ile…