
Veda Hutbesi’nden Magna Carta’ya insan haklarının serencamı
İNSANIN varlığıyla birlikte insanlar arası çatışmalar ve hak ihlâlleri de gündeme gelmiştir. Hz. Âdem’in çocuklarıyla birlikte başlayan kavgalar ve kan dökmeler geçen zamanla birlikte artmış, insanlık kendi bünyesinde düşmanlar ve düşmanlıklar üretmiştir. Zamanla dağ gibi büyüyen meselelerin altında ezilen mazlumların hayatı zindana dönmüştür.
Tarihte insan haklarıyla ilgili ilk sözleşmenin 1215’te imzalanan “Magna Carta” olduğunu söylerler. Bu sözleşmenin 39’uncu maddesinde “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilân edilmeyecek, sürgün edilmeyecek, hangi şekilde olursa zarara uğratılmayacaktır” hükmü, zamanına göre ileri bir anlayıştır. 63 maddelik bu sözleşme, İngiliz feodal toplumunun hak ve özgürlüklerini teminat altına almıştır. Bu sözleşmenin bir gereksinimden doğduğu, insan fıtratının bunu mutlak ihtiyaç olarak gördüğü aşikârdır.
İnsanı dünyaya gönderen Allah, onun uyması gereken kuralları da peygamberler vasıtasıyla kendisine bildirmiştir. Onun için Yüce Yaratıcı insanlığı kuşatıcı ilkeleriyle hayata nizam vermiştir. İnsan hak ve özgürlükleriyle ilgili ilk bildiri “Magna Carta” değildir. İlk bildiriler daha önceki yıllarda, İslâm dininin dünya nizamı olarak kabul edilmesiyle, vahyin başlangıcı olan 610 yılında gönderilmeye başlanmıştır. Ayet ve hadislerde ifade edilen hükümler Magna Carta’dan çok daha öncedir ve şüphe yok ki çok daha kapsamlıdır.
İslâm’ın hak anlayışında yöneticilerle idare edilenlere aynı pencereden bakılmıştır. İdareciler hiçbir zaman halka tepeden bakmamıştır. Soy, ırk, renk, bölge, ekonomik seviye ve din farkı gözetilmemiştir. Zira insanlığın babası Âdem, annesi Havva’dır. Bunun içindir ki insanlar arasında ayrılık gayrilik yoktur. Rabbimizin deyimiyle “Üstünlük takvadadır”.
İnsana gerçek değerini son ilâhî din olan İslâmiyet vermiştir
İnsan öncelikle insan olduğu için değerlidir. Yani onun değeri özündedir. İnsanlık tarihinde insan haklarıyla ilgili en ciddi ve dikkate değer sözler İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (sav) tarafından söylenmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammet (sav) veda haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevalden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vadisi’nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitap etmiştir:
“Cahiliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib’in torunu (amcalarımdan Haris’in oğlu) Rabia’nın kan dâvâsıdır. Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, aile namusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz razı olmadığınız kimseleri aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.”
İslâm dünyası ilhamını Kur’ân hükümlerinden almıştır. Ayet ve hadisler iki cihan saadetini sağlamak için insanlığa kılavuz olmuştur. İnsanlık tarihinde en anlamlı ve kapsamlı insan hakları evrensel beyannamesi şüphe yok ki Peygamberimizin veda haccı sırasında irad ettiği mübarek Veda Hutbesi’dir. Magna Carta’lar yokken bu mübarek sözler bütün insanlığa nizam ve huzur vermiştir. Şu nurlu ifadeler bütün zamanları ve mekânları kuşatacak güçtedir:
“Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takva iledir. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.”
Maddî refah insanlara beklenen huzuru getirmedi. Daha çok kazanmak, güçsüzleri sömürüp ellerinde avuçlarında ne varsa almak için tarih boyunca nice kıyım ve zulümler yapılmıştır. Kapitalizm insanlardaki kazanma hırsını ateşlemiş, düşkünler daima hor görülmüştür. Özgürlük ve insan haklarının önündeki engeller kaldırılacak yerde, yeni engeller ve uçurumlar oluşturulmuştur. Yaşlı dünyamız insafsız sermaye avcılarının elinde cadı kazanına döndürülmüştür. Bu mevcut düzen geleceğe dönük karanlık tablolar çizmektedir.
Âlicenaplığıyla zamana damgasını vuran ceddimiz, vakıflar aracılığıyla insanlığa hizmet ederken asla ırk ve renk ayrımı gözetmemişlerdir. Yine bu hususta insan-hayvan ayrımı da yapmamışlardır.
Bugün dünyanın pek çok bölgesinde ciddi insan hakları ihlâlleri yaşanmaktadır
Bugün dünyanın pek çok bölgesinde ciddi insan hakları ihlâlleri yaşanmaktadır. Bu bölgelerin başında yer alan Filistin’de ve Lübnan'da kan akmayan, olay olmayan bir gün bile yoktur. Uzun yıllardan beri bu kadim ve kutsal İslâm topraklarını işgal eden ABD destekli İsrail, 50 bine insanın sudan bahanelerle ölmesine (şehit olmasına) sebep olmuştur. Demokrasinin ve insan haklarının sözcülüğünü ve öncülüğünü yaptığını söyleyen dünyanın süper gücü ABD, genelde Filistin'de, özelde Gazze'de utanıp sıkılmadan, gözleri boyayarak söylemleriyle zıt uygulamalar gerçekleştirmektedir. ABD'nin söylemleri eylemleriyle çelişmektedir. Bu bölgede insan hakları ihlallerine her geçen gün bir yenisi eklenmektedir. Bu da gösteriyor ki ABD ve Batı, insan hakları konusunda samimi değildir.
Filistin'de zor şartlar altında yaşayanlar yeterince beslenememekte, enkaz yığınına dönen sokaklarda can ve mal güvenliği bulunmamaktadır. Ne gariptir ki insanların haklarını korumak için kurulan İnsan Hakları Örgütü bu insanlık suçlarını görmezlikten gelmekte, adeta üç maymunu oynamaktadır. Onların gözünde Filistinliler insan bile sayılmamaktadır.
Dünyanın maddî refah içerisindeki milletleri kendilerinden güçsüz toplulukları parya olarak görmektedir. Uzun yıllardan beri dünyanın hassas bölgelerinde insan hakları hiçe sayılarak kişiler yurtlarından edilmektedir. Filistin topraklarında yaşanan trajediyi bu çerçevede örnek olarak verebiliriz. Dünya ticaretini ellerinde tutan ve sermayenin sahibi olan Yahudiler, sapandan başka ağır silahı olmayan çocukları insanların gözleri önünde hunharca öldürebilmektedirler. Kendilerinden bir kişi yaralansa dünyayı ayağa kaldıran bu insaf fakirleri, kan gövdeyi götürdüğü demlerde bile yaşananları doğal addetmektedirler.
Batılı ülkeler fazla beslenmekten şişmanlık komasına girerken Afrika’da insanlar açlıktan ölmektedir. Bu vakaları gören Batılılar ellerindekileri insanlık namına paylaşmaktan geri durmaktadırlar. O Batılılar ki bir zamanlar o topraklarda ne varsa sömürmüşlerdi. Batının gerçek yüzü budur işte. Onların dostluklarına güvenenler yarı yolda kalmaya mahkûmdurlar.
Cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları insanca yaşamak için olmazsa olmaz değerlerdendir. Fakat halk bu değerlerin sahte suretleriyle oyalanmamalıdır. Halkın egemenlik hakkı sözüm ona uyanık zümrelerce gasp edilmemelidir. İnsan hakları adı altında insanlar uyduruk söylemlerle uyutulmamalıdır. Türkiye’de insan hak ve özgürlükleri yıllardan beri sorgulanmaktadır. Bu hususta bir kısım sancılarımız yok değil. Fakat bunlar iyi niyetle ve elbirliğiyle aşılabilecek meselelerdir. Yeter ki insaf ölçüleriyle vicdanî muhasebe yapabilelim.
İnsan hakları, evrensel değerler manzumesidir. Bütün insanlık bu kıymet hükümlerinin gölgesinde huzur ve güven içerisinde yaşatılmalıdır. Bir kısım değerleri kutsallaştırıp onlara tapmayı zorunlu kılacak uygulamalar özgürlük anlayışıyla bağdaşmaz. Kutsal devlet anlayışı kökünden sakattır. Devlet halka hizmet için vardır. Devleti kutsallaştırıp halkı ona tapmaya zorlayan anlayışlar nerden bakarsanız bakın yanlıştır. Halkı devletin kurbanlık koyunu gibi gören zihniyetler şüphesiz ki çağdışıdır. Halkla devlet birbirine eşit mesafededir.
Türkiye’de insanlar demokratik haklarından habersiz yaşamaktadır
Toplumda insan hakları bilincini diri tutmak için insanlar eğitilmelidir. Korkunun gölgesinde demokrasi ağacı meyve vermez. Bizler insanlarımıza her şeyden evvel güveneceğiz. Şüpheci yaklaşımlar insan iradesini yiyip bitirir. Devlet halkına, halk devletine güvenirse saadetin altın anahtarıyla nice sırlı kapıları ardına kadar açabiliriz.
Öğrenim hakkı, insanların temel haklarından biridir. Fakat bu hak bazı kesimlerin elinden dinî eğilimleri gerekçe gösterilerek alınmaktadır. İnsanlar cehaletin girdaplarına sürüklenmektedir. Bu kesimlerin geleceğin anneleri olacak olan kızlarımız olduğunu göz önüne alınca meselenin vahameti daha da belirginleşir. Kim geleceğin nesillerini böyle bir ateşe sürükleyebilir? Bir kesime okumayı teşvik edeceksiniz, öbür kesime okulların kapılarını sürmeleyeceksiniz. Bu insan hak ve özgürlükleri ihlali değil de nedir? Üstelik bilgi çağında!...
Türkiye’de insanlar demokratik haklarından habersiz yaşamaktadır. Hakkını bilmeyen insanların hak araması ne mümkün!... Öyle de oluyor zaten. İnsanlar haksızlıkları sineye çekerek kaderin tecellisi olarak görmektedirler. Verilenlerle idare etme demokratik tevekkül anlayışını da beraberinde getirmektedir. Buna kabullenişmiş çaresizlik de diyebiliriz.
Günümüzde insanlar teşkilatlanarak hak mücadelesi vermektedir. Böylesi bir mücadelede neticeye varmak çok daha hızlı ve kolaydır. Bu yüzden haklarımızı korumak için teşkilatlanmalıyız. Fakat memleketimizde bunun önünde de bir kısım engeller vardır. İnsanlar bağlı oldukları gruplara göre fişlenmekte ve öylece muamele görmektedir. Aslında yerel ve genel idarelerin teşkilatlanmaya köstek değil, destek olmaları kendileri için de yararlıdır. Tek tek fertlerle muhatap olacak yerde teşkilat başkanlarını muhatap almak meselelerin çözümünde hızımızı artıracaktır. Fertler olarak hak arama bilincini diri ve iri tutmalıyız.
Teknolojik ve bilimsel gelişmelerin tavan yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda Doğu toplumlarına ait sinmişliği kabullenmemiz mümkün değildir. Artık bundan sonra bilmeliyiz ki haklar verilmiyor, mücadele edilerek alınıyor. Bizler sürü psikolojisinden kurtulmadıkça peşimizde daima birileri çoban olarak bizleri gütmeye devam edecektir.
Vakıf şuurunun geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza aşılanması gerekir. Bunu hakkıyla ve lâyıkıyla gerçekleştirebilirsek yarınlarımızdan ve geleceğimizden emin olabiliriz.
Vakıflar Türk-İslâm medeniyetinde çok önemli vazifeler ifa etmişlerdir
Arapça kökenli olan “vakıf” kelimesi “durmak, durdurmak, alıkoymak” anlamlarına gelmektedir. “Bir hizmetin gelecekte de yapılması, sürüp gitmesi için, belirli şartlarla ve resmî bir işlemle bırakılan gelir, para ya da mülk” demektir vakıf. Çoğulu evkâftır. Bırakılan bu paraya ve mülke “vakfiye” ismi de verilir. Vakıf kuranlar da “vâkıf” diye adlandırılır. Vakfın hizmetleri için bağışlanmış gelir getiren han, bağ, bahçe gibi gayrimenkule de “akar” denir. Öte yandan vakıf bir parayı, malı yahut menfaati Allah'ın mülkü olarak Allah rızası için insan ve tüm canlıların hizmet ve menfaatine sonsuza kadar adamak ve bağışlamaktır. Vakfın hizmet amacının ve şartlarının yazılı olduğu belge “vakıf senedi” olarak nitelendirilir.
Vakıflar dünyevî ve uhrevî alanlarda hizmet veren çok önemli kurumlardır. Bizim medeniyetimiz vakıf kültürü üzerine inşâ edilmiştir. Geçmişten günümüze kadar birçok alanda hizmet veren vakıflar kurulmuştur. Geçmişten bugüne kadar vakıflar Türk-İslâm kültüründe ve medeniyetinde çok önemli vazifeler ifâ etmişlerdir. Devletin yetmediği ve yetişemediği işlere onlar gönüllü olarak yetişmişlerdir. Bu hususta devletin en büyük yardımcısı olmuşlardır. Görevleri bakımından kendi içlerinde çeşitlere ayrılan vakıflar, milletin her daim gönül teline dokunmuşlardır.
İslâm tarihinde çok önemli bir yere sahip olan vakıfların kökeni çok eskilere dayanır, tâ ki 8. yüzyıldan bugüne kadar… Bilinen en eski vakıf, yeryüzündeki ilk mabet olan Kâbe’dir. Geçmişteki birçok maddi ve manevî değer, vakıflar yoluyla günümüze gelmiştir. Peygamberimiz ve birçok öncü şahsiyet, bir hayır yarışı olan vakıfların kuruluşuna öncülük etmişlerdir. Osmanlıya gelince vakıf müessesesi daha bir önem kazanmıştır. Osmanlılar birçok vakfın kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Bunlar arasında padişahları, padişah eşlerini, annelerini, kızlarını, erkek çocuklarını, gelinlerini sayabiliriz. Bunlara sadrazamları, vezirleri, paşaları, şeyhülislamları, müderrisleri ve diğer devlet memurlarını ekleyebiliriz.
Şeyh Edebali’nin dediği gibi “Ey oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın!”
Osmanlı Devleti vakıfların güç ve aktivite bakımından zirveye çıktığı güçlü bir ülkedir. Osmanlı'da devleti idare edenler vakıf medeniyetinin önünü açmış, her zaman vakıflara gönülden destek olmuşlardır. Aslında bu yapılanma onların işine gelmiştir. Zira sosyal, kültürel ve dinî sahalarda vazife yapan vakıflar birçok hizmete de omuz vermiştir.
Devlet-millet kenetlenmesinin önemli örneklerinden olan ve yardımlaşmanın üst düzeyde olduğu vakıflar Selçuklulardan Osmanlılara kadar çok kıymetli işlere imza atmış dinî, hukukî ve sosyal müesseselerdir. Bu kurumlar hayatı kolaylaştırmaya çalışmışlardır.
“Ey oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın!” diyen Şeyh Edebali’nin yolundan giden ve insan merkezli bir medeniyet inşâ eden Osmanlı Devleti, vakıflara çok büyük bir ehemmiyet vermiştir. Onları her zaman korumuş ve güçlü olmaları için destek vererek önlerini açmıştır.
Tarihî süreç içerisinde insanlardan hayvanlara kadar birçok canlıya gönüllü hizmet eden vakıflar sevgi, dayanışma ve merhamet kurumlarıdır. Tarihteki gurur kaynağımız olan bu vakıflar bazı insanların aklının ucundan geçemeyecek kadar ince ve hassas olan meselelere el atmışlardır. Üstelik bunları yaparken hiçbir şahsî beklentileri de olmamıştır. Sadece Allah rızasını ve insanlığa hizmetin verdiği hazzı esas almışlardır. Osmanlı bu konuda tartışmasız bir/incidir. Osmanlı'nın özel ve tüzel kişiliklerde kurduğu aşağıdaki enteresan vakıflar bu hususta bize fikir verebilir:
“Hastalara Evinde Bakma Vakfı, Kızlara Çeyiz Hazırlama Vakfı, Kadın Sığınma Evi Vakfı, Yoksul Mahkûmlara Harçlık Verme Vakfı, Leylekleri Koruma Vakfı, Şehit ve Sahabe Türbelerini Tamir Etme Vakfı, Dara Düşenlerin Vergisini Ödeme Vakfı, Güvercinhane Yaptırma Vakfı, İflas Eden Tüccarlara Yardım Vakfı, Hayvanlara Mera Açma Vakfı, Yaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtma Vakfı, Şehir Estetiğini Koruma Vakfı, Sıcak Pide Dağıtma Vakfı, Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su Temin Etme Vakfı, Çocukları Sünnet Ettirme Vakfı, Muhtaçlara Aşevi Vakfı, Köleleri Evlendirme Vakfı, Helâlleşme Vakfı... vb.”
Vakıfları yaşatmak ve geleceğe intikal ettirmek boynumuzun borcudur
Yeryüzünden gökyüzüne, yerdeki karıncadan gökteki kuşlara kadar bütün varlıkları yaşatmayı ve nihayetinde Allah rızasını esas alan vakıfların yegâne gayesi dünyadaki canlıların (insanların, hayvanların) daha mutlu ve müreffeh bir hayat sürmesidir. Bunun için de insan için tek yaşama alanı olan dünyayı daha yaşanılır kılmak gerekir. Vakıflar bu uğurda büyük bir gayret ve enerji sarf etmişlerdir. Her zaman hayır ve hasenat peşinde koşmuşlardır. Cemiyeti oluşturan bireyler arasındaki sosyal bağları güçlendirmişlerdir. Sevgi, hoşgörü ve kardeşlik anlayışını hâkim kılmışlardır. Zaman zaman dengesi bozular dünyaya denge getirmeye çalışmışlardır. Var oluş gayemizi gerçekleştirmemize yardımcı olmuşlardır.
Âlicenaplığıyla zamana damgasını vuran ceddimiz, vakıflar aracılığıyla insanlığa hizmet ederken asla ırk ve renk ayrımı gözetmemişlerdir. Yine bu hususta insan-hayvan ayrımı da yapmamışlardır. Nerede bir eksiklik varsa onu ikmal etmişlerdir. Unutulanları hatırlamışlardır. İnsanlar, hayvanlar ve nebatlar arasında güçlü köprüler kurmuşlardır.
Dünden bugüne intikal eden, bugünden de yarınlara intikal ettirmemiz elzem olan vakıf kültürü İslâm'ın güçlü şiarıdır. Kadim devlet geleneğimizin yüz akı olan vakıf medeniyetimizden sözde modern dünyanın alacağı çok büyük dersler vardır. Paylaşmak nedir bilmeyen, bencillikte sınır tanımayan, huzurunu yitirmiş olan, yitiğini yanlış adreslerde arayan çağdaş dünyanın sorumlu fertlerinin, kadim vakıf geleneğini incelemesi ve ondan dersler alması gerekir. Çünkü insanlığı huzursuzluk girdabından ancak o kurtarabilir.
Yardımlaşma duygusunun en bariz tezahürü olan vakıfları bugün de yaşatmak ve geleceğe intikal ettirmek Osmanlı torunları olan bizlerin borcudur. Vakıf şuurunun geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza aşılanması gerekir. Bunu hakkıyla ve lâyıkıyla gerçekleştirebilirsek yarınlarımızdan ve geleceğimizden emin olabiliriz.
Bugün vakıf medeniyeti o eski görkemli görünüşünden uzaktır. Onun içindir ki aradığımız huzuru bulamıyoruz. Zira insana huzur veren şey, başkalarına faydalı olmak ve onların hayır duasını kazanmaktır. Zamanımızda kurulan derneklerin ve vakıfların önemli bir kısmı tabela derneği ve vakfı olmaktan öteye gidemiyor. Çünkü bir kısmının teşkilat yapısı çok zayıftır, bir kısmı kişilerin tekelindedir. Eğer o eski vakıf medeniyeti bugün de varlığını sürdürebilseydi aç ve mağdur insan ve hayvan kalmazdı. Günümüzde satıcılar müşterilerini aldatıyorsa, fakirlerin boynu bayramlarda bükülüyorsa, evlenme çağına gelmiş kızlarımız ve erkeklerimiz evlenemiyorsa, insanlar borç yüzünden hapse veya mezara giriyorsa, garibanlar hastanelerde rehin kalıyorsa, bazıları çöplerden rızkını arıyorsa, kimsesiz ölüler ortada kalıyorsa, işkence sıradanlaşmışsa, çevre tahrip ediliyorsa, büyüğe saygı, küçüğe sevgi kalmamışsa, bencillik hayatı kasıp kavuruyorsa bunlar ilgili vakıfların olmayışı yüzündendir.
Geçmişte vakıflar halka hizmet ederek devlete büyük destek sağlıyorlardı. Emin olun ki vakıflar ihya edilirse pek çok mesele kendiliğinden çözülecektir. Halk-devlet dayanışması güzellikleri beraberinde getirecektir. Huzur ancak böyle sağlanır. Yeter ki birlik olalım!