
HAK, kısaca “hukukun
koruduğu menfaat” olarak tanımlanabilir. Ve “hak”, Arapça “hukuk” kelimesinin
tekil hâlidir.
“İnsan
hakları” ise, tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlükler olarak ifade
edilir. Başka bir deyişle, insanın insan olmasından kaynaklanan ve dinine,
ırkına, diline, cinsiyetine, etnik kökenine, sosyal statüsüne ve rengine
bakılmaksızın tüm insanların yararlanabileceği haklardır.
İslâm
inancına göre insan haklarının kaynağı İlâhîdir ve bütün haklar İlâhî kudretin
iradesine dayanır. Yine İslâm’da Allah (cc) insanı yeryüzüne halife olarak
yaratmış, ona en önemli sorumlulukları (emaneti) yüklemiştir. Dahası, ilk
yaratılan insan ve peygamber olan Âdem’e (as) eşyanın isimleri öğretilmiştir.
İnsana eşyanın isimlerinin öğretilmesi, kendi sırrı içerisinde hak ve
özgürlükler açısından ontolojik anlamlar barındırır. Bu inanç telâkkisine göre
insan doğuştan bazı haklara sahiptir ve söz konusu hak ve özgürlüklerle mücehhez
olarak yaratılmıştır. Bu telâkki o kadar önemlidir ki insan haklarının egemen
güçler tarafından tanınıp lütfedildiği ve yine onlar tarafından keyfî olarak
kısıtlanabileceği anlayışını reddetmek suretiyle, insana insanlığından
kaynaklanan hak ettiği değeri vermiş ve böylece insan hakları tarihinde önemli
bir dönüm noktası olmuştur.
Hazreti
Peygamber’in (sav) hicret ettikten sonra Medîne’deki değişik etnik gruplar ve
başka inanç mensuplarıyla yaptığı Medîne Sözleşmesi, muhtelif din mensupları ve
kölelerle ilişkileri insan hakları açısından önemli bir uygulama örneğidir. Daha
da önemlisi, Rasûlullah’ın (sav) irad ettiği “Veda Hutbesi”, insan hakları açısından
ilk ve en önemli belgedir. Veda Hutbesi kişi, aile, toplum ve bütün insanlığı
iç içe geçmiş daireler şeklinde ihtiva etmektedir. Veda Hutbesi’nde yer alan
insan haklarına ilişkin şu hükmü hatırlayalım: “Ey Allah’ın kulları! Sizlere
Allah’tan korkup çekinmenizi tavsiye eder, hepinizi O’na itaat etmeye teşvik
ederim.” Bu mübârek söz, Allah ile kul arasındaki hak ve hukuku gözeten bir
düsturdur.
Veda
Hutbesi’nde aile haklarının esaslarını belirleyen, “Ey insanlar! Eşlerinizin
sizin üzerinizde, sizin de onlar üzerinde hakkı vardır. Size kadınlar hakkında
yaptığım tavsiyeyi tutun! Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız, kadınlar
hususunda Allah’tan korkun ve onlara iyi davranın” şeklindeki mübârek sözdür.
Yine
Veda Hutbesi’nde yaşama, mülkiyet ve ailenin korunması hakları da
vurgulanmıştır. Ayrıca Veda Hutbesi, evrensel bir insan hakları belgesi olarak
bütün insanlığa şamil hakları da tanzim etmiştir. Bu husus, şu mübârek sözle
ifade edilmiştir: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in
çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da
Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da
kırmızı tenlinin üzerinde bir üstünlüğü yoktur!”
Veda
Hutbesi’ndeki “Ey insanlar!” hitabı bütün insanlığı kapsamakta olup evrensel
niteliktedir.
İslâm,
bütün insanlığa gelen bir din; Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlığa inzal olan bir
kitap; Hazreti Peygamber (sav), bütün insanlığa gelen bir peygamberdir. Bu
sebeple İslâm dininin insan haklarına ilişkin tüm hükümleri cihanşümuldür.
Tarihte İslâm toplumlarında insan haklarına ilişkin bir mücadeleden bahsedilemez.
Ancak, insan haklarının ihlâllerinden bahsedebiliriz. Bu da İslâm’ın vazettiği
insan hakları hükümlerinin uygulanmasındaki zafiyetlerden kaynaklanmakta olup,
genellikle siyâsî niteliktedir.
İslâm
toplumlarında kaynağını Kur’ân ve Sünnetten alan insan haklarına ilişkin
düzenlemeler, aynı zamanda İslâm hukukunun bir parçası olarak uygulama sahası
bulmuş ve dolayısıyla hayata geçirilmiştir. Batı, tarih boyunca güçlünün egemen
olduğu, diğer halk kitlelerinin hakkını belirlediği, köleler ve kadınların
aşağılandığı bir toplumsal yapıya sahip olduğundan, insan haklarına ilişkin ilk
mücadele, Batı toplumlarında başlamıştır. En önemli nedenlerinden biri de Orta
Çağ’daki Skolastik düşünce anlayışıdır. Bu anlayışta Kilise hem toplum, hem de
siyaset üzerinde etkin bir güçtür. Bu felsefe anlayışına göre özgür düşünmeye
ve bilinen düşünce dışında başka fikirlere yer verilmediği gibi, akıl ve bilim
de saf dışı bırakılır.
Avrupa
tarihinde ilk insan hakları metni, 1215 tarihli Magna Carta’dır. İngiltere’de
halk da değil, sadece baronlar (seçkinler) bu belge ile siyâsî iradeyi temsil
eden kraldan birtakım haklar elde edebilmişlerdir. Batı toplumlarında insan
hakları konusunda son iki yüzyılda ilerleme kaydedilmiştir. 1789 Fransız İhtilâli
ile özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri dünyaya ilân edilmiştir. 1789 yılında
Fransa’da yayınlanan “İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirisi”, Batı’da insan
hakları hususunda en önemli adımlardan biridir.
Batı’da
insan haklarının günümüzdeki seviyeye gelmesi çok sancılı olmuştur. İki adet
dünya savaşı yaşanmış, çok ağır bedeller ödenmiştir. Günümüzde de cari olan,
insan hakları konusunda en ileri ve en kapsamlı adım, 1948 yılında Birleşmiş
Milletler tarafından ilân edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’dir. Bu beyannamenin
ilk iki maddesi, bütün insanların hür doğduklarını, hak ve değer bakımından
eşit olduklarını, beyannamede sözü edilen haklardan ırk, renk, cinsiyet ve din
ayrımı yapılmaksızın yararlanacaklarını ilân eder.
Sonuçta
insan haklarının tanınmasının ve yazılı metinlere bağlanmasının tek başına bir
anlamı bulunmamaktadır. Önemli olan, bu ilkelerin toplumun bütün bireyleri, siyâsî
irade ve sivil toplum örgütleri gibi tüm toplumsal kesimler tarafından
benimsenmesi, özümsenmesi ve icraata geçirilmesidir. Tanınan ve metne bağlanan
bu ilkeler tam mânâsıyla uygulanamamaktadır. Dünyada egemen olan Batılı ülkeler,
bu ilkeleri kendileri arasında ihlâl etmelerine rağmen nispeten uygulamaktadırlar.
Başka ülkelere gelince ise, bu ilkeleri baskı aracı olarak kullanmakta, insan
haklarına aykırı fiillerde bulunan ülkeler ile büyük çıkar ilişkisi varsa bu
ilkelerin ihlâllerini görmezden gelerek ikiyüzlü davranmaktadırlar.
Kendi
kadim medeniyetimizde, insan haklarına ilişkin hükümler Kur’ân ve Sünnetle
tespit ve tescil edilmesine rağmen, İslâm ülkelerinin büyük bir çoğunluğu bu
hakları uygulama safhasına geçirememiştir. Tam tersine, bu hususta büyük
ihlâller yaşanmaktadır. Diğer taraftan, İslâm ülkelerinin bazıları, insan
haklarına ilişkin olarak bin dört yüz yıllık geçmişi bulan ve muhkem insan
hakları ilkelerimiz yokmuşçasına, bu ilkeleri Batı’dan devşirme cihetine
gitmektedir. Bu ilkelerin hayata geçirilememesinin en önemli sebebi, siyâsî
iktidarların meşruiyet sorunu (diktatörlükler, asabiyet, darbeler ve vesayet
yönetimleri), adalet ve hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanmaması, nasların
çizdiği sınırların çiğnenmesi, sağlam bir inanç ve ahlâk zeminin bulunmaması
gibi sorunlardır.
Görüldüğü
üzere, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtilen insan hakları, aslında
on dört asır önce İslâm Peygamberi tarafından insanlığa tebliğ edilmiştir.
Günümüzde cari olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden çok daha kapsamlı
ve insanlığın kurtuluşu için tek çıkış yolu İslâm’dır. Üstelik Kur’ân ve Sünnetle
tespit ve tescil edilmiş eskimeyen, çağlar üstü ve cihanşümuldür.