İNSAN… Asırlar boyunca
sırrı çözülemeyen muamma… Girift bir soru, zorlu bir bilmece… Âlimlerin,
düşünürlerin, filozofların ve daha nicelerinin kafa yorduğu, “İnsan nedir?”
diye birbirine sorduğu esrarlı varlık…
Sorunun
cevabı sende, bende, bizde yani kendimizde. Bütün yönleriyle insanı tanımak
mümkün mü? Türkülerimizde söylendiği gibi insan sıfatından çok gelip gidiyoruz
ama kaçımız Kemal Tahir’in diliyle “reşit olarak” ölüyoruz? Necip Fazıl’ın
dediği gibi “su misali kıvrım kıvrım akan” bir varlık mıyız? Nuri Pakdil, “İnsan
boyu bütün duvarlardan yüksektir” sözüyle bize ne anlatmak istiyordu? Sezai
Karakoç, “İnsandan insana şükür ki fark var” dizesiyle her şeyi özetlemiyor mu?
Alexis Carrel, “İnsan Denen Meçhul” kitabıyla kendimizi tanımamız için bize
yardım etmeye çalışmıyor mu?
İnsanı
anlatmak zordur. Her insan başlı başına bir dünyadır. Milyarlarca insan
hakkında konuşmak veya kalem oynatmak demek, milyarlar dünya keşfetmek demek
değil midir? En büyük âlemleri içinde gizleyen insanoğlun bazı temeller
üzerinde tanıma imkânımız yok mu?
Ne
demeli, nesini anlatmalı insanın? Çağımızın en modern kimya laboratuvarlarını
kıskandıran karaciğerinden mi söz etmeli, saatlerin tozunu attıran kalbini mi
anlatmalı? Kendi enerjisiyle çalışan dünyanın en büyük değirmeni mideden mi dem
vurmalı, yediğimiz her şey nasıl kan hâline gelip damarlarımızda dolaşıyor, ona
mı kafa yormalı? Yoksa bir bilene mi sormalı? Hayatın tadını nasıl almalı? Bilmem
ki, üzerimizdeki hangi harikayı gözler önüne sermeli? Nasıl oluyor da gülen
gözler ağlayabiliyor? Sesi soluğu çıkmayan yürek nasıl sevdalanıyor? Aşk
ateşiyle insan nasıl yanıyor? Kin ve nefret dolunca yanardağlardan fışkıran
lavlar gibi nasıl yakıyor önüne çıkanı? Ruhunda fırtınalar nasıl esiyor? Günü
geldiğinde bütün vücudu kaskatı kesilip insan nasıl susuyor? İhtiraslar nasıl
son buluyor?
İnsan,
kâinatın en şereflisi olarak yaratılan ve tabiattaki varlıkların iradesi eline
bırakılan tek canlı. En uzun sinema şeritlerini, en güçlü bilgisayarları, en
kuvvetli vericileri gölgede bırakan; düşünme, hafıza, hayâl gücü en büyük nimet
olarak kendisine sunulan müstesna varlık. Her gün binlerce fikir konaklar
beynimizde. Kırk tilki cirit atar da kafamızda kırkının da kuyruğu birbirine
değmez. Bir anda ulaşıveririz bizden kilometrelerce uzakta olan sevdiklerimize.
Hayâl otobüsümüz dur durak bilmez. Belimiz bükülür, saçımız dökülür belki ama
yıllar önce yaşadığımız olaylar dipdiri yaşar hafızamızda. Gönül atımız hiç
kocamaz. Teknolojinin hangi ürünü bu kadar işi aynı anda yapabilir? Parmaklarımız
dokunmadığı sürece çalışmasını bile beceremeyen aletlerle kendimiz aynı terazide
nasıl tartarız?
Dünya
bizim avuçlarımıza sığacak kadar küçük olduğu hâlde, onun önünde eğilmek niye?
Büyük âlemlerden sürgün edildiğimiz araya giren dünya için, Yûnus’un diliyle
“bir gölgelik” olan dünya uğruna bunca zahmete değer mi? Dünyayı aradan bir
çekebilsek, insan olmanın idrakine ermez miyiz? Bilmez misin ki canlılar içinde
yiyeceğini ağzına götüren tek varlık sensin. Senin dışındaki canlılar ağzını
yiyeceğe götürür ama sen yiyeceğini ağzına uzatırsın. Sinoplu Diogenes’e bir
sor bakalım, insan kim?
Bütün
canlıların sevdiğimiz yönleri olduğu gibi hoşumuza gitmeyen özellikleri de olur.
Bir leyleği yılanı parçalarken heyecanla izleriz de yuvasının yanından geçerken
aynı heyecanı duymayız. Arının balını yerken tadı damağımızda kalır ama
iğnesiyle tanıştığımızda aynı zevki aldığımızı kim söyleyebilir? Evdeki fareyi
yakalarken gözümüzde kaplanlaşan kedi, sofradan bir lokma ekmeği kaçırırken ev
sahibine ihanet eden haine dönüşmez mi? Dalları yere sarkan ağaç cömertçe
bizlere meyve ikram ederken şefkatli bir anne gibidir ama kuru dallar yüzümüzü
çizdiği, gözümüze battığı zaman can düşmanımız belleyip kolunu kırarak
kanatlarını hışımla yolmaz mıyız?
İnsan
da öyle değil mi? Kuvvetli yönlerinin yanında zayıf yönleri yok mu? Güzel
hasletlerini zaaflarıyla birlikte taşımaz mı?
İnsan
kısım kısım yer, damar damardır. Toprak bile renk renktir. İnsan bu! “Çiğ süt
emmiştir”. Ne zaman ne yapacağını bilemezsin. Habil olanına da rastlarsın,
Kabil olanına da.
İnsanların
görünen bir yüzü vardır ama görünmeyen kaç yüzü var acaba? İnsana “binbir
surat” yakıştırması ondan mı yapılıyor acaba?
“Başkasının
derdinden bana ne?” diyerek insanların dertlerine kulaklarını tıkayan kişinin
kendisine bir felâket geldiği zaman sızlanıp sabırsızlanmasına ne demeli?
Cahilliğine mi yormalı, kabalığına mı vermeli? “Küçük tepeleri ben yarattım”
dercesine böbürlenirken küçücük bedeni ve daracık omuzlarıyla ne kadar zayıf
oluşu karşısında ne yapmalı?
Dünya
malını delicesine seven dünyaperest değil mi insan? Dünyanın hazineleri elinde
olsa yine de gözü doymayan, malına kıymayan, eli cebine gitmeyen, kendinden
başkasına yardım etmeyen, bencil birer zavallı değil mi çoğumuz? Gün gelir, kendimize
de yardım edemeyiz, kim bilir? Dünya nimetlerinden faydalanmakla dünya aynı şey
mi? Yüceler Yücesinin yanında bir sineğin kanadı kadar değeri olmayan bu yere
aşırı değer verenler hep aldanmışlardır. İnsan yeri geldiğinde dünyayı
tekmeleyecek kadar gözü tok olmanın sırrına ne zaman erecek acaba?
Esfel-i
safilin çukuruna yuvarlanmak da, ahsen-i takvîm tepesinin doruklarına tırmanmak
da kendi elimizdedir. Melekleri geçmek gibi bir şansımız varken, hayvanlardan
daha aşağı seviyeye düşmek için neden çaba harcayalım ki?
Çağlar,
insanın özelliklerini yok edemiyor. Her çağda aceleciyiz meselâ. Nankör
insanlar her zaman var. Pintilik hiçbir toplumda kabul görmüyor, her mecliste
kınanıyor cimriler. Cahillik, aklı başında kimsenin kabul edebileceği bir
haslet değil. Kimse zalimin yanında yer almak istemez. İnsanoğlu her çağda
dünyaperesttir. Mala fazlasıyla düşkündür. Hırs bürür gözünü. Tez sevinir,
çabuk umutsuzluğa düşer. İnsanın değişmeyen özelliklerini hakkıyla yazabilirsek,
eserlerimiz de kalıcı olur. Gelip geçici, mevsimlik olaylara takılıp kalmak
yerine (elbette yaşadığımız an ve olaylar da önemlidir, çünkü çağadır
tanıklığımız) kalıcı olana yönelmek gerek.
Ne mutlu sığ derelerde debelenmek yerine ulu deryalarda kulaç atanlara! Müjdeler olsun “Hazreti İnsan” olmak için hakikatin ipini sımsıkı tutanlara!