SABAH vakti girmiş,
fakat ortalık henüz alacakaranlıktı. Evin yanı başındaki oluğa doğru yönelmiştim
abdest almak için. Kulağıma şefkat ve merhametle karışık bir fısıltı geldi. İki
sevgilinin konuşması gibi bir şeydi. İnilti halinde, tarifi mümkün olmayan
seslerdi bunlar. Sabahın o vaktinde kim olabilirdi? Havada ılık ılık esen hafif
bir rüzgâr vardı. Rüzgâr duraksayınca ses kesiliyor, rüzgârın başlamasıyla tekrar
başlıyordu.
Bir
tuhaf oldum, bir merak sardı beni ve nefessiz dikkat kesildim. Sesin geldiği
tarafa doğru pürdikkat baktım, bir de ne göreyim, yanı başımda bir çift, gecenin
alacakaranlığında belli belirsiz. Rüzgârla sağdakinin saçları soldakinin yüzüne
doğru savruluyor ve yüzünü gözünü sarıyordu. Bu esnada kollar birbirine
sarmaşık gibi dolanıyor, ayaklar yan yana sabit ve mesafeli duruyor, fakat
eller, kollar ve dudaklar tek bedende yok oluyor. Kendilerinden geçmiş halde
çıkardıkları ses, onları ele veriyordu.
Hayatımda
bu kadar birbirine yakışan, koyun koyuna fısıldaşan bir çift görmedim. Görmedim,
çünkü rüzgârın hafif artmasıyla ikisinin de kolları, saçları ve başları sanki birbirinde
kayboluyordu. Önce biri, ardından diğeri birbirinin göğsüne yaslanıyor, biri
diğerinden ayırt edilemiyordu. Adeta birbirleriyle bütünleşiyorlardı ve işte bu
esnada inilti de başlıyordu.
Ne
dediklerini anlayamıyordum, fakat görünen köy kılavuz da istemiyordu.
Mutlulukları, sevinçleri ve keyifleri her tavırlarından belliydi. Ancak hava da
yavaş yavaş aydınlanıyordu. Nihayet havanın aydınlanmasıyla o tılsımlı sahne
bozuldu.
Kuşların
uyanarak ötmeye başlaması ve rüzgârın durma noktasına gelmesi ne fısıltı
bıraktı, ne de savrulan saçları. Yaşadıklarının yorgunluğu çökmüştü üzerlerine.
Sanki enerjileri bitmiş ve bitkin düşmüşlerdi. Durgun bir vaziyette saçlarına
misafir edecekleri kuşları bekliyordu salkım söğütler. Şimdi sessizce birbirleriyle
bakışıyorlardı. İncecik parmaklarına konan kuşların kanat çırpmasından bir
dalgalanma oluyordu.
Sonra
serpilerek büyüdü söğütler. Nice çiftleri misafir etti gölgesinde. O çiftin
gölgesine girenin gölgesi olmazdı. İnsanlar, güneşle gümüş gibi parlayan
ışıltısından gözlerini bir zaman alamazlardı. Bu güzel çiftin akıbeti ne oldu
biliyor musunuz? Başlarına gelenler, insanın yüreğini parçalar. Durun anlatayım…
Bir
gün güzellikten, şefkat ve merhametten anlamayan bir eşek geldi ve salkım
söğüdün birinin gövdesini çirkin, koca dişleriyle kemirdi. Öyle kemirdi ki adeta
canlı canlı derisini yüzdü. Üzerinde bir parmak bile kabuk bırakmadı. Zavallının
nasıl feryat figan ettiğini varın siz düşünün. Ama kime sesini duyurabilir,
kimden yardım isteyebilirdi ki? O nazik, kibar, narin, zarif, ipek saçlı, masal
bakışlı ve ince parmaklı dünya güzeline bu reva mıydı?
Bu
vahşeti fark eden dedem, inek tersiyle soyulan gövdeyi iyice sıvadı ve üzerini
de bir bezle sardı, ancak söğüdü kurtaramadı. Dedemin ifadesine göre, eğer gövdede
kabuktan bir damar kalmış olsaydı kurtarılabilirmiş. On beş gün içinde o ipek
saçlı, arkadaşına sarılınca kendinden geçen salkım söğüt sararmaya başladı ve
her geçen gün göz göre göre eridi. Bir ay kadar sonra saçları döküldü, derisi
buruş buruş oldu. Size ömür, söğüt öldü…
Ölüm
sebebi belliydi ya, eşekti. Tabiî eşekler kıymet bilmez, güzellikten, nezaketten,
kibarlıktan, narinlikten ve zarafetten anlamazlar.
Peki,
diğer söğüde ne oldu dersiniz?
Arkadaşı
öldükten sonra ona da bir haller oldu. Rüzgâr esse bile ne kolları açılıyor, ne
saçları savruluyor, ne de sesi çıkıyordu. Sanki hayata küsmüştü. Damarlarındaki
hayat kaynağı çekilmişti. Çok geçmeden o da sararmaya başladı. Ağzını bıçak
açmıyordu. Artık tebessüm bile etmiyordu. Biz hep “Arkadaşına üzüldüğü için”
dedik. Önce saçları döküldü, sonra onun da yaşlı bir ihtiyar gibi derileri
buruşmaya başladı ve daha sonra bir rüzgâr eşliğinde “Elveda” der gibi, bir
iniltiyle o da canını teslim etti.
Onun
ölüm sebebi neymiş biliyor musunuz? Sonradan onun da ölüm sebebi anlaşıldı. Meğer
ona da eşek sebep olmuş. Nasıl mı? Eşek sürtünerek o narin söğüdü yerinden
oynatmış. Kimi kökleri gevşeyen ve kopan salkım söğüt, zamanla kurumuş.
Dedem,
bu iki canın ölümüne çok üzüldü ve gürleyerek “Ben o ağaçlara ne emek verdim! Eşek
ne anlar ağaçtan, güzellikten?! Yine yaptı eşekliğini!” dedi.