İncitme toprağı!

Dönüversek köylerimize, yeşilin bin bir tonu değse gözlerimize, sabah ezanlarıyla zikre duran kuşların sesine eşlik etse toprağın nasihatleri, yaşamak dediğimiz bu çileye son versek, yitirdiğimiz ne varsa yeniden keşfetsek güzel olmaz mı? Suladığımız bahçemizde, bir meyve ağacının gölgesinde yudumlasak çayları, para pul ödemeden, dostlara ikramda bulunup sohbetin en çıkarsızını en hasbi hal ile muhabbete dursak şifa olmaz mı?

HANİ, yaz yağmurları sonrası buram buram toprak kokardı da derin nefesler alırken susuzluktan korunduğumuza dair şükre dururduk. Hani, nisan yağmurları sevindirirdi bizi, baharın muştusuydu, yeniden yeşeren kâinatın elbisesi şenlenirdi.


Çocukken, ayaklarımızın altında fütursuzca çiğnediğimiz toprağın bağrında kâh inatla, kâh şımarıklıkla zıplardık da uyarırdı büyüklerimiz “Öyle tepinme, incitme toprağı…” diye… 


Hem söyledikleri varmış toprağın, dinleyenlerin işittiği nasihatlerden söz edermiş. Dinlemesini bilmeyene davul zurna az… Vatan olurmuş millete, insanoğlunun sahip olduğu toprağı varsa yurdu varmış. Çadırını, obasını, evini yurdunu toprağın kucağına kurunca yuvası olurmuş. Güvenmiş toprak, huzurmuş, sahip olduğu nispette aidiyeti, kimliği, milliyeti, tarihi yazılırmış insanlığın. 


Cömertmiş bir kere… İnsanoğlu bir avuç kuru tohum serpermiş onun bağrına, o gökten inen rahmetin zerresini israf etmeden yudumlarmış kana kana, her bir kuru tohumu besler, yeşertirmiş. Tarlalar yeşilin görkemiyle bezenir, sonra mahsule dururmuş her bir dal. Allı morlu sebzelerin, meyvelerin şefkatli kucağıymış toprak. İnsanoğlu onun cömertliğinden ibret almalıymış. 


Sonra, vefalıymış toprak. Ona “kara” diyenler utansınmış. O toprak olmasaymış, insanoğlunun çerini çöpünü, kirini pasını, artığını atığını kim paklarmış!? Hele hele ölüverince insan, denizler kusarmış cesetleri de, toprak bağrına basar, mahşere kadar saklarmış bedenleri!


İnsanoğlunun akıbetinden söz eden en büyük bilgeymiş toprak. Mevsimlerin rengine, bereketine, sıcağına, soğuğuna ayna olup insan ömrünü resmedermiş her bir yıl… Bıkıp usanmadan, baharın neşv-ü nemasında çocukluğunu, yazın şımarık sıcağında yetişkinliğini, sonbaharın hazanında olgunluğunu, kışında kolu kanadı kırık yaşlılığını izah edip dururmuş… Ölürmüş kış gelince pek çok nebatat ama yeniden bahar geldiğinde canlanıverirmiş hayat. İşte her sene, insanoğlunun sağır kulağına “dirilişten” söz edermiş toprak ana!


En önemlisi, toprağın altı, üstünden kalabalıkmış. İnanlar için ibret, inanmayanlara dehşetmiş. Şühedanın hürmetineymiş bizi kuşatan bereket. Olmasaymış onlar, dökülmeseymiş kanları, feda olmasaymış canları ne vatanımız olurmuş, ne bugünkü refahımız!


Böyle anlatmıştı büyüklerim bana. Şimdilerde köylerde ışığı yanan hane sayıları azalıyor. Şehirler tıka basa insan dolu. Toprak yeni nesiller için belki atlaslarında bir harita! Onun ötesi sentetik çim döşenmiş parklarda oynarken, beton binalar içinde yaşarken, asfalttan yolları arşınlarken, dahası dört tekerleğin taşıdığı arabalarla yol alırken unuttu toprağı ayaklarımız. Ve tabii söylediklerine çoktan tıkandı kulaklarımız. Nasihatten nasibi olmayınca insanın, hırsla, öfkeyle, hoyratça, tahammülsüzce, insanlığını unutmaya ramak kalmış şiddete meyyal yaşamaya “başarı” denmiş. Çiğne, ez ve geç… Vidası, menteşesi, metali, demiri, aparatı, açma kapama düğmesi olmayınca makine olmaz ancak, toprakla iletişimi koptu kopalı, etten kemikten makinelere dönüşüyor insanlık; duyarsız, bencil, hain, zalim olma yolunda sadece kendi sesini işitmeye programlanmış bir vaziyette yaşayıp gidiyor. Zulümden başarı devşiriliyor, maddî, manevî şiddetle ego savaşları veriliyor. 


Dönüversek köylerimize, yeşilin bin bir tonu değse gözlerimize, sabah ezanlarıyla zikre duran kuşların sesine eşlik etse toprağın nasihatleri, yaşamak dediğimiz bu çileye son versek, yitirdiğimiz ne varsa yeniden keşfetsek güzel olmaz mı?


Suladığımız bahçemizde, bir meyve ağacının gölgesinde yudumlasak çayları, para pul ödemeden, dostlara ikramda bulunup sohbetin en çıkarsızını en hasbi hal ile muhabbete dursak şifa olmaz mı? 


Bir çay bardağı çaya elli lira ödeme köleliğinden azat etsek kendimizi, toprak anaya verdiğimiz bir avuç tohumun mahsul verişiyle heyecanlansak, hem yesek, hem kurutup saklasak bereketimize hayret eder olsak bize yakışmaz mı? 


Toprağa ahde vefamızı ödesek, bizi bağrına bastığında huzurlu bir bekleyişin refakatçisi olduğunu unutmasak bize iyi gelmez mi?


Şifa olur elbet, yakışır elbet, iyi gelir elbet! 




İşte böylesi hasbihalimizden mülhem bir çağrı yapalım istedik ve Kültür Ajanda’mızın kapağına “Köyümüze geri dönelim mi?” dosyasını taşıyarak sizlerle paylaştık. 


Huzurlu okumalar diliyorum efendim, hoşnut kalınız!