
ABDALLIK geleneğinin son
büyük ismi Neşet Ertaş, “Ana vatanım, baba yurdum” diye dillendirdiği şirin
Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Akpınar köyünde açmıştır bu yalan dünyaya
gözlerini. Bir göz açımı süren ömründe gülmediğini şu dizeleriyle dillendirir:
“Hep
sen mi ağladın, hep sen mi yandın?/ Ben de gülemedim yalan dünyada./ Sen beni
gönlünce mutlu mu sandın/ Ömrümü boş yere çalan dünyada?”
Bu
eşsiz insanın bir yolcu olarak geldiği yılda takvimler 1938’i göstermektedir. O
bir yolcudur ve yolcu olduğunun da bilincindedir. Bu bilinci tüm mahlûkata, tüm
yaratılmışlara vehmettirebilmek için alır sazı eline ve döker bu acı gerçeği
her bir teline:
“Garip
bülbül gibi feryat ederiz./ Cahiller elinde küskün kederiz./ Hep yolcuyuz,
böyle geldik, böyle gideriz./ Dünya senin vatanın mı, yurdun mu?”
Büyük
ustanın babası, aynı gelenekten beslendikleri, ona hocalık eden, bağlama ustası
saygıdeğer Muharrem Ertaş’tır. Neşet Ertaş, sanat hayatında en çok babasından
etkilendiğini dile getirir. Onlar, birbirine dikişsiz dikilmiş iki candır ve
usta, bu ruhtaşlığı şöyle anlatır: “Sanatımın yüzde doksanını babama borçluyum.
Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız.”
Gönüldaşına
hasretliğini de türkülere döker ve türkülerle döker içini Ertaş:
“Uzak
yoldan geldim hasretim için,/ Hani nerde babam, Muharrem nerde?/ Yaralı
Bülbül’üm ses vermez, niçin?/ Yüreği yanığım, o Kerem nerde?”
Annesi,
Kırıkkale’nin Keskin ilçesinin Hacıaliobası köyünden Döne Hanım’dır. Garip
Neşet, gül yüzlü o insanla ancak 12 yıl geçirebilir. Anacığına doyamayan
Usta’nın gönlünde onun yeri de, mevkisi de ölçülemez derecededir. Der ki,
“Analar insandır, biz insanoğlu”.
Yalan
dünya, anasını erkenden kuzusundan ayırmıştır. Bu ateşin harını söndürmek de
Kul Garip’in sazına düşer. Anasını anıp anlatırken gönlünden şu söz düşer:
“Anadan
öksüzüm, yüzüm gülmedi./ Aktı gözyaşlarım, kimse silmedi./ O vefasız kıymetimi
bilmedi./ Kader benim yollarımı bağlama.”
Ustanın
kaderle savaşı, son nefesine kadar sürüp gider. Felek, ondan elini eteğini
çekmez. Nereye gitse dert, nereye gitse çile… Çektiği acılardan duyduğu
ıstırabı türkülerine nakış nakış işler Neşet Baba:
“Aman
kader kader derler de bu nasıl kader?/ Köt’olursa kader başaça gider./ Gurbet
ellerinde bir yetim gibi,/ Ellerim koynumda bıraktı kader.”
Küçük
yaştan itibaren babası Muharrem Usta ile köy düğünlerine gitmeye başlar. Burada
çaldığı zil ve darbukayla mesleğe ilk adımını atar. Ömrünün ilk yıllarını
geçirdiği Çiçekdağı’nın her çiçeğine, her dağına, her çağına sevdalıdır.
Türkülerin ustası, memleketini de boynu bükük bırakmaz, alır sazı eline:
“Çiçekdağı
derler, metini etmek,/ Kolay mıdır seni terk edip gitmek?/ Hele şu gurbetin
kahrını çekmek,/ Gel, onu da bana sor Çiçekdağı./ Ömrüm hey!/ Gene mi ben
yandım?”
Annesinin
acısı ve yokluğu bütün aileyi derinden etkiler. Babası ve kardeşleriyle
birlikte bir müddet göçebe bir hayat yaşarlar. Muharrem Ertaş, Yozgat’ın
Kırıksoku köyünden Arzu Hanım’la ikinci evliliğini yapınca bir süre de bu köyde
ikâmet ederler. Ardından da Yozgat’ın Yerköy ilçesine yerleşirler. Kırşehir,
Çiçekdağı, Yozgat, Yerköy vec Kırıkkale, Bozkır’ın Tezenesi’nin hayatına ilk
nakışlarını işlediği mekânlardır.
Onun
bütün türkülerinde adım adım yaşantısının izini tozunu bulmak mümkündür. O
yaşamadığı, deneyimlemediği, görmediği, şahit olmadığı hiçbir sözü sazının
teline vurmaz. Nefes aldığı, havasını koklayıp suyunu içtiği memlekete türkü
yakmadan durmaz:
“Yozgat
ellerinde garip garip gezerken/ Göründün gözüme, büktün belimi./ Gariplik
elinden candan bezerken/ Nasıl arz ederdim garip halımı?”
Hiçbir
zaman okula gidemeyen Ertaş, garip hâlini arz etmenin yolunu türkülerde bulur.
Kendi kendine önce keman, sonra cümbüş ve bağlama çalmayı öğrenir. O günden
sonra da ömür yolundaki biricik yoldaşı sazı olur. Onunla ağlayıp onunla güler:
“Soldu
gönlümdeki al yeşil bağlar./ Hasret ateş olmuş yüreğim dağlar./ Her nerde
gördüysem garipler ağlar./ Ağla sazım, ağlanacak zamandır.”
Ertaş,
iki yıl Kırıkkale’de yaşadıktan sonra 1957’de İstanbul’a gelir. Şen Çalar
Plak’ta ilk plağını “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” adı ile babasına ait bir
türküyle çıkarır:
“Neden
garip garip ötersin bülbül?/ Yoksa sen de bahtı karalı mısın?/ Bilmem feryat
edip coşarsın bülbül./ Sen de benim gibi yaralı mısın?”
Bu
plak halk tarafından çok beğenilir. Onu diğer plak, kaset ve konserler izler.
Sahne yaşamına iki yıl İstanbul’da devam eden Ertaş, ardından Ankara’ya
yerleşir ve müzik hayatını burada devam ettirir. Ankara’da çalıştığı yerde “Leyla”
isminde bir kızla tanışan Neşet, babası Muharrem Usta’nın karşı çıkmasına
rağmen onunla evlenir. Bu evlilik nedeniyle uzun yıllar babası, onunla
konuşmaz. Evlilikleri 7 yıl sürer ve Döne, Canan, Hüseyin adlarında üç
çocukları olur. 1970’lerin başında Leyla’dan ayrılan Usta, sitemini şu türküyle
anlatır:
“Yazımı
kışa çevirdin,/ Karlar yağdı başa Leyla’m./ Viran oldu evim, yurdum./ Ne söylesem
boşa Leyla’m.”
Takvimler
1978’i gösterdiğinde Kul Garip, elim bir rahatsızlık geçirir. Parmaklarından
felç olur ve işsiz kalır. Bu talihsiz olay, onun hayatının dönüm
noktalarındandır. Üç çocuğunu da alıp düşer gurbetin yoluna…
“Gurbet
ele düştü bizim yolumuz./ Seyir ettim bizim eller görünmez./ Gam elinden çok
perişan halimiz./ Biçare gönlümü eyler bulunmaz.”
Kardeşinin
davetiyle Almanya’ya giden Usta, burada tedavi olur. Sanatsal çalışmaları ve
çocukların tahsilinden dolayı uzun yıllar Almanya’da kalır. Kalır kalmasına da,
sıla özlemini bir lahza olsun yüreğinden atamaz. Yazdığı her bir dizeye bu
özlemin ateşi düşer:
“Bakılmaz
mı gözden dökülen yaşa?/ Gör ki neler geldi o garip başa./ Hasret etti bize
gama, gardaşa./ Bir ayrılık, bir yoksuzluk, biri de ölüm.”
Yıl,
2000… Nihayet hasret, vuslata dönüşür. Neşet Ertaş, İstanbul’da verdiği
konserle sahne hayatına geri dönmüştür. Bu dönüş, adeta âşık ile maşuku kalpten
kalbe görünmez bir yolla bağlar:
“Kalpten
kalbe bir yolda vardır./ Gözünen görünmez sırdır./ İkimizin kalbi birdir./ Sen
benimsin, ben seninim.”
Dönemin
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kendisine “Devlet Sanatçılığı” unvanı
teklif edilir. Lakin Usta, bu unvanı ayrımcılık olarak görüp kabul etmez. “Hepimiz
bu devletin sanatçısıyız. Ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı, bana ayrımcılık
geliyor” der.
“Tek
Hâkim’dir Ulu Gani./ Bir yaratmış seni beni./ Veren alır tatlı canı./ Ötesini
sorma gardaş.”
O
günden sonra halk, bu Garip’i bağrına basmıştır. Yaşayan bir efsaneye dönüşen
Usta, UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında
yapılan ulusal envanterlerden Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal
Envanterine alınarak “yaşayan insan hazinesi” kabul edilmiştir.
25
Nisan 2011’de İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından fahri doktora ödülüne lâyık
görülmüş, sanatı ve türküleri ders olarak okutulmuştur.
“Hele
bakın şu feleğin işine!”
Usta’nın
yolculuğu 25 Eylül 2012’de, İzmir’de, tedavi gördüğü hastanede sona ermiştir.
Bu dünyada muradını almış mıdır bilemiyoruz ama onun izleri bu gönüllerde hem
yaşamış, hem yaşıyor, hem yaşar…
“Şu
dünyada muradına ermeyen,/ Ne yaşamış, ne yaşıyor, ne yaşar./ Sevdiğini
sinesine sarmayan,/ Ne yaşamış, ne yaşıyor, ne yaşar.”
Babası
Muharrem Usta’nın yanı başında yatan Neşet Ertaş’ın mezar taşındaki şu ibretlik
sözlerle bitirelim biz de bu güzel yolculuğumuzu:
“Sakin ol ha insanoğlu!/ İncitme canı./ Her can bir kalp, Hakk’a bağlı./ İncitme canı, incitme!”