“İncitme canı, incitme!”

“Sakin ol ha insanoğlu!/ İncitme canı./ Her can bir kalp, Hakk’a bağlı./ İncitme canı, incitme!”

ABDALLIK geleneğinin son büyük ismi Neşet Ertaş, “Ana vatanım, baba yurdum” diye dillendirdiği şirin Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Akpınar köyünde açmıştır bu yalan dünyaya gözlerini. Bir göz açımı süren ömründe gülmediğini şu dizeleriyle dillendirir:

“Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?/ Ben de gülemedim yalan dünyada./ Sen beni gönlünce mutlu mu sandın/ Ömrümü boş yere çalan dünyada?”

Bu eşsiz insanın bir yolcu olarak geldiği yılda takvimler 1938’i göstermektedir. O bir yolcudur ve yolcu olduğunun da bilincindedir. Bu bilinci tüm mahlûkata, tüm yaratılmışlara vehmettirebilmek için alır sazı eline ve döker bu acı gerçeği her bir teline:

“Garip bülbül gibi feryat ederiz./ Cahiller elinde küskün kederiz./ Hep yolcuyuz, böyle geldik, böyle gideriz./ Dünya senin vatanın mı, yurdun mu?”

Büyük ustanın babası, aynı gelenekten beslendikleri, ona hocalık eden, bağlama ustası saygıdeğer Muharrem Ertaş’tır. Neşet Ertaş, sanat hayatında en çok babasından etkilendiğini dile getirir. Onlar, birbirine dikişsiz dikilmiş iki candır ve usta, bu ruhtaşlığı şöyle anlatır: “Sanatımın yüzde doksanını babama borçluyum. Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız.”

Gönüldaşına hasretliğini de türkülere döker ve türkülerle döker içini Ertaş:

“Uzak yoldan geldim hasretim için,/ Hani nerde babam, Muharrem nerde?/ Yaralı Bülbül’üm ses vermez, niçin?/ Yüreği yanığım, o Kerem nerde?”

Annesi, Kırıkkale’nin Keskin ilçesinin Hacıaliobası köyünden Döne Hanım’dır. Garip Neşet, gül yüzlü o insanla ancak 12 yıl geçirebilir. Anacığına doyamayan Usta’nın gönlünde onun yeri de, mevkisi de ölçülemez derecededir. Der ki, “Analar insandır, biz insanoğlu”.

Yalan dünya, anasını erkenden kuzusundan ayırmıştır. Bu ateşin harını söndürmek de Kul Garip’in sazına düşer. Anasını anıp anlatırken gönlünden şu söz düşer:

“Anadan öksüzüm, yüzüm gülmedi./ Aktı gözyaşlarım, kimse silmedi./ O vefasız kıymetimi bilmedi./ Kader benim yollarımı bağlama.”

Ustanın kaderle savaşı, son nefesine kadar sürüp gider. Felek, ondan elini eteğini çekmez. Nereye gitse dert, nereye gitse çile… Çektiği acılardan duyduğu ıstırabı türkülerine nakış nakış işler Neşet Baba:

“Aman kader kader derler de bu nasıl kader?/ Köt’olursa kader başaça gider./ Gurbet ellerinde bir yetim gibi,/ Ellerim koynumda bıraktı kader.”

Küçük yaştan itibaren babası Muharrem Usta ile köy düğünlerine gitmeye başlar. Burada çaldığı zil ve darbukayla mesleğe ilk adımını atar. Ömrünün ilk yıllarını geçirdiği Çiçekdağı’nın her çiçeğine, her dağına, her çağına sevdalıdır. Türkülerin ustası, memleketini de boynu bükük bırakmaz, alır sazı eline:

“Çiçekdağı derler, metini etmek,/ Kolay mıdır seni terk edip gitmek?/ Hele şu gurbetin kahrını çekmek,/ Gel, onu da bana sor Çiçekdağı./ Ömrüm hey!/ Gene mi ben yandım?”

Annesinin acısı ve yokluğu bütün aileyi derinden etkiler. Babası ve kardeşleriyle birlikte bir müddet göçebe bir hayat yaşarlar. Muharrem Ertaş, Yozgat’ın Kırıksoku köyünden Arzu Hanım’la ikinci evliliğini yapınca bir süre de bu köyde ikâmet ederler. Ardından da Yozgat’ın Yerköy ilçesine yerleşirler. Kırşehir, Çiçekdağı, Yozgat, Yerköy vec Kırıkkale, Bozkır’ın Tezenesi’nin hayatına ilk nakışlarını işlediği mekânlardır.

Onun bütün türkülerinde adım adım yaşantısının izini tozunu bulmak mümkündür. O yaşamadığı, deneyimlemediği, görmediği, şahit olmadığı hiçbir sözü sazının teline vurmaz. Nefes aldığı, havasını koklayıp suyunu içtiği memlekete türkü yakmadan durmaz:

“Yozgat ellerinde garip garip gezerken/ Göründün gözüme, büktün belimi./ Gariplik elinden candan bezerken/ Nasıl arz ederdim garip halımı?”

Hiçbir zaman okula gidemeyen Ertaş, garip hâlini arz etmenin yolunu türkülerde bulur. Kendi kendine önce keman, sonra cümbüş ve bağlama çalmayı öğrenir. O günden sonra da ömür yolundaki biricik yoldaşı sazı olur. Onunla ağlayıp onunla güler:

“Soldu gönlümdeki al yeşil bağlar./ Hasret ateş olmuş yüreğim dağlar./ Her nerde gördüysem garipler ağlar./ Ağla sazım, ağlanacak zamandır.”

Ertaş, iki yıl Kırıkkale’de yaşadıktan sonra 1957’de İstanbul’a gelir. Şen Çalar Plak’ta ilk plağını “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” adı ile babasına ait bir türküyle çıkarır:

“Neden garip garip ötersin bülbül?/ Yoksa sen de bahtı karalı mısın?/ Bilmem feryat edip coşarsın bülbül./ Sen de benim gibi yaralı mısın?”

Bu plak halk tarafından çok beğenilir. Onu diğer plak, kaset ve konserler izler. Sahne yaşamına iki yıl İstanbul’da devam eden Ertaş, ardından Ankara’ya yerleşir ve müzik hayatını burada devam ettirir. Ankara’da çalıştığı yerde “Leyla” isminde bir kızla tanışan Neşet, babası Muharrem Usta’nın karşı çıkmasına rağmen onunla evlenir. Bu evlilik nedeniyle uzun yıllar babası, onunla konuşmaz. Evlilikleri 7 yıl sürer ve Döne, Canan, Hüseyin adlarında üç çocukları olur. 1970’lerin başında Leyla’dan ayrılan Usta, sitemini şu türküyle anlatır:

“Yazımı kışa çevirdin,/ Karlar yağdı başa Leyla’m./ Viran oldu evim, yurdum./ Ne söylesem boşa Leyla’m.”

Takvimler 1978’i gösterdiğinde Kul Garip, elim bir rahatsızlık geçirir. Parmaklarından felç olur ve işsiz kalır. Bu talihsiz olay, onun hayatının dönüm noktalarındandır. Üç çocuğunu da alıp düşer gurbetin yoluna…

“Gurbet ele düştü bizim yolumuz./ Seyir ettim bizim eller görünmez./ Gam elinden çok perişan halimiz./ Biçare gönlümü eyler bulunmaz.”

Kardeşinin davetiyle Almanya’ya giden Usta, burada tedavi olur. Sanatsal çalışmaları ve çocukların tahsilinden dolayı uzun yıllar Almanya’da kalır. Kalır kalmasına da, sıla özlemini bir lahza olsun yüreğinden atamaz. Yazdığı her bir dizeye bu özlemin ateşi düşer:

“Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa?/ Gör ki neler geldi o garip başa./ Hasret etti bize gama, gardaşa./ Bir ayrılık, bir yoksuzluk, biri de ölüm.”

Yıl, 2000… Nihayet hasret, vuslata dönüşür. Neşet Ertaş, İstanbul’da verdiği konserle sahne hayatına geri dönmüştür. Bu dönüş, adeta âşık ile maşuku kalpten kalbe görünmez bir yolla bağlar:

“Kalpten kalbe bir yolda vardır./ Gözünen görünmez sırdır./ İkimizin kalbi birdir./ Sen benimsin, ben seninim.”

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kendisine “Devlet Sanatçılığı” unvanı teklif edilir. Lakin Usta, bu unvanı ayrımcılık olarak görüp kabul etmez. “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız. Ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı, bana ayrımcılık geliyor” der.

“Tek Hâkim’dir Ulu Gani./ Bir yaratmış seni beni./ Veren alır tatlı canı./ Ötesini sorma gardaş.”

O günden sonra halk, bu Garip’i bağrına basmıştır. Yaşayan bir efsaneye dönüşen Usta, UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında yapılan ulusal envanterlerden Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal Envanterine alınarak “yaşayan insan hazinesi” kabul edilmiştir.

25 Nisan 2011’de İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından fahri doktora ödülüne lâyık görülmüş, sanatı ve türküleri ders olarak okutulmuştur.

“Hele bakın şu feleğin işine!”

Usta’nın yolculuğu 25 Eylül 2012’de, İzmir’de, tedavi gördüğü hastanede sona ermiştir. Bu dünyada muradını almış mıdır bilemiyoruz ama onun izleri bu gönüllerde hem yaşamış, hem yaşıyor, hem yaşar…

“Şu dünyada muradına ermeyen,/ Ne yaşamış, ne yaşıyor, ne yaşar./ Sevdiğini sinesine sarmayan,/ Ne yaşamış, ne yaşıyor, ne yaşar.”

Babası Muharrem Usta’nın yanı başında yatan Neşet Ertaş’ın mezar taşındaki şu ibretlik sözlerle bitirelim biz de bu güzel yolculuğumuzu:

“Sakin ol ha insanoğlu!/ İncitme canı./ Her can bir kalp, Hakk’a bağlı./ İncitme canı, incitme!”