İnce bir terennüm

İnsan nasıl ki fezada, sonu bilinmeyen bir boşlukta, bir yerkürenin üzerinde hayat sürmekte ise, göğüs kafesindeki fezada da hayâllerini, amaç ve hedeflerini öylece sürdürmektedir. Dolayısıyla arzu edilen şeylere kavuşamamak insana gurbet hissini verir. Bu gariplik yurdunda gurbeti solumak her an kaderin bir parçasıdır.

BİR yanı buruk olunca insanın, cümleleri yarım, gülmeleri eksik kalıyormuş. Kırılan bir vazonun kesiğinden sızan su gibi, ince bir terennüm kanatıyormuş gönülleri. Parçaların birbirine iliştirilmesi suretiyle, vazo aynı işlerliğini sürdürse bile aynı ihtişamıyla kalamıyormuş.

Yaşadıkça öğreniyor insan; çiçekle bezenip rengârenk süslenmek ardında kalan yarayı saklamaya yetmiyormuş. Gurbet de böyle bir şey midir? Sözlükteki açıklamasına tam tekmil denk gelir mi bu ifadeler? Kaç paye biçilir gurbette yorgun düşen hecelere? Kaç gece hicranın karanlık rengiyle boyanır?

Istırap yüklü trenler nereye götürüyor alıp bizden yarınımızı? Bu yokuşlar kaç adımla aşılır, kaç anahtar gerekir kilitli kapılara? Gidene midir gurbet, kalana mı? Kalan kişinin de boğazında dizilmez mi lokmalar ağır ağır? Hangi şehrin göğüne uzanır umuda tutunan eller, bilinmez. Hangi dağın şelâlesinde çağlar vuslatın sesi? Otobüsler mi taşır sıla kokusunu? Bir güvercin göğsünde mi atar kucak dolusu selâmlar? Gurbet bu, neye baksan bir izdüşümü peyda olur uzaklardan. Özlem duyduklarının resimleri serpilir dağlara, ovalara, şiirlere, şarkılara… Bir söz gelir, dallanır budaklanır avucunda. Dualar uçurursun gidenlerin ardında. Kemalettin Kâmi Kamu’nun, “Ne arzum, ne emelim/ Yaralanmış bir elim/ Ben gurbette değilim/ Gurbet benim içimde” dediği gibi, dönüp bakarsın sonra kendine. Görürsün ki, kalanın da gurbeti kök salmaya başlamıştır firkatin gölgesinde.

Gitmek lâzımdır bazen varsa bir dâvâsı insanın öncü olmak için, cihat libasını giyinmişse bir millet hak uğrunda seferden sefere koşmak için, hicret bahçelerinde açan bir gül olmak için, Peygamberî bir hüznü kuşanmak için, tarih ve kültür taşıyıcılığı için ve bazen de ruhun inşâsı için... Gitmek lâzım Orta Asya’dan geldiğimiz gibi. Osman Atilla’nın, “Hemşehrim ne sen sor, ne ben açayım/ Söz bitmez, tasa tükenmez derttir/ Aynı minvâl üzre nere kaçayım/ Bu memleket baştanbaşa gurbettir” dediği gibi Anadolu’nun yerli bir sancısıdır gitmek.

Mahzun bir kelimedir gurbet. Sonbahara yakın, iç titreten bir serinliktedir tadı. Kuruyup dökülen yapraklar gibi hazana sürükler insanı. Kendisiyle yüz yüze bırakır. Hayatın bir eğlenceden ibaret olmadığını düşe kalka öğretir. O yüzden eskiler askere gitmeyene kız vermezmiş. Gitmek terbiye edermiş beşerî nazları.

“Uzak ufuklar” gitmeyle yaşanır ancak. Hayâli gitmek olanın yazgısı sessiz olur. Ketum bir duvar örer giden insan kendisine. Dile getirmez dertlerini. Şikâyet etmez tel tel ayrışan yollardan. Tutundu ise sağlam bir amaca, zor görmez akıp giden zamanı. Kavi bir yumrukla susturur kalbinin acısını. Bavul dolusu hatırları canının yongası yapar. Gözünün ferini mektup sayfalarıyla yakar. Hüzünler kentine demir atsa da, kızgın sularda kalbi yansa da bazı gidişlerin geri dönüşü olmaz artık. İnsan hangi yola düştüyse yol hep kendisine çıkar. Yol uğruna ne yaparsa yapsın, aslında hep kendine yapar, kendine koşar, kendine ağlar. Pir Sultan Abdal’ın, “Gurbet elde bir hal geldi başıma/ Ağlama gözlerim, Mevlâ kerimdir/ Derman arar iken derde düş oldum/ Ağlama gözlerim, Mevlâ kerimdir” dediği gibi, insan bir muamma iken, yeryüzünde yana döne hakikati arar.

Anneannemden dinlemiştim 70’li yıllarda, ekonominin sıkıntılı bir süreçten geçtiği dönemde Almanya’dan gelen işçi talebi üzerine Almanya’ya gerçekleştirilen işçi göçlerini, bir bohça çıkınla apar topar yola düştüklerini. Kimi eşini bırakmak zorunda kalmış yamalı düşlerle, kimi çocuğunu, bebesini. İktisadî açıdan ülkenin rahatlaması ve işsizliğin azaltılması gibi mevzularda bir imkân gibi görülse de bu göçler, duygusal boyutuyla gönüllerde ılık bir yara, dillerde sancılı bir bekleyiş bırakmış. Garip kalmış geride kalanlar. Garip kalmış anadan, babadan, yardan ayrılanlar. Saçları okşanmamış çocukların soğuk yüzlerinde kasvetli bir iklim okuna gelmiş. Kuş sesleri yerini kuru dallara bırakmış gönül coğrafyasında. Gözyaşının rengi biraz toprak, biraz da ayrılıkmış. Bu sebeple ki, klasik şiirin vazgeçilmez temalarından biri gurbet olmuş. Necip Fazıl Kısakürek’in, “Gül büyütenlere mahsus hevesle/ Renk dertlerimi gözümde besle/ Yalnız, annem gibi o ılık sesle/ İçimde dövünüp ağlama gurbet” dediği gibi, bir amaç uğruna memleketlerini terk edenlerin veyahut sürgün gidenlerin hikâyeleri ılık rüzgârlarıyla sararken içimizi, edebiyatımızı da ağırlar olmuş.

Hâlen ülkemizde kırsal hayattan kentsel hayata gerçekleştirilen göçleri düşündüğümüzde, haberlerde kimi zaman çölün ortasında yaya, kimi zaman denizin ortasında botlarla canhıraş yaşam alanı bulmaya çalışan mültecileri izlediğimizde bir söz bulamıyorken acımızı hafifletmeye, daha çok ayrılık şiirlerine sarılacağız belki de. Lâkin gönül bağları ve memleket sevdaları aynı kuvvette midir, bilemiyorum.

Seyahat dışında doğduğu ve büyüdüğü şehirden hiç ayrılmayan biri olarak, ne çok uğurladım sevdiklerimi hep memleketlerine. Ne çok dinledim onlardan özlenen şehirlerin rayihasını, yağmurunu, sevdasını. El sallayan ben oldum hep gidenlerin ardından. Hakeza bana kalsa, baba evinden gideceğin bir sokak öte dahi gurbetti. Gidenlerin geride bıraktıkları o kekremsi tat gurbetlikle eş değerdi. Bunu söylediğimde Türkiye’nin bir ucundan eğitim için veyahut geçim derdi için diğer bir ucuna gelmiş arkadaşlarımın tuhaf bakışlarıyla karşılaşıyorum. Kalmanın da, gitmenin de gurbetle ilintili olduğunu düşünüyorum. Faruk Nafiz Çamlıbel’in, “Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda/ Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda/ Sen benden uzak, ben sana hasret/ Sarmış beni gurbet” dediği gibi insanı kalbî mânâda derinleştiren her uzaklık gurbetle yoğrulur. İnsan, tabiatı gereği hasretini çekmeği şeylerin kıymetini bilemez. Her hasretlik bir bekleyişe teslim eder kendisini.

Dağdan kopan bir kaya parçası gibi, eksilir insanın ruhu gidenlerin ardından. Gönlün susadığı her zerreye karşın bir gurbet çölü büyür içlerde. Bazen bir mekânda asılı kalır insanın aklı, bazen bir çift turnaya dalar nemli bakışları. Bazen de koparamaz gönlünü yaşanmışlıkların tozlu sayfalarından. Ciltler dolusu türkülere konu olur. “Dört yanımı gurbet sardı tel ile/ Yaslı yaslı bayram el ilen/ Göz göz oldu yaralarım dil ilen/ Yaramı sarmaya da derman bulamam” sözleriyle Erzurum türküsü gibi, bilhassa ulaşımın zor olduğu yerlerde gurbet, istese de bir ekmeği bölüşememektir. En sevdiği yemeği onsuz yemek, aynı yastığa baş koyamamaktır. Dermansız bir dert olarak bahsedilen gurbet, başka bir türküde körpecik bir gelinin geçim derdi sebebiyle İstanbul’a yolcu ettiği eşine ağıtı anlatılır. Eşinin yokluğunda kilim dokuyarak teselli bulmaya çalışsa da üzüntüden verem olur gelin. Lâkin giden gitmiştir, dönmez eşi geri. Ümidiyle birlikte muradına ermeden hayatı da son bulur. Bu hazin hikâyeden geriye ise şu sözler kalır: “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun/ Gördün güzelleri beni unuttun/ Sılaya dönmeye yemin mi ettin/ Gayrı dayanacak özüm kalmadı.”

Aslî yurdundan kopup gelen insan, yaratılış gereği gurbet duygusunu her an barındırır içinde. Tetikleyen unsurlar gün yüzüne çıktıkça çoğalır sadece. İnsan özlemeye muktedir donatılmıştır. Allah’tan ayrı olma hâli, gurbetin manevî bir yüzüdür. Yûnus Emre, “Ben yürürüm yâne yâne/ Dost sorarım dilden dile/ Gurbette hâlüm kim bile/ Gel gör beni aşk n’eyledi” derken sorduğu dost “Allah”, yaşadığı dünya ise “gurbet”tir. Ebedi âleme uğurladıklarımızın asla rücû ederek gurbetlikleri sonlanırken, yine geride kalanlar gurbetin farklı bir rengiyle acıyı yudumlamaktadırlar.

İnsan nasıl ki fezada, sonu bilinmeyen bir boşlukta, bir yerkürenin üzerinde hayat sürmekte ise, göğüs kafesindeki fezada da hayâllerini, amaç ve hedeflerini öylece sürdürmektedir. Dolayısıyla arzu edilen şeylere kavuşamamak insana gurbet hissini verir. Bu gariplik yurdunda gurbeti solumak her an kaderin bir parçasıdır.