
“İSTANBUL mutlaka
fethedilecektir. Onu fetheden komutan, ne güzel komutan; o ordu, ne güzel
ordudur!” diyen Efendimiz’in (sav) methine mazhar olmuş bir komutanın hayatını,
onu gönülden ve yürekten yazan tarihçi Yavuz Bahadıroğlu’nun “Fâtih Sultan
Mehmed ve İstanbul’un Fethi” adlı eseriyle işleyerek bu ayki konumuza farklı
bir pencere açmış olacağız.
Kitabın
önsözünde güzel bir deyiş yer alıyor: “Eski tarihler bize, insanların genel
olarak ikiye ayrıldığını gösteriyor. Amacı ve hedefi olanlar, amaçsız ve
hedefsiz olanlar…”
Nitekim
Fâtih Sultan Mehmed, gemileri karadan yürütmeyi düşünecek kadar geniş bir ufka
sahipti. Böyle değerli şahsiyetler, yazarımızın da “Fâtih” modelinde bahsettiği
üzere, Osmanlı’nın temel meziyetleri olan şu dinamiklerin oluşmasından sonra
yetişiyordu:
Öncelikle
dindarlık… Herkes birbirine saygı gösterir ve herkes Yaratan’dan ötürü
yaratılanı hoş görürdü.
Ahlâk…
Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı Türkiye Seyahatnamesi ile anlatan Du
Loir, Osmanlı’daki ahlâkı şöyle özetler: “Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından
Türk siyasetiyle medenî hayatı, bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
Fazilet…
Toplum ekseriyeti olgun, erdemli ve vasıflı insanlardan meydana gelirdi.
Hürmet
ve merhamet… Osmanlı atalarımız, tanısınlar veya tanımasınlar, “Gülümseyiniz,
müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selâmı yayınız” tavsiyesi netîcesinde,
karşılaştıkları herkese gülümser ve gönülden selâm verirdi.
Doğruluk…
Osmanlı için söz vermek, tâbiri caizse senetti. Alışveriş amacıyla İstanbul’a
gelecek olan Avrupalı tüccarlara dağıtılan tanıtıcı broşürlerde şunlar yazardı:
“Kural olarak Yahudi tüccarların istediği fiyatın üçte birini, Rum tüccarların
istediği fiyatın yarısını ama Türk tüccarın istediği fiyatın aynısını veriniz.
Zira Türkler asla yalan söylemezler.”
Kul
hakkından çevre duyarlılığına, temizlikten misafirperverliğe, adaletten
hoşgörüye kadar birçok noktaya halk nazarında hassasiyetle dikkat edilirdi. Aslında
bu düstur Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye öğüdü olan “İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın” anlayışının daimî olmasından ileri gelmekteydi. Fâtih’in yetiştiği bu
dönem de, İslâm’ı ve Kur’ân’ı gönülden yaşayan böyle bir toplumun sentezi
olmuştu. Gelin, şimdi bu güzel komutanın o mümtaz ailesinden başlayalım!
Şehzâdelikten
Fâtihliğe
Onu
Kur’ân’ın izinde yetiştiren ve kendisine oğlunu nasıl yetiştirdiği sorulduğunda,
“Mehmed’imi emzirirken sürekli Yasin Sûresi’ni okuyorum, oğlum Yasin dinleyerek
büyüyor” diyen, “Konstantiniye’yi fethedip Fâtih olacaksın” diyerek
Peygamberimizin müjdesini oğluna ilk fısıldayan, şehzâdeliği boyunca onu tevazu
ile büyüten annesi Hatice Alime Hüma Hatun… “Hatice” ismini Annemiz Hazreti
Hatice’den, “Alime” ismini de bilgeliğinden alır. “Hüma” ise, bir efsaneye
göre, kimin üstünden uçarsa ona huzur ve zenginlik getireceğine inanılan bir
cennet kuşundan gelmektedir.
Oğluyla
öyle bir bütün olmuştur ki, türbesine kendi ismi yerine “Sultan Mehmed
Çelebi’nin Annesi” diye yazılmıştır.
Babası
İkinci Murad, kulağına ezan okuduktan sonra ismini söyleyip şu duâda bulunmuştur:
“Duâmdır Rabb-i Rahîm’im, duâmdır ki, alamadığım Konstantiniye’yi bu çocuk
alsın ve Peygamberimin müjdesini, adaşı yerine getirsin!”
Fâtih’in
yetişmesinde ebesinden sütannesine ve kıymetli hocalarına kadar birçok kimsenin
emeği olmuştur. Fâtih’in ebesi Gülbahar Hatun, onu hayatında etkileyen ender
bir şahsiyet olmuştur. Nitekim öldüğünde de Bursa Muradiye’de yaptırdığı
muhteşem bir türbeye defnetmiştir. Hanedan mezarlıklarına Osmanlı soyundan
olmadığı için damatlar bile defnedilmezken, Fâtih, ebesini hanedan mezarlığına
defnetmiştir. Bu, onun annesi ve ninesi kadar sevdiği ebesine olan vefâsını
gösteriyor aslında.
Fâtih’i etkileyenden biri de sütannesi Daye Hatun yani Ümmü Gülsüm Hatun olmuştur. Anne-evlât ilişkisi gibi gönülden bir bağ kurulmuş ve Şehzâde Mehmed, dayesini çok sevmiştir.
Bu
kısımda da Fâtih’i her alanda yetiştiren kıymetli hocalarından bahsetmiş
olacağız. “Fâtih” denilince akla ilk Hacı Bayrâm-ı Velî’nin müritlerinden Ak
Şemseddin gelir. Eyyub Sultan’ın kayıp kabrini keşfeden bir büyük velidir Ak
Şemseddin. Onu fetih için yetiştirirken, başarının sırrını defalarca ona
hatırlatmaktan da geri kalmamıştır:
“Unutma Mehmed’im,
dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yel onun üzerinden geçer. Vakti geldiğinde
yel olup surların üzerinde eseceksin! Unutma Mehmed’im, yol ne kadar uzun
olursa olsun, akıbet menzile ulaşır! Unutma Mehmed’im, gideceği yeri bilmeyeni,
hiçbir yol hedefine ulaştırmaz! Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yel onun
üzerinden geçer demiştim ya, sakın sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma!
Yel ol ki, ele avuca gelmeyesin, tutulmayasın, engellere takılmayasın…”
İstanbul’un
Fethi’ni ona hazırlayan, mânevî rehberi olan Ak Şemseddin’in şu müjdesi de her
zaman Fâtih’in aklında ve yüreğinde olmuş, onun yolunu aydınlatmıştır: “Konstantiniye, Efendimiz’in (sav) müjdesidir.
Tekmil ümmetin 850 senelik rüyasıdır. Sadece Müslümanlar değil, zulümden bıkan
Rum ahâli ile Bizanslı bazı akıllı önderler de bu fethi beklemektedir. Burası
yalnız Peygamber-i Zîşân’ın değil, Allah-u Teâlâ’nın da müjdesidir. Kur’ân-ı
Hakîm’de geçen ‘beldetü’n-tayyibetün’ lâfzı, ebced hesabıyla Hicrî 857 senesini
işaret etmektedir ki bu, bu senedir. Gayret ve sebat bizden, tevfik Allah’tandır.”
Bir
diğer hocası, Fâtih’e devlet idaresinin bütün inceliklerini anlatan, bazı Batı
dillerini öğreten (Rumca ve İtalyanca gibi), Trabzon’un Fethi esnasında en önde
savaşıp Trabzon’un ilk Sancakbeyi olan Lala Zağanos Mehmed Paşa’dır. “El-Fakir”
lakabıyla bilinen, çok mütevazı bir insandır. En önemli belgeleri bile “El-Fakir”
(Bu Fakir) diye imzalarmış. Bir gün açık adını yazan bir mühür yaptırmasını ve
belgelerin altına da bu mührü basmasını söylediklerinde “Neden?” diye sormuş. “Çünkü
gelecek nesiller bu imzanın kime ait olduğunu bilemeyecekler, unutulup
gideceksin” dediklerinde, şaşkın şaşkın bakmış ve şöyle mırıldanmış: “Allah
unutmasın, yeter!”
Bir
diğer hocası ise, kendisinden birkaç yaş büyük olan, abi kardeş samimiyetiyle
yetişmesini sağlayan, Manisa’daki Şehzadeliği esnasında ufkunu açan, büyük
düşünmesini sağlayan Molla Hüsrev olmuştur. Hattâ bir ara kendisine “Ak Hoca
yetmiyor mu?” diye sorduklarında şu cevabı verir Fâtih: “Herkesin yeri ayrı… Ak
Hoca ilmiyle, Hüsrev Hoca hayâlleriyle besliyor yüreğimi.”
Bir
başka hocası, 1410 yılında Suriye’nin Güran kasabasına bağlı bir köyde dünyaya
gelen ve Molla Yegan’ın, “Senin gibi bir âlimin buralarda ziyan olması
anlaşılır bir şey değil. Daha geniş kitlelere ulaşmalısın” diyerek Fâtih’in
huzuruna çıkardığı Molla Güranî’dir. Bunların dışında Fâtih’in Bizanslı ve
İtalyan hocaları da olmuştur. İtalyan hocası Ciriaco Anconitano ile meşhur
İtalyan tarihçisi Giovanni Maria Angioella, yabancı hocalarının başında gelir.
Osmanlı’nın
53 gün süren İstanbul kuşatmasının ardından, bin 125 sene sonra, 29 Mayıs
1453’te gerçekleşen fethin şüphesiz üç sembolü vardır: Birincisi Din-i İslâm
için, Allah’ın rızâsı için hayâllerinde olan bu fethi gerçekleştiren Fâtih
Sultan Mehmed; ikincisi Ak Şemseddin; üçüncüsü Ulubatlı Hasan… Burada Fâtih
adaleti, asaleti, liyakati ve devleti; Ak Şemseddin ve diğer hocaları ilmi,
hikmeti, marifeti; Ulubatlı Hasan da izzeti, cesareti ve fedâkârlığı temsil
etmiştir.
Son
olarak Fâtih’in, Bizans’ın doğal bir parçası olan Trabzon Rum İmparatorluğu’nu
fethe çıkarken Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun’la aralarında geçen bir konuşmayla
bitirmiş olacağız…
Fethin
ardından bir tehdit olarak algılanan ve ortadan kaldırılmasına karar verilen Trabzon
Rum İmparatorluğu için yola çıkılmıştır. İmparatorun intikam hevesi içine
girmesi ve kızını alan Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın bu akrabalığa dayanarak Fâtih’in
Trabzon’dan aldığı vergileri kendisine iade etmek istemesi, 1461 tarihinde bu
fethi mecbur kılmıştır.
Uzun Hasan, yaptıklarından dolayı kendi üzerlerine geldiklerini düşünerek telâşlanmış ve Fâtih’e, içerisinde annesi Sare Hatun’un da bulunduğu bir heyet göndermiştir. Görüşmelerden sonra Sare Hatun, Fâtih’le kalmak için izin ister ve izni alınca Osmanlı ordusuyla birlikte Trabzon yoluna düşer. Ordu son derece zor şartlar altında ilerlerken, askerlerine moral vermek için yaya yürüyen Fâtih’in yanında bulunan Sare Ana, Fâtih’in de yorgun ama bir o kadar da inançlı ve kararlı hâlini görünce, “Hey oğul! Trabzon’a bunca zahmet nedendir? Trabzon nedir ki ondan ötürü şehsuvârî saltanat piyade olup pürdap ola?” diye sorar. Padişah’ın verdiği cevap ise Osmanlı’nın fetih felsefesini özetler: “Hey ana! Bu zahmet din yolunadır. Biz bu savaşlara Din-i İslâm’ı yaymak için giriyoruz. Elimizdeki güç, İslâm’ın gücüdür. Bunu Allah yolunda kullanıyoruz.”