İnanmış bir komutan: Fâtih Sultan Mehmed

Sare Ana, Fâtih’in de yorgun ama bir o kadar da inançlı ve kararlı hâlini görünce, “Hey oğul! Trabzon’a bunca zahmet nedendir? Trabzon nedir ki ondan ötürü şehsuvârî saltanat piyade olup pürdap ola?” diye sorar. Padişah’ın verdiği cevap ise Osmanlı’nın fetih felsefesini özetler: “Hey ana! Bu zahmet din yolunadır. Biz bu savaşlara Din-i İslâm’ı yaymak için giriyoruz. Elimizdeki güç, İslâm’ın gücüdür. Bunu Allah yolunda kullanıyoruz.”

“İSTANBUL mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan, ne güzel komutan; o ordu, ne güzel ordudur!” diyen Efendimiz’in (sav) methine mazhar olmuş bir komutanın hayatını, onu gönülden ve yürekten yazan tarihçi Yavuz Bahadıroğlu’nun “Fâtih Sultan Mehmed ve İstanbul’un Fethi” adlı eseriyle işleyerek bu ayki konumuza farklı bir pencere açmış olacağız.

Kitabın önsözünde güzel bir deyiş yer alıyor: “Eski tarihler bize, insanların genel olarak ikiye ayrıldığını gösteriyor. Amacı ve hedefi olanlar, amaçsız ve hedefsiz olanlar…”

Nitekim Fâtih Sultan Mehmed, gemileri karadan yürütmeyi düşünecek kadar geniş bir ufka sahipti. Böyle değerli şahsiyetler, yazarımızın da “Fâtih” modelinde bahsettiği üzere, Osmanlı’nın temel meziyetleri olan şu dinamiklerin oluşmasından sonra yetişiyordu:

Öncelikle dindarlık… Herkes birbirine saygı gösterir ve herkes Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görürdü.

Ahlâk… Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı Türkiye Seyahatnamesi ile anlatan Du Loir, Osmanlı’daki ahlâkı şöyle özetler: “Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medenî hayatı, bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”

Fazilet… Toplum ekseriyeti olgun, erdemli ve vasıflı insanlardan meydana gelirdi.

Hürmet ve merhamet… Osmanlı atalarımız, tanısınlar veya tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selâmı yayınız” tavsiyesi netîcesinde, karşılaştıkları herkese gülümser ve gönülden selâm verirdi.

Doğruluk… Osmanlı için söz vermek, tâbiri caizse senetti. Alışveriş amacıyla İstanbul’a gelecek olan Avrupalı tüccarlara dağıtılan tanıtıcı broşürlerde şunlar yazardı: “Kural olarak Yahudi tüccarların istediği fiyatın üçte birini, Rum tüccarların istediği fiyatın yarısını ama Türk tüccarın istediği fiyatın aynısını veriniz. Zira Türkler asla yalan söylemezler.”

Kul hakkından çevre duyarlılığına, temizlikten misafirperverliğe, adaletten hoşgörüye kadar birçok noktaya halk nazarında hassasiyetle dikkat edilirdi. Aslında bu düstur Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye öğüdü olan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışının daimî olmasından ileri gelmekteydi. Fâtih’in yetiştiği bu dönem de, İslâm’ı ve Kur’ân’ı gönülden yaşayan böyle bir toplumun sentezi olmuştu. Gelin, şimdi bu güzel komutanın o mümtaz ailesinden başlayalım!

Şehzâdelikten Fâtihliğe

Onu Kur’ân’ın izinde yetiştiren ve kendisine oğlunu nasıl yetiştirdiği sorulduğunda, “Mehmed’imi emzirirken sürekli Yasin Sûresi’ni okuyorum, oğlum Yasin dinleyerek büyüyor” diyen, “Konstantiniye’yi fethedip Fâtih olacaksın” diyerek Peygamberimizin müjdesini oğluna ilk fısıldayan, şehzâdeliği boyunca onu tevazu ile büyüten annesi Hatice Alime Hüma Hatun… “Hatice” ismini Annemiz Hazreti Hatice’den, “Alime” ismini de bilgeliğinden alır. “Hüma” ise, bir efsaneye göre, kimin üstünden uçarsa ona huzur ve zenginlik getireceğine inanılan bir cennet kuşundan gelmektedir.

Oğluyla öyle bir bütün olmuştur ki, türbesine kendi ismi yerine “Sultan Mehmed Çelebi’nin Annesi” diye yazılmıştır.

Babası İkinci Murad, kulağına ezan okuduktan sonra ismini söyleyip şu duâda bulunmuştur: “Duâmdır Rabb-i Rahîm’im, duâmdır ki, alamadığım Konstantiniye’yi bu çocuk alsın ve Peygamberimin müjdesini, adaşı yerine getirsin!”

Fâtih’in yetişmesinde ebesinden sütannesine ve kıymetli hocalarına kadar birçok kimsenin emeği olmuştur. Fâtih’in ebesi Gülbahar Hatun, onu hayatında etkileyen ender bir şahsiyet olmuştur. Nitekim öldüğünde de Bursa Muradiye’de yaptırdığı muhteşem bir türbeye defnetmiştir. Hanedan mezarlıklarına Osmanlı soyundan olmadığı için damatlar bile defnedilmezken, Fâtih, ebesini hanedan mezarlığına defnetmiştir. Bu, onun annesi ve ninesi kadar sevdiği ebesine olan vefâsını gösteriyor aslında.

Fâtih’i etkileyenden biri de sütannesi Daye Hatun yani Ümmü Gülsüm Hatun olmuştur. Anne-evlât ilişkisi gibi gönülden bir bağ kurulmuş ve Şehzâde Mehmed, dayesini çok sevmiştir.


Bu kısımda da Fâtih’i her alanda yetiştiren kıymetli hocalarından bahsetmiş olacağız. “Fâtih” denilince akla ilk Hacı Bayrâm-ı Velî’nin müritlerinden Ak Şemseddin gelir. Eyyub Sultan’ın kayıp kabrini keşfeden bir büyük velidir Ak Şemseddin. Onu fetih için yetiştirirken, başarının sırrını defalarca ona hatırlatmaktan da geri kalmamıştır:

“Unutma Mehmed’im, dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yel onun üzerinden geçer. Vakti geldiğinde yel olup surların üzerinde eseceksin! Unutma Mehmed’im, yol ne kadar uzun olursa olsun, akıbet menzile ulaşır! Unutma Mehmed’im, gideceği yeri bilmeyeni, hiçbir yol hedefine ulaştırmaz! Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yel onun üzerinden geçer demiştim ya, sakın sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma! Yel ol ki, ele avuca gelmeyesin, tutulmayasın, engellere takılmayasın…”

İstanbul’un Fethi’ni ona hazırlayan, mânevî rehberi olan Ak Şemseddin’in şu müjdesi de her zaman Fâtih’in aklında ve yüreğinde olmuş, onun yolunu aydınlatmıştır: “Konstantiniye, Efendimiz’in (sav) müjdesidir. Tekmil ümmetin 850 senelik rüyasıdır. Sadece Müslümanlar değil, zulümden bıkan Rum ahâli ile Bizanslı bazı akıllı önderler de bu fethi beklemektedir. Burası yalnız Peygamber-i Zîşân’ın değil, Allah-u Teâlâ’nın da müjdesidir. Kur’ân-ı Hakîm’de geçen ‘beldetü’n-tayyibetün’ lâfzı, ebced hesabıyla Hicrî 857 senesini işaret etmektedir ki bu, bu senedir. Gayret ve sebat bizden, tevfik Allah’tandır.”

Bir diğer hocası, Fâtih’e devlet idaresinin bütün inceliklerini anlatan, bazı Batı dillerini öğreten (Rumca ve İtalyanca gibi), Trabzon’un Fethi esnasında en önde savaşıp Trabzon’un ilk Sancakbeyi olan Lala Zağanos Mehmed Paşa’dır. “El-Fakir” lakabıyla bilinen, çok mütevazı bir insandır. En önemli belgeleri bile “El-Fakir” (Bu Fakir) diye imzalarmış. Bir gün açık adını yazan bir mühür yaptırmasını ve belgelerin altına da bu mührü basmasını söylediklerinde “Neden?” diye sormuş. “Çünkü gelecek nesiller bu imzanın kime ait olduğunu bilemeyecekler, unutulup gideceksin” dediklerinde, şaşkın şaşkın bakmış ve şöyle mırıldanmış: “Allah unutmasın, yeter!”

Bir diğer hocası ise, kendisinden birkaç yaş büyük olan, abi kardeş samimiyetiyle yetişmesini sağlayan, Manisa’daki Şehzadeliği esnasında ufkunu açan, büyük düşünmesini sağlayan Molla Hüsrev olmuştur. Hattâ bir ara kendisine “Ak Hoca yetmiyor mu?” diye sorduklarında şu cevabı verir Fâtih: “Herkesin yeri ayrı… Ak Hoca ilmiyle, Hüsrev Hoca hayâlleriyle besliyor yüreğimi.”

Bir başka hocası, 1410 yılında Suriye’nin Güran kasabasına bağlı bir köyde dünyaya gelen ve Molla Yegan’ın, “Senin gibi bir âlimin buralarda ziyan olması anlaşılır bir şey değil. Daha geniş kitlelere ulaşmalısın” diyerek Fâtih’in huzuruna çıkardığı Molla Güranî’dir. Bunların dışında Fâtih’in Bizanslı ve İtalyan hocaları da olmuştur. İtalyan hocası Ciriaco Anconitano ile meşhur İtalyan tarihçisi Giovanni Maria Angioella, yabancı hocalarının başında gelir.

Osmanlı’nın 53 gün süren İstanbul kuşatmasının ardından, bin 125 sene sonra, 29 Mayıs 1453’te gerçekleşen fethin şüphesiz üç sembolü vardır: Birincisi Din-i İslâm için, Allah’ın rızâsı için hayâllerinde olan bu fethi gerçekleştiren Fâtih Sultan Mehmed; ikincisi Ak Şemseddin; üçüncüsü Ulubatlı Hasan… Burada Fâtih adaleti, asaleti, liyakati ve devleti; Ak Şemseddin ve diğer hocaları ilmi, hikmeti, marifeti; Ulubatlı Hasan da izzeti, cesareti ve fedâkârlığı temsil etmiştir.

Son olarak Fâtih’in, Bizans’ın doğal bir parçası olan Trabzon Rum İmparatorluğu’nu fethe çıkarken Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun’la aralarında geçen bir konuşmayla bitirmiş olacağız…

Fethin ardından bir tehdit olarak algılanan ve ortadan kaldırılmasına karar verilen Trabzon Rum İmparatorluğu için yola çıkılmıştır. İmparatorun intikam hevesi içine girmesi ve kızını alan Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın bu akrabalığa dayanarak Fâtih’in Trabzon’dan aldığı vergileri kendisine iade etmek istemesi, 1461 tarihinde bu fethi mecbur kılmıştır.

Uzun Hasan, yaptıklarından dolayı kendi üzerlerine geldiklerini düşünerek telâşlanmış ve Fâtih’e, içerisinde annesi Sare Hatun’un da bulunduğu bir heyet göndermiştir. Görüşmelerden sonra Sare Hatun, Fâtih’le kalmak için izin ister ve izni alınca Osmanlı ordusuyla birlikte Trabzon yoluna düşer. Ordu son derece zor şartlar altında ilerlerken, askerlerine moral vermek için yaya yürüyen Fâtih’in yanında bulunan Sare Ana, Fâtih’in de yorgun ama bir o kadar da inançlı ve kararlı hâlini görünce, “Hey oğul! Trabzon’a bunca zahmet nedendir? Trabzon nedir ki ondan ötürü şehsuvârî saltanat piyade olup pürdap ola?” diye sorar. Padişah’ın verdiği cevap ise Osmanlı’nın fetih felsefesini özetler: “Hey ana! Bu zahmet din yolunadır. Biz bu savaşlara Din-i İslâm’ı yaymak için giriyoruz. Elimizdeki güç, İslâm’ın gücüdür. Bunu Allah yolunda kullanıyoruz.”