İnanmamak yoktur (2): Mantık ve matematik

Yaratıcı, yarattıklarına Kendini anlatabilen bir eşsizliktedir. Bunu, tebliğ ile görevlendirdiği özel kulları olan peygamberler aracılığıyla ve onların mübârek dillerinden bizlere aktardığı ayet-i kerimelerle yaptığı gibi, kişinin şahdamarından daha yakın oluşuyla, ruhuna kattığı İlâhî hissedişle ve daha pek çok Rahmânî tarikle yapmaktadır. Ve hiçbir put, kendini anlatamaz.

“YARATICIYI inkâr, hakikate kurulan bir tuzak olmaktan ziyade, kişinin kendisini yok saymasıdır.” (Bölüm 1’den)

“Allah-u Teâlâ insanı inanç özüyle yarattığından olsa gerek, varoluşla birlikte insandan ayrıştırılamayacak ilk nüve, inanmaktır.” (Bölüm 1’den)

“Bir insan, var olduğunu kabul ettiği andan itibaren varlığını bir var edene bağlamak mecburiyetindedir.” (Bölüm 1’den)

“Bir varlık nereden kaynak aldığını kabul ediyorsa, oraya iman etmiş demektir.” (Bölüm 1’den)

İlk bölümde boşlukların eşitliğinden yola çıkmış ve kâinatta imanın zıddı olan “inanmamak” pasif eyleminin bulunmadığını bu boşlukların niteliği üzerinden açık etmiştim. İnsan, inanmadığını sadece iddia edebilir. Ama bunu ne dille, ne de deneysel yollarla ispat edebilir. Allah’a inanmayan insan putperesttir. Çünkü yegâne ilâh ve yaratıcı olan Allah-u Teâlâ dışında bedenin, cismin, evrenin ve evren unsurlarının kimden kaynak aldığına inanıyorsa akıl, o artık kişinin putudur. “Hiçbir şeye inanmıyorum” savı tamamen geçersizdir. 

Boşluk kabul etmeyen tabiatta bir bilgiyi ve değeri boş bıraktığınızda, boşluğun suyu çeken mizacına ve hacmine uygun bir mânâ ile işgal edilecektir. Bu işgal ister tercihen ve direkt, isterse dolaylı anlamları yoluyla meydana gelsin, artık kişinin bir putu vardır. Ve bir puta tapan insanı inançsız değil, sapkın inançlı kabul etmek dışında hiçbir yol ayrımı bulunmamaktadır. 

İşte boşluklar böyle birbirini eşitler. Yaratıcı güç, herhangi fikrin tahayyülünde defalarca düşünceye maruz da bırakılsa, kaynağı kendinden olan güçtür. Çünkü var edilen, var edemez. Yaratılan yaratamaz ve Yaratan yaratılamaz! 

İnsan, var olmaya bir irade ve talep neticesinde erişmediğinden ve yaratmak fiili irade gerektirdiğinden, insan kendini yaratamaz. İnsan kendini yaratamazsa insan yaratıcı değildir ve yaratıcı değilse “yaratılmış”tır. Ve bir yaratılmışın yaratılmış olduğunu destekleyen yegâne hakikat, bir Yaratıcı’nın varlığıdır. İşte tam burada, Yaratıcı’nın kendini kullarına anlattığı şekliyle kabul etmeyen kibirli fikir, herhangi bir nesneyi ya da objeyi yaratıcısı olarak kabul etme sefaletine sürüklenecektir. Ve bunu yapması için “Beni şu nesne, obje ya da kişi yarattı” demesine, bunu dil ile ikrar etmesine hiç gerek yoktur. Çünkü zaten inanmama iddiasında bulunan inkârcının bir yaratıcı kabul etmeme hususunda da son derece dirayetli oluşu hayret verici değil. O, hiçbir güç tarafından yaratılmadığını dile getirirken bir oluşuma dikkat çekecektir. Bu oluşumu zamana, denklemlere, evrenin hareketlerine ya da tesadüflere bağlayabilir. Bu bağlantılar son derece hezeyan dolu olsa da kişiyi putperest olmaktan geri bırakmayacaktır. 

Aklın bedeni var ettiği tezi, aklı putlaştırmaktır. Evrenin insanı var ettiği ideası, evrene tapınmaktır. Bu vaziyetin de Güneş’e ve yıldızlara tapan kabilelerden farklı bir hâle işaret etmeyeceği son derece aşikârdır. 

Allah-u Teâlâ (cc), Kendini Rahmân ve Rahîm olarak beyan ederken, burada kulu dikkate çağıran çok güçlü anlamlar bulunuyor. Evvelâ Yaradan’ın Kendini anlatma lütfu, kuluna duyduğu merhamettendir. Ve Kendini kuluna anlatırken Rahmân ve Rahîm oluşunu müjdelemesi, âlemi sevgiden yarattığının tezahürüdür. Kulun kimsesiz bir boşlukta salınmadığının, daima gözetilip korunduğunun ve geçen zamanın nihayetinde kendinin Yaradan güce varacağının müjdesidir. Ve Yaratıcı, yarattıklarına Kendini anlatabilen bir eşsizliktedir. Bunu, tebliğ ile görevlendirdiği özel kulları olan peygamberler aracılığıyla ve onların mübârek dillerinden bizlere aktardığı ayet-i kerimelerle yaptığı gibi, kişinin şahdamarından daha yakın oluşuyla, ruhuna kattığı İlâhî hissedişle ve daha pek çok Rahmânî tarikle yapmaktadır. Ve hiçbir put, kendini anlatamaz. 

İnanmamak kavramının geçersiz oluşuna bir başka zaviyeden daha bakarsak; inanmamak, aynı zamanda mantığı, matematiği, akla dayanan bilgiyi de geçersiz kılar. Çünkü mantık ve matematik gibi ispata dayalı bilimler de her şeyin 1’den kaynak aldığı hakikatiyle var olabilmektedir. 1’i sayılar içinden azat etmek, bütün sayıları ve sayılar arasındaki bağlantıyı da yerle bir eder. Eğer 1 yoksa 2 de yoktur. Ve 2 sayısı 1’e muhtaçtır. 1 mecburidir ama 2, 1’in kudretine muhtaçtır. Ve diğer bütün sayılar 1’den kaynak alır. “0” (sıfır) da 1’e muhtaçtır. Çünkü 1 olmasa ve 1’lerden meydana gelen diğer sayılar olmasa, sıfır diye bir kavram da olamaz. Sıfır da anılmak için 1’e muhtaçtır. Çünkü sıfıra sıfır rütbesini verecek olan da 1’dir. 

Yaratıcıya inanmamak, matematikteki anlayış üzerinden benzetme yolu ile 2’nin ya da 3’ün 1 olmadan var olduğuyla aynı saçmalıktır. Ya da daha vahimi, “1” sayısı ile kendini bir tutmaktır. Ki işte burada kişi, yine kendine tapınan bir ahmaklığa gerilemiş olur.