İnançsız insan imkânsız

“Gece karanlığı” denen şey tamamen göreceli bir kavramdır. Dünya’nın arkasına geçen Güneş, insanları Dünya gezegeninin gölgesinde bırakmaktadır. Malûm şekilde ışık değişmediğinde, olay hep böyle cereyan edecektir. Ancak sadece görmek için bile ışık değiştiğinde bakışlar da değişecek ve alışılmışın dışına çıkılacaktır. Demek ki alışkanlıklar, gerçeği gizleme potansiyelinde olabilir. Modern bilim, süregelen adımların bir sonrakinin de sürmesinin kesin olmadığını ortaya koymuştur. Batılıların bunun aksine harekete girişmeleri, bilimsel veriler karşısında işlerine geldiği gibi davranma potansiyelinde olduklarını gösterir.

İNANÇ, doğruda ısrarcı olmaktır. İnanç, doğruda kök salmaktır. İnanç, doğruda devamlılık göstermektir. Olmanın merkezinde doğrunun devamı, aksi durumda ise çürüme vardır. Doğru, aksi inkâr edilemez bir gerçektir. İnkârın merkezinde akla, mantığa ve bilime aykırı saplantılı akıl dışı görüşler yer alır.

İnkâr iddiasında bulunanların bilimsel verilere dayandırdıkları göstergelerin tamamının içi boştur. Zira “bilim” kelimesi altında bilimin kişilere göre bilim dışı yorumları yer alıp, bu da ideolojik bir saplantıdır. Bu ise tarihî köklere uzanan şeytanî ve paganizm merkezine kadar giden bilim dışı bir bakıştır.

Buradan hareketle, bilimin mutlak inanç yolu olarak görülmesi yeterli olmayacaktır. Ancak, bilim büyük otobanda şeritlerden biri olarak görülebilir. Bilimin kendisi sadece bir bakıştan ibarettir. Bir olayın uzmanlık alanına göre derinlemesine incelenmesi olarak da görülebilir. Buradan çıkacak sonuç, en azından mevcut şartlar altında en muhtemel doğruya işaret edecektir. Böylece elde edilen diğer bir sonuç ise bu doğrunun diğer doğrularla uyumlu olmasıdır.

Eğer bir alandan elde edilen bilimsel sonuç diğer alandan elde edilen bilimsel sonuçlarla uyumlu değilse, mutlaka sonuçlardan en az birisi yanlıştır. Bilimsel sonuçların birbiri ile uyumundan maksat, büyük doğrunun veya yapbozun yerine bir parça konulduğunda gözü ve aklı tırmalamadan resmi tamamlaması gerektiğidir.

Büyük resim tamamlandığında bir anlam ifade eden sonuçlar, başlangıçta birbiriyle uyumlu gibi görünmeyen durumlar ya da farklı renkler olabilir. Bu çok önemli değildir. Bir sonuç, veri veya fikir büyük resmin/fikrin bir parçası ise, farklılıkların o büyük resmin bir fabrikadan çıkmasını gösterir. Farklı renkleri güneş ışınlarının farklı renklere ayrılması gibi görüp, esasta tek renkte birleşmesi olarak idrak etmek gerekir. Buradan çıkan sonuca göre bütün renkler/fikirler mutlaka bir inanç ekseninde dönerler. İnançsızlık denilen ateizm “inanmamak” gibi gösterilse de, arka plânda başka bir moloz fikre veya sentetik ve estetikten uzak, çağ dışı saplantılara olan bir özlem için öne çıkmaktadır.

Çağ dışı saplantı ve özlenene olan kavuşma arzusu, ırkçı ve bilim dışı bir yaklaşımdır. Ancak günümüzde bu iş öyle ayyuka çıkmıştır ki neredeyse bilim çerçevesince inançsızlık işlenmektedir. Gelişen modern bilimler, inanç ekseninde dönmeye başladığında da, -sürekli olarak- yeni “bilim alanları” kasıtlı ve maksatlı olarak ortaya konulmuştur.

Dinamik sistemlerin ve evrenin yapıtaşlarını anlamada birer kilim ilmeği misali olduğu gerçeğinden sıyrılıp inançsızlığı çağrıştırdığını haykırmak, tamamen Batı eksenli bir proje ve özellikle de İngilizlerin dünyaya ideolojik birer dayatmasıdır. Bir sistemin önceki hâlinden esinlenip geleceğe dair yeni bakışlar ortaya koymak, bir kilimin dokunması gibidir. Asıl böyle bir aşamanın inançsızlığa işaret ettiğini iddia etmek bilim dışı hurafedir. Bazı bilim insanları da maalesef bu hurafelere kasıtlı veya bilmeyerek alet olmaktadırlar. Aksi takdirde inançsızlığa olan meyli ortaya koymaları mümkün değildir.

Günümüz dünyasında da hemen hemen bütün dünyada okutulan modern bilimler, çıplak olarak değil de ideolojik saplantılı yorumlarla okutulma eğilimindedir. Dinamik sistemler, Evrim Teorisi ve sosyoloji bunlardan bazılarıdır. 

Modern bilim çıktığında, her defasında büyük resmin bir parçası olduğunu ve bunun büyük bir doğru fikrin üzerindeki sis perdelerini araladığını gösterirken, Batı hemen bunu perdeleme gayretine girişmiş ve büyük oranda da başarılı olmuştur. Dinamik sistemlerin her şeyin merkezinde olduğunu dayatan Batı, Newton ve Hawking gibileri bu yolda öne sürmüştür. Ardından Evrim Teorisi ve sosyoloji (toplum bilimi) ile de modern bilime yine kendileri kafa tutmuşlardır. Aslında “inançsızlık” olarak gösterilen bu durum, temelde İngiliz ve oradan da Firavun dönemine kadar uzaman geniş bir paganizm inancını dikte etmek için kullanılmaktadır.


İnançsızlığın ortaya çıkma nedeni neydi?

Gerçekte bilimin kendisi büyük doğru ile çelişmekten ziyade, onu destekler pozisyondadır. İnançsızlık kavramını İslâm’dan ayrıştırmak için kullanmayı hedeflemişlerdir. İslâm’a olan inançsızlık ortaya konularak, paganizm ve şeytanî yollar teşvik edilmektedir. Bu işleri yaparken tek dayanakları, bilimi araç olarak kullanmalarıdır.

Her şeye rağmen yorum kısımlarından arındırılmış dinamik, Evrim Teorisi ve sosyoloji de büyük doğru resmin tamamen birer göstergesidir ve bunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bir sistemin kendisinden öncekini esas alıp geleceğe noksanları kaldırarak bakması, bilimin dinamiklerindendir. Böyle bir sistemi alıp “inançsızlık” için kullanmak tam anlamıyla ahmaklık ve aklı gözünde olanların akılsızca yapacağı işlerdir. Bunlar kişi, toplum veya ülkelerin alışkanlıklarına dönüştüğünde ise toplu fikir ve medeniyet ölümleri kaçınılmaz olacaktır. Bugün Batı medeniyeti köklerinden sarsılmış ve dünya yeni bir fikir arayışına girmiştir. Bu yeni fikir arayışını ortaya koyacak olanların ve dinamik, Evrim Teorisi ve sosyoloji gibi fen eksenli anlayışların arasından çıkarak bilimin, bir Yüce Yaratıcının sanat eserlerinden olduğunu ortaya çıkaracak olanlar olabilir. Bu anlayışın üzerindeki “inançsızlık” saplantısını ortadan kaldıracak olanların bilim, teknoloji ve dilbilimine hâkim olmaları gerekir.   

Bilimsel verilerden hareketle, teknolojinin kalkınmaya evirilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Bunu kullanacak olan akıllı varlığın insan olduğu düşünüldüğünde ise harf, kelime ve cümlelerin insan zihninden hareketle büyük metafizik resmi anlamaya bir geçiş köprüsü olduğunu görmek gerekir.  

Dinamik sistemler mekanikte teknoloji devrimlerini gerçekleştirirken, biyolojide canlıların büyük fotoğrafın mükemmelliğini Evrim üzerinden perdelemek mümkün olamamıştır. Sosyal anlamda Batı’nın merakı, Türkiye gibi ülkelerde dil kavramının mânâ eksenine bakarken şiddetlidir. Özellikle Oryantalistlerin büyük kısmı teknolojinin sosyoloji, dil ve medeniyet kökleri ile irtibatını kesmek için kasıtlı olarak, canhıraş bir şekilde çalışırlar.

Ülke içinde irtibatı zayıf olan STK, sosyal statülü veya diğer gruplar nedense Oryantalistlere demeç vermekten, köklerin en derinlere kadar uzantısını anlatmaktan kaçınmamaktadırlar. Bunun üç nedeni var: Birincisi, Batı’ya olan merak ve kendisini dev aynasında görmektir. İkincisi, bu tür bazı grupların içerisinde sinsice dolaşan ve kanser olmuş misyoner istihbarat elemanlarının varlığıdır. Üçüncüsü ise, “Bu doğruyu ben anlatayım” şeklindeki manevî menfaattir. Bunlar içinde en masumane olanı üçüncüsüdür ama o dahi çok tehlikeyi içinde barındırmaktadır.

Doğrunun anlatılmaya değil, yaşanmaya ihtiyacı vardır. Yaşanan her doğru, zaten kendisini uygulamalı olarak anlatmış olur.

İnsanlık tarihine bakıldığında köklerin en önemli tapusu, dil ve tarihî kalıntılardır. Tarihî kalıntılar ve dil, maddî birer delil olması nedeniyle makbul bir gerekçedir. Şimdilik tersinirliği ispatlanamadığı için teoriden öteye geçemeyen Evrim, mutlak doğru olarak insanlığın önüne tarihî belge olarak konulsa da genel kabul görmüyor. Zira yazımızın başından beri dile getirmeye çalıştığımız dinamik sistemlerin birbirlerine olan bağlılıkları, inkârı değil, inancı ve büyük resmin bütününü göstermektedir. Canlılar üzerinde yer alan böyle delillerin aksine, tarihî kalıntıların hiçbiri insanlık tarihinde “inançsız” bir toplum olduğunu ispatlamamaktadır. Eğer gerçekten “ateist” bir düşünceye sahip birileri varsa, bunlar mutlak mânâda ilkel bir toplumdan daha gericidirler.

Dil açısından bakıldığında ise kelimeler insanlığın da köklerini göstermektedir. Arap harfleriyle yazılan “inak” (inag) kelimesinin karşılığı Türkçede arandığında, “güvenmek, itimat etmek, bir düşünceye gönülden bağlı olmak ve itikat” anlamları ortaya çıkar. Yani bunun “inanmak” olduğu açıktır. Yani “inak” ile “inanmak”… Böyle bir anlama eski Uygurcada da rastlanması, köklerin aynı olduğunu göstermektedir. Evet, Arap harfleriyle bakıldığında ortaya çıkan “ina(n)mak” kelimesi ile Eski Türkçedeki “inanmak” kavramlarının ortak olması, inancın ortak bir kök olduğunu ortaya koyuyor.

Harflerin uyumunun en iyi yansıdığı lisanlardan biri, hiç şüphesiz Arapçadır. Arapçanın zirve bir lisan ile insanlığın tümüne şamil olması ise Kur’ân-ı Kerîm ile taçlanmıştır. Bu lisanda her bir kelime, bulunduğu cümlede tam anlamıyla uyum içerisinde yer alır. Bazen birbiriyle bağlantısı görülmediği zannedilen ifadelerin Kur’ân-ı Kerîm’de çok daha büyük bir doğrunun bağlantısını kurduğu açıktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kelimeler ve cümleler (ayet) de bir büyük fotoğrafı ispatlarcasına konuşlandırılmıştır. Arapça insan, okumak, isim ve benzer ifadelerin hep “elif” harfi ile başlaması, mimar ve mühendislik imzasının tek bir elden çıktığını gösterir. Diğer bir ifadeyle, metafizik ve fizik âlemlerin hepsinin yekpare bir plânın çerçevesince yer aldığının delilleridir bu. Ve bu bağlamda metafizik âlemi olacak olan ancak şimdiki olmamışlar olarak görürken, fizik âlemin olmuş metafizik olarak görünmesi zorunludur. 

Resmin tamamı açısından, olmuş olanlar ile olacak olanlar aynı kefededirler. Bu nedenle bilimi sadece bir teraziye koymak doğru değildir. Günümüzde psikoloji ve felsefe gibi alanlar da daha büyük bilimin birer aparatı olarak görülebilir. Bu nedenle, olacak olan metafizik ile olmuş olan fizik aynı şeylerdir. Bunların ortak yönleri dil açısından eşsizliği göstermektedir. Evren ve bunun içinde insan eşsiz varlıklardır. Bu ikisinin arasında yer alan okumak ise, ona akıl erdiren olarak sadece insan nesline has bir vasıf görülmelidir. İnsan neslinin ve aklının kabul ettiği özellik ise, kendisine benzeyen ve mânâca olmuş olanları örnek almasıdır. Bu durum, böyle bir boşluğun olmayacağı düşüncesinin karşısında peygamberlik kurumunu hatırlatmaktadır.

İnsanın evreni okuması ve ölçüm açısından da kıyası idrak edip yol alması, mutlak mânâda tek bir yola rücu olmasına bağlıdır. Bu yol, emrolunan yoldur. Böyle bir yolda her şey vardır. İmtihan sırrı asla açılmamıştır ancak akıl sahiplerinin her penceresi kendi iradesine verilmiştir.

Dinamik sistemlerin her şeyin merkezinde olduğunu dayatan Batı, Newton ve Hawking gibileri bu yolda öne sürmüştür. Ardından Evrim Teorisi ve sosyoloji (toplum bilimi) ile de modern bilime yine kendileri kafa tutmuşlardır.

İşine gelme meselesi

İnsanoğlu siyah ile beyaz arasında gidişleri yaşamaya mahal bir varlıktır. Bunu yaşarken uç noktalara gitmesi olasıdır. Ancak işaretlerin nereyi gösterdiğine sırt çevirmek de akıl işi değildir. Evrenin siyah ve beyaz noktaları bakışa göre değişebilir.

İnsan şu dünyayı göz ile seyrederken, etraftan gelip gözüne çarpan ışıklar ile temaşâ eder. Bu ışıkların türleri farklı maddelere nüfuz ettiğinde ise maddenin derinliklerine gidilir.

“Gece karanlığı” denen şey tamamen göreceli bir kavramdır. Dünya’nın arkasına geçen Güneş, insanları Dünya gezegeninin gölgesinde bırakmaktadır. Malûm şekilde ışık değişmediğinde, olay hep böyle cereyan edecektir. Ancak sadece görmek için bile ışık değiştiğinde bakışlar da değişecek ve alışılmışın dışına çıkılacaktır. Demek ki alışkanlıklar, gerçeği gizleme potansiyelinde olabilir. Modern bilim, süregelen adımların bir sonrakinin de sürmesinin kesin olmadığını ortaya koymuştur. Batılıların bunun aksine harekete girişmeleri, bilimsel veriler karşısında işlerine geldiği gibi davranma potansiyelinde olduklarını gösterir.

İnanmak, sadece “en büyük doğruya inanç” olarak algılanabilir. Bu durum sadece hakikat-i kübranın ilân ettiklerine inanmaktan başkası olamaz. Aksi bütün durumlar, büyük fotoğrafın dışında kalan imkânsız şeylerdir. Bu imkânsızlıklarsa aslında olmayan şeylerdir. Bunları var göstermek, şeytanî fikirlerin yansımasıdır.

Gelinen çağda dünya yeni bir fikre ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir fikri şu an itibariyle dünyada ciddî anlamda bir devlet ortaya koymuş değil. Zira buna en yakın olan Türkiye bile kısır, bakir ve fani işlere daha çok meyletmiş durumdadır. Şimdiki varoluşlar; para, mâkâm, hırs, hız ve haz düzeyinde olduğundan bütün dünya kıvranmaktadır. Bilinçli ya da bilinçsiz, bir şekilde teşvik edilenler, uygulamada ve gösterimde olan yanlış yaşantılardır. Bu tür teşvikler tamamen bir otomobilin kaportasına odaklanıp motorun ihmâl edilmesi gibidir.

Türkiye böyle bir yanlıştan dönecek ülkelerin başında geliyor. “Kimsenin hatırını kırmayalım” derken Hakk’ın hatırı göz ardı ediliyor. Fikrî iktidarın inşâ edilememesi bu nedenle gecikiyor. Geçen her zaman, gelecekteki gençliğin çalınmasına işaret ediyor. En kestirme yoldan büyük bir heyet kurularak fikrî iktidarı oluşturacak inanç ve insan dengesi ortaya konulmalıdır.