İnançlar üzerinden ırkçılık: İslâmofobi

İslâmofobi yani Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve düşmanlık, bugün küresel bir mesele olarak önümüzde durmaktadır. Bu sorun hem Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batı ülkelerinde, hem de Çin, Hindistan gibi Doğu ülkelerinde Müslümanlar ile Müslüman olmayan toplumlar arasındaki ilişkileri zehirlemektedir. Daha da dikkat çeken husus ise, İslâmofobinin Türkiye, Cezayir ve Mısır gibi nüfus çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde bile maalesef kök saldığı gerçeğidir.

İSLÂMOFOBİ nedir?

Kelime anlamına baktığımızda İslâm dinine ve Müslümanlara karşı duyulan nefret, ayrımcılık, düşmanlık ve kin besleme anlamına geliyor İslâmofobi. Bana sorarsanız, daha kısa ifade edebilirim: Müslüman karşıtı ırkçılıktır. Bir nevi inanç faşizmidir.

İslâmofobi kavramı, 11 Eylül saldırıları sonrasında dünya genelinde Müslümanlara karşı ortaya çıkan negatif algı ve tutumları ifade etmek için sıklıkla kullanılan bir kavram hâline geldi. Siz “negatif algı” dediğime bakmayın. Bu tanım, Batı’nın hasmâne tutumunu her zamanki gibi yumuşatmak için uydurduğu söz cambazlığından başka bir şey değil. Nereden baksanız ayrımcılık ve faşizm kokan bir kelime İslâmofobi. Bu kelime ile her ne kadar 11 Eylül terör eylemleri sonrasında tanıştığımızı zannetsek de bu ırkçı zihniyetin kökenlerinin çok daha eskilere, Haçlı ittifaklarına kadar dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 

İslâmofobi yani Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve düşmanlık, bugün küresel bir mesele olarak önümüzde durmaktadır. Bu sorun hem Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batı ülkelerinde, hem de Çin, Hindistan gibi Doğu ülkelerinde Müslümanlar ile Müslüman olmayan toplumlar arasındaki ilişkileri zehirlemektedir. Daha da dikkat çeken husus ise, İslâmofobinin Türkiye, Cezayir ve Mısır gibi nüfus çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde bile maalesef kök saldığı gerçeğidir.

Şimdi diyeceksiniz ki, “Ülkemiz dâhil olmak üzere İslâm coğrafyasında İslâm düşmanlığı nasıl oluyor?”. Medyaya bakınız. Siyasetçilere bakınız. Sivil toplum örgütlerine bakınız. Bu plâtformlarda gayr-i millî olan ne varsa İslâmofobiye hizmet ediyor demektir. İçerideki İslâmofobicileri, dilerseniz bir başka yazıya bırakalım. Hepsini birden yazmaya kalksak sayfalar yetmez çünkü.

Cemil Meriç’in çok güzel bir tespiti var: “Bütün Kur’ân’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı yani İslâm... Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyan’dır; sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet…”

İslâm âlemi ile Hıristiyan dünyası arasında İslâm’ın doğuşundan beri farklı zamanlarda, farklı boyutlarda ortaya çıkan çatışma ve çekişmeler olmuştur. Bu anlaşmazlıkların en son şekli, Batı’nın İslâm dünyasına karşı tutumunu belirleyen İslâmofobidir. Günümüzde Batılılar, İslâmofobinin Müslümanların terörist ve zorba eylemlerinden, şiddet yanlısı oluşlarından, fikir ve basın özgürlüğüne tahammülsüzlüklerinden kaynaklandığını düşünmektedir.

Terminolojik olarak “İslâmofobi” kelimesi, ilk olarak 1997 yılında, İngiltere’de bir düşünce kuruluşu olan Runnymede Trust tarafından, dünyada yükselen İslâm trendine bağlı olarak İslâm algısının, özellikle Batı kamuoyunda oluşturduğu olumsuz etki üzerine hazırladığı raporda kullanılmıştır. Ancak yaygınlaşması ve medyada sık sık yer bulması, 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kuleler olarak da bilinen ve New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’ne El-Kaide isimli terör örgütü tarafından yapılan saldırı ile zirveye ulaşmıştır. Daha sonra değişik Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar, “olayın meydana geldiği ülkenin 11 Eylül’ü” olarak değerlendirilmeye başlanmış ve bu değerlendirmelerde bir yandan İslâm da şiddetle özdeşleştirilir hâle gelmiş, bir yandan da Müslümanlara karşı düşmanlık ve nefret körüklenmiştir.

Hollanda’da İslâm’ı karalamak için yapılan “İtaat” (Submission) isimli kısa filmden sonra filmin yönetmeni Theo Van Gogh’un Faslı bir saldırgan tarafından sokak ortasında öldürülmesi, Fransa’da 7 Ocak 2015 tarihinde yaşanan Charlie Hebdo olayı (ki bu karikatür dergisi bizler için bir paçavradan ibarettir, olayın faili teröristlerin de yatacak yerleri yoktur) ve Manchester Arena’da 23 Mayıs 2017’de yaşanan patlama, Batı’da uzun zamandan beri Müslümanlara karşı var olan korkuyu nefret ve düşmanlığa dönüştürmüştür.

Esasen bu olaylar, olayların sebebi olarak gösterilen eylemler ve olayı gerçekleştirenler tek tek analiz edildiğinde, onları İslâm ve Müslüman kimliği ile bütünleştirmenin dahi metazori olduğu görülmektedir.

İslâmofobi her ne kadar 21’inci yüzyıl başında ortaya atılmış bir kavram olsa da kavramın içeriğinde bulunan İslâm karşıtlığı, İslâm düşmanlığı, İslâm’ı ötekileştirme eğilimi, İslâm-Hıristiyan rekabeti, Haçlı seferlerinin başlangıcına dayandırılacak bir tutumdur. Tarih boyunca farklı şekillerde tezahür eden bu eğilimin en belirgin olanları Haçlı seferleri, Oryantalizm ve İslâmofobi kavramlarında tecessüm etmiştir.

Dünya var olduğu günden beri “Eşya zıddıyla kaimdir” prensibi doğrultusunda varlığını zıddıyla, ötekiyle birlikte sürdürmüştür. Bu dikotomi, manevî dünyamıza ilişkin olan dünya-ahiret, şeytan-melek, hayır-şer, günah-sevap gibi kavramlarda olduğu gibi insan ve toplumsal varlığın varoluşunda da Habil-Kabil, İbrahim-Nemrut, Musa-Firavun gibi ikilemlerde de sürdürülmüştür. Batı, Rönesans’tan beri süregelen aydınlanma ve sonrasında iyice gün yüzüne çıkan dünyayı Batı merkezli değerlendirme anlayışını yaklaşık 16’ncı yüzyıldan beri geliştirerek devam ettirmektedir. 20’nci yüzyılın başlarında Sovyetler Birliği ve ABD’nin süper güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte dünya, komünist-kapitalist, Varşova Paktı-NATO, Demir Perde-Özgür Dünya gibi karşıtlıklar ile varoluşunu sürdürmüştür. 1989 yılında Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte ABD merkezli Batı’nın düşmansız kalacağı düşüncesi hâkim olunca, kendisine bir düşman yaratma ihtiyacı hissetmiş ve bunu İslâm coğrafyası olarak belirlemiştir.


Aynı senaryo, aynı film

Aslında ortalığı karıştırmak çok kolay. Bu tür olayların basit bir senaryosu bulunmaktadır: Önce İslâm’a karşı veya Müslümanların duyarlı olduğu bir konuda aşağılayıcı bir yayın yapılmakta, sonra da Müslümanların gösterdiği tepkiler gerekçe gösterilerek saldırganlar kendi tezlerine kanıtlar bularak harekete geçmektedirler.

Son çeyrek yüzyılda Avrupa ülkelerinin bir kısmında yaşanan ve Müslümanları saldırgan olarak gösteren olaylara kabaca bakıldığında dahi bu basit senaryonun hayata geçirildiğini takip etmek hiç de zor olmayacaktır. Örneğin, Danimarka’da yaşanan çirkin karikatür krizi de, bu karikatürün Fransa’da tekrar yayınlanması ve bunun neticesinde Paris’te yaşanan Charlie Hebdo Olayı da, Hollanda’da yaşanan Theo Van Gogh’un kısa filmi de bu basit senaryonun uygulanmasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde, bu olaylardan çok daha önce yaşanan Salman Rüşdi olayı da Müslümanların duyarlı olduğu, kutsal saydığı değerlere hakaret içeren bir olay olmasına rağmen, hakareti fikir özgürlüğü olarak değerlendirmekten geri durmamışlardır. Bununla da yetinilmemiş, Batı’da İslâmofobinin şiddetlendiği döneme gelindiğinde Salman Rüşdi’ye İngiliz Hükûmeti tarafından şövalyelik madalyası verilerek bir yandan İslâm’a hakaret âdeta devlet düzeyinde ödüllendirilmiş, öte yandan Müslümanlar yeniden tahrik edilerek şiddet alanına teşvik edilmiştir.

Terörün “ama”sı olmaz. Terör terördür. Lâkin anlatmaya çalıştığım şey, birtakım gelişmelerin yaşanan bazı şer olaylara zemin hazırladığıdır.

Mutlaka görmüşsünüzdür. İsviçre’de sıklıkla referandumlar oluyor. O referandumlar öncesinde yapılan propagandaların birinde minareyi sembol olarak kullandılar. O afişlerin neredeyse tamamı İslâm’ı ve Müslümanları rencide edecek türdendi. Ben hatırlıyorum, o afişlerin bir tanesindeki minare, bir füze biçimindeydi. Bir diğerindeyse İsviçre bayrağını parçalayan bir süngü biçiminde tasarlanmıştı. Baştan aşağı tahrik dolu bu uygulamaları düşünce veya basın özgürlüğü gibi kavramlarla savunmak, samimiyetsizlik ve ikiyüzlülükten başka bir şey değil.

Bir din ve o dinin mensupları, geniş bir topluluk tarafından bir tehdit unsuru olarak algılanıp korku ve kaygı yaratıyorsa, çözüm, muhakkak bu korkunun sebeplerinin araştırılıp bulunması ve üzerine gidilmesiyle bulunacaktır. Avrupa kamuoyu, kurumları ve medyası bir bütün hâlinde bu endişenin realitesini sorgulamalı ve giderilmesi için çalışmalıdır. Çünkü ülkelerinde yoğunlukla yaşayan ve bütünün bir parçasını oluşturan Müslümanların tehdit olarak algılanması ve tarafların bu sebeple tedirgin bir hayat yaşaması, modern, çağdaş ve demokratik bir hukuk düzeni ile insan haklarını her fırsatta yücelten Avrupa ülkelerini çelişkiye sürüklemektedir.

Haydi bir an için Batı’nın kirli mazisini unutalım. Selahaddin Eyyubî’nin, Sultan Baybars’ın, Fatih Sultan Mehmet’in karşısına Papa’nın bizzat cennetten tapu vaadiyle dikilen, acımasızlığı ile nam salmış kutsal Haçlı ittifaklarını bir an için hiç yaşanmamış sayalım. Bu faşizmin kaynağını da safdillik yapıp 11 Eylül olarak belirleyelim. Değişen bir şey var mı sizce? Galiba yok. Bunu niçin söyledim? Çünkü Batı, bizzat yetiştirip büyüttüğü İslamofobiye kılıf aramak için terörü bahane ediyor. Batılı devletlerin hükûmetleri, sözde din adına yapılan terörist saldırılar neticesinde İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan kitlelerin, İslâm’ın bir şiddet dini olduğu izlenimine kapılmalarını keyifle izliyorlar. Hatta kendi ülkelerinde Müslümanlara karşı işlenen sözlü ve fizikî saldırılar bazen örtbas ediliyor.  

Avrupa’da şu haberleri duymaya aşinayız sanırım: Önce bir yerde bombalı bir saldırı düzenleniyor, masum insanlar ölüyor. Hepimiz çok üzülüyor, kahroluyoruz. Haberin üzerinden yirmi dört saat geçmeden, olayın cereyan ettiği mıntıkanın yakınlarındaki bir cami, İslâm karşıtları tarafından kundaklanıyor. İçinde ibadetlerini eda eden insanlar katlediliyor. Bu kısır döngü, Avrupa’daki faşist aşırı sağ partilerin ekmeğine yağ sürüyor. Terörden faydalanan aşırı sağ, İslâmofobiyi işlevsel bir hâle getirerek siyâsî amaçları için kullanmaya günbegün devam ediyor.

ABD’deki durum Avrupa’dan farklı değil. Yalnız bir noktayı ifade etmek isterim. ABD demografik anlamda bir göçmenler ülkesi olduğu için, orada dışarıdan gelenlere hoşgörü ve tolerans, Avrupa’ya nazaran daha fazladır. Ama işin içine İslâmiyet girdiğinde onların da Avrupalılardan bir farkı kalmıyor maalesef. Yani Hıristiyan, Yahudi, Budist ve sairseniz yerel farklılıklarınıza saygı duyuluyor. Müslümansanız, geçmiş olsun!

ABD’ye daha önce dört kez gitmiş, bir sene de orada yaşamış birisi olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yurtdışında bazı insanlar (Allah için hepsi değil, haklarını yemeyelim) başörtülü birini gördüklerinde ya da uzun sakallı bir adamla karşılaştıklarında öcü görmüş gibi davranıyorlar. Kendi politikacılarının, yazılı ve görsel basının, kamuoyunun dolduruşuna gelip yanı başlarında kendilerinden farklı bir dine mensup insanlara terörist muamelesi yapmak, belli bir kesimin işine geliyor belli ki.

Yalnız orada bulunduğum sürece kalbinin derinliklerinde şefkât ve merhamete bizzat şahit olduğum altın kalpli insanların da hakkını yememeliyim. Sayıları belki fazla değildi. Ama yürekleri bir okyanus kadardı. Terörün dininin olmadığını söylediğimde hak verdiler bana. Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de askerî üniformalı terör kol gezerken oradaki mazlumlar için gözyaşı döktüler. Kendi ülke politikalarını eleştirdiler. Hem de acımasızca…   

Keşke imkânımız olsa da Times Meydanı’na, Picadilly Meydanı’na, Eyfel Kulesi’ne ışıklı tabelâlarla Maide Sûresi’nin 32’nci ayetini assak… Bir kişiyi haksız yere öldürmenin tüm insanlığı öldürmek olduğunu söyleyen bir dinimiz olduğunu onlar da bilseler… 

Biz bize bakınca…

Batı yakasının hikâyesi zaten bildiğimiz bir şey. Peki, İslâmofobi noktasında Müslümanların duruşu nedir? 

Kuşkusuz terörün Batı tarafından Müslümanlarla ilişkilendirilmesi sarmalından çıkmadan sorunun çözülemeyeceği açıktır. İslâm’ın terörle ilişkilendirilmemesi için Batı’ya bıkmadan ve usanmadan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i anlatmamız gerekiyor. Keşke imkânımız olsa da Times Meydanı’na, Picadilly Meydanı’na, Eyfel Kulesi’ne ışıklı tabelâlarla Maide Sûresi’nin 32’nci ayetini assak… Bir kişiyi haksız yere öldürmenin tüm insanlığı öldürmek olduğunu söyleyen bir dinimiz olduğunu onlar da bilseler… Bilseler ki, Müslüman ülkesinde dağlara buğday serpiyorlar kuşlar aç kalmasın diye. Yolda ekmek gördüğünde yerden alıp başının üzerine götüren insanlar yaşıyor burada. Düşene elini uzatan, aç gördüğünde karnını doyuran, Allah’tan korkan, kuldan utanan insanların diyarıdır Müslüman ülkesi. Onlar bilmiyorlar. Bilmek istemiyorlar. Maalesef bizler de kendimizi anlatamıyoruz.

İslâmofobinin bir diğer olumsuz yansıması ise Müslümanları sürekli kendilerini ve dinlerini savunma ihtiyacı içinde hissettirmesidir. Batılı ülkelerde yaşayan kardeşlerimiz o kadar çok kendilerini savunma zaruretinde hissediyorlar ki bir noktadan sonra günlük hayatta kendilerini ifade edemiyorlar. Ayrıştırılıyor, ötekileştiriliyorlar. Kapalı bir kutu misâli, kendi kabuklarında yaşıyorlar. Bu yüzden de toplumda yeterli düzeyde temsil edilmiyorlar.  

Peki, farklı inanç ve kültürlerin bir arada yaşamalarının önündeki en büyük engellerden biri olan İslâmofobiyi aşmak için bize hangi görevler düşüyor?

Kurumsal anlamda ülkemize büyük görev düşüyor. Özellikle hem İslâm dünyası, hem de Batı ile kurumsallaşmış ilişkilere sahip olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İslâmofobiye yönelik farkındalığı arttırmaya yönelik sistematik çalışmalar yapıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız, başta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu olmak üzere katıldığı hemen hemen her plâtformda İslâmofobinin zararlarından bahsediyor. Kamuoyu oluşturuyor.

Devlet idaresi İslâmofobi ile topyekûn mücadele ederken, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları, üniversiteler aynı çabayı gösteriyorlar mı? Bazıları gösteriyor ama yeterli değil. Yekvücut olamıyorlar. Kimi çevrelerin hiç ilgisini çekmiyor. Onu zaten biliyoruz. Peki, ne yapmalıyız? Bu musibetten dünya nasıl kurtulur?

Öncelikle İslâmofobinin, ülkelerin yasal mevzuatlarında bir suç unsuru olarak kabul edilmesi için kamuoyu oluşturulması gerekiyor. Her şeyi Cumhurbaşkanımızdan beklemeyelim. Tüm dünyadaki Müslüman sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve siyâsî partiler ortak bir plâtformda bir araya gelmeliler. Kısık seslerin sesini tüm dünya duymalı.

Özellikle Batılı devletlerdeki medya mensupları, hukukçular, güvenlik görevlileri ve yasal otoriteler İslâmofobiye karşı yetişmiş personel tarafından eğitime tâbi tutulmalı.

Hükûmetler, dinî azınlıkların haklarının gözetilmesi için kanun tasarısı hazırlamalı ve bu uygulama, yönetimdeki bireylerin kişisel tercihlerine bırakılmamalı.

İslâmofobik saldırıların mağdurlarına yardım etmek için avukatlık ve danışmanlık hizmetleri sunulmalı. Bilhassa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde mağdurların hakları çok iyi savunulmalı, caydırıcı müeyyide ve yaptırımların uygulanması sağlanmalı.