İSLÂMOFOBİ nedir?
Kelime
anlamına baktığımızda İslâm dinine ve Müslümanlara karşı duyulan nefret,
ayrımcılık, düşmanlık ve kin besleme anlamına geliyor İslâmofobi. Bana sorarsanız, daha kısa ifade edebilirim: Müslüman
karşıtı ırkçılıktır. Bir nevi inanç faşizmidir.
İslâmofobi kavramı, 11 Eylül saldırıları
sonrasında dünya genelinde Müslümanlara karşı ortaya çıkan negatif algı ve
tutumları ifade etmek için sıklıkla kullanılan bir kavram hâline geldi. Siz “negatif
algı” dediğime bakmayın. Bu tanım, Batı’nın hasmâne tutumunu her zamanki gibi
yumuşatmak için uydurduğu söz cambazlığından başka bir şey değil. Nereden
baksanız ayrımcılık ve faşizm kokan bir kelime İslâmofobi. Bu kelime ile her ne kadar 11 Eylül terör eylemleri
sonrasında tanıştığımızı zannetsek de bu ırkçı zihniyetin kökenlerinin çok daha
eskilere, Haçlı ittifaklarına kadar dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İslâmofobi yani Müslümanlara
yönelik ayrımcılık ve düşmanlık, bugün küresel bir mesele olarak önümüzde
durmaktadır. Bu sorun hem Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batı
ülkelerinde, hem de Çin, Hindistan gibi Doğu ülkelerinde Müslümanlar ile
Müslüman olmayan toplumlar arasındaki ilişkileri zehirlemektedir. Daha da
dikkat çeken husus ise, İslâmofobinin
Türkiye, Cezayir ve Mısır gibi nüfus çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde bile
maalesef kök saldığı gerçeğidir.
Şimdi
diyeceksiniz ki, “Ülkemiz dâhil olmak üzere İslâm coğrafyasında İslâm
düşmanlığı nasıl oluyor?”. Medyaya bakınız. Siyasetçilere bakınız. Sivil toplum
örgütlerine bakınız. Bu plâtformlarda gayr-i millî olan ne varsa İslâmofobiye hizmet ediyor demektir.
İçerideki İslâmofobicileri,
dilerseniz bir başka yazıya bırakalım. Hepsini birden yazmaya kalksak sayfalar
yetmez çünkü.
Cemil
Meriç’in çok güzel bir tespiti var: “Bütün
Kur’ân’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız;
Osmanlı yani İslâm... Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa,
maddeciliğine rağmen Hıristiyan’dır; sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan
için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve
esrarlı kuvvet…”
İslâm
âlemi ile Hıristiyan dünyası arasında İslâm’ın doğuşundan beri farklı
zamanlarda, farklı boyutlarda ortaya çıkan çatışma ve çekişmeler olmuştur. Bu
anlaşmazlıkların en son şekli, Batı’nın İslâm dünyasına karşı tutumunu
belirleyen İslâmofobidir. Günümüzde
Batılılar, İslâmofobinin Müslümanların
terörist ve zorba eylemlerinden, şiddet yanlısı oluşlarından, fikir ve basın
özgürlüğüne tahammülsüzlüklerinden kaynaklandığını düşünmektedir.
Terminolojik
olarak “İslâmofobi” kelimesi, ilk
olarak 1997 yılında, İngiltere’de bir düşünce kuruluşu olan Runnymede Trust
tarafından, dünyada yükselen İslâm trendine bağlı olarak İslâm algısının,
özellikle Batı kamuoyunda oluşturduğu olumsuz etki üzerine hazırladığı raporda
kullanılmıştır. Ancak yaygınlaşması ve medyada sık sık yer bulması, 11 Eylül
2001 tarihinde İkiz Kuleler olarak da bilinen ve New York’ta bulunan Dünya
Ticaret Merkezi’ne El-Kaide isimli terör örgütü tarafından yapılan saldırı ile
zirveye ulaşmıştır. Daha sonra değişik Avrupa ülkelerinde meydana gelen
olaylar, “olayın meydana geldiği ülkenin 11 Eylül’ü” olarak değerlendirilmeye
başlanmış ve bu değerlendirmelerde bir yandan İslâm da şiddetle özdeşleştirilir
hâle gelmiş, bir yandan da Müslümanlara karşı düşmanlık ve nefret
körüklenmiştir.
Hollanda’da
İslâm’ı karalamak için yapılan “İtaat” (Submission) isimli kısa filmden sonra
filmin yönetmeni Theo Van Gogh’un Faslı bir saldırgan tarafından sokak
ortasında öldürülmesi, Fransa’da 7 Ocak 2015 tarihinde yaşanan Charlie Hebdo
olayı (ki bu karikatür dergisi bizler için bir paçavradan ibarettir, olayın faili
teröristlerin de yatacak yerleri yoktur) ve Manchester Arena’da 23 Mayıs 2017’de
yaşanan patlama, Batı’da uzun zamandan beri Müslümanlara karşı var olan korkuyu
nefret ve düşmanlığa dönüştürmüştür.
Esasen
bu olaylar, olayların sebebi olarak gösterilen eylemler ve olayı
gerçekleştirenler tek tek analiz edildiğinde, onları İslâm ve Müslüman kimliği
ile bütünleştirmenin dahi metazori olduğu görülmektedir.
İslâmofobi her ne kadar
21’inci yüzyıl başında ortaya atılmış bir kavram olsa da kavramın içeriğinde
bulunan İslâm karşıtlığı, İslâm düşmanlığı, İslâm’ı ötekileştirme eğilimi,
İslâm-Hıristiyan rekabeti, Haçlı seferlerinin başlangıcına dayandırılacak bir
tutumdur. Tarih boyunca farklı şekillerde tezahür eden bu eğilimin en belirgin
olanları Haçlı seferleri, Oryantalizm ve İslâmofobi
kavramlarında tecessüm etmiştir.
Dünya var olduğu günden beri “Eşya zıddıyla kaimdir” prensibi doğrultusunda varlığını zıddıyla, ötekiyle birlikte sürdürmüştür. Bu dikotomi, manevî dünyamıza ilişkin olan dünya-ahiret, şeytan-melek, hayır-şer, günah-sevap gibi kavramlarda olduğu gibi insan ve toplumsal varlığın varoluşunda da Habil-Kabil, İbrahim-Nemrut, Musa-Firavun gibi ikilemlerde de sürdürülmüştür. Batı, Rönesans’tan beri süregelen aydınlanma ve sonrasında iyice gün yüzüne çıkan dünyayı Batı merkezli değerlendirme anlayışını yaklaşık 16’ncı yüzyıldan beri geliştirerek devam ettirmektedir. 20’nci yüzyılın başlarında Sovyetler Birliği ve ABD’nin süper güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte dünya, komünist-kapitalist, Varşova Paktı-NATO, Demir Perde-Özgür Dünya gibi karşıtlıklar ile varoluşunu sürdürmüştür. 1989 yılında Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte ABD merkezli Batı’nın düşmansız kalacağı düşüncesi hâkim olunca, kendisine bir düşman yaratma ihtiyacı hissetmiş ve bunu İslâm coğrafyası olarak belirlemiştir.
Aynı
senaryo, aynı film
Aslında
ortalığı karıştırmak çok kolay. Bu tür olayların basit bir senaryosu
bulunmaktadır: Önce İslâm’a karşı veya Müslümanların duyarlı olduğu bir konuda
aşağılayıcı bir yayın yapılmakta, sonra da Müslümanların gösterdiği tepkiler
gerekçe gösterilerek saldırganlar kendi tezlerine kanıtlar bularak harekete
geçmektedirler.
Son
çeyrek yüzyılda Avrupa ülkelerinin bir kısmında yaşanan ve Müslümanları
saldırgan olarak gösteren olaylara kabaca bakıldığında dahi bu basit senaryonun
hayata geçirildiğini takip etmek hiç de zor olmayacaktır. Örneğin, Danimarka’da
yaşanan çirkin karikatür krizi de, bu karikatürün Fransa’da tekrar yayınlanması
ve bunun neticesinde Paris’te yaşanan Charlie Hebdo Olayı da, Hollanda’da
yaşanan Theo Van Gogh’un kısa filmi de bu basit senaryonun uygulanmasından
başka bir şey değildir. Aynı şekilde, bu olaylardan çok daha önce yaşanan
Salman Rüşdi olayı da Müslümanların duyarlı olduğu, kutsal saydığı değerlere
hakaret içeren bir olay olmasına rağmen, hakareti fikir özgürlüğü olarak
değerlendirmekten geri durmamışlardır. Bununla da yetinilmemiş, Batı’da İslâmofobinin şiddetlendiği döneme
gelindiğinde Salman Rüşdi’ye İngiliz Hükûmeti tarafından şövalyelik madalyası
verilerek bir yandan İslâm’a hakaret âdeta devlet düzeyinde ödüllendirilmiş,
öte yandan Müslümanlar yeniden tahrik edilerek şiddet alanına teşvik
edilmiştir.
Terörün
“ama”sı olmaz. Terör terördür. Lâkin anlatmaya çalıştığım şey, birtakım
gelişmelerin yaşanan bazı şer olaylara zemin hazırladığıdır.
Mutlaka
görmüşsünüzdür. İsviçre’de sıklıkla referandumlar oluyor. O referandumlar
öncesinde yapılan propagandaların birinde minareyi sembol olarak kullandılar. O
afişlerin neredeyse tamamı İslâm’ı ve Müslümanları rencide edecek türdendi. Ben
hatırlıyorum, o afişlerin bir tanesindeki minare, bir füze biçimindeydi. Bir
diğerindeyse İsviçre bayrağını parçalayan bir süngü biçiminde tasarlanmıştı. Baştan
aşağı tahrik dolu bu uygulamaları düşünce veya basın özgürlüğü gibi kavramlarla
savunmak, samimiyetsizlik ve ikiyüzlülükten başka bir şey değil.
Bir
din ve o dinin mensupları, geniş bir topluluk tarafından bir tehdit unsuru
olarak algılanıp korku ve kaygı yaratıyorsa, çözüm, muhakkak bu korkunun
sebeplerinin araştırılıp bulunması ve üzerine gidilmesiyle bulunacaktır. Avrupa
kamuoyu, kurumları ve medyası bir bütün hâlinde bu endişenin realitesini
sorgulamalı ve giderilmesi için çalışmalıdır. Çünkü ülkelerinde yoğunlukla
yaşayan ve bütünün bir parçasını oluşturan Müslümanların tehdit olarak
algılanması ve tarafların bu sebeple tedirgin bir hayat yaşaması, modern,
çağdaş ve demokratik bir hukuk düzeni ile insan haklarını her fırsatta yücelten
Avrupa ülkelerini çelişkiye sürüklemektedir.
Haydi
bir an için Batı’nın kirli mazisini unutalım. Selahaddin Eyyubî’nin, Sultan
Baybars’ın, Fatih Sultan Mehmet’in karşısına Papa’nın bizzat cennetten tapu
vaadiyle dikilen, acımasızlığı ile nam salmış kutsal Haçlı ittifaklarını bir an
için hiç yaşanmamış sayalım. Bu faşizmin kaynağını da safdillik yapıp 11 Eylül
olarak belirleyelim. Değişen bir şey var mı sizce? Galiba yok. Bunu niçin
söyledim? Çünkü Batı, bizzat yetiştirip büyüttüğü İslamofobiye kılıf aramak için terörü bahane ediyor. Batılı devletlerin hükûmetleri, sözde
din adına yapılan terörist saldırılar neticesinde İslâm hakkında yeterli
bilgiye sahip olmayan kitlelerin, İslâm’ın bir şiddet dini olduğu izlenimine
kapılmalarını keyifle izliyorlar. Hatta kendi ülkelerinde Müslümanlara karşı
işlenen sözlü ve fizikî saldırılar bazen örtbas ediliyor.
Avrupa’da
şu haberleri duymaya aşinayız sanırım: Önce bir yerde bombalı bir saldırı
düzenleniyor, masum insanlar ölüyor. Hepimiz çok üzülüyor, kahroluyoruz.
Haberin üzerinden yirmi dört saat geçmeden, olayın cereyan ettiği mıntıkanın
yakınlarındaki bir cami, İslâm karşıtları tarafından kundaklanıyor. İçinde
ibadetlerini eda eden insanlar katlediliyor. Bu kısır döngü, Avrupa’daki faşist
aşırı sağ partilerin ekmeğine yağ sürüyor. Terörden faydalanan aşırı sağ, İslâmofobiyi işlevsel bir hâle getirerek
siyâsî amaçları için kullanmaya günbegün devam ediyor.
ABD’deki
durum Avrupa’dan farklı değil. Yalnız bir noktayı ifade etmek isterim. ABD
demografik anlamda bir göçmenler ülkesi olduğu için, orada dışarıdan gelenlere
hoşgörü ve tolerans, Avrupa’ya nazaran daha fazladır. Ama işin içine İslâmiyet
girdiğinde onların da Avrupalılardan bir farkı kalmıyor maalesef. Yani Hıristiyan,
Yahudi, Budist ve sairseniz yerel farklılıklarınıza saygı duyuluyor. Müslümansanız,
geçmiş olsun!
ABD’ye
daha önce dört kez gitmiş, bir sene de orada yaşamış birisi olarak bunu
rahatlıkla söyleyebilirim ki, yurtdışında bazı insanlar (Allah için hepsi
değil, haklarını yemeyelim) başörtülü birini gördüklerinde ya da uzun sakallı
bir adamla karşılaştıklarında öcü görmüş gibi davranıyorlar. Kendi
politikacılarının, yazılı ve görsel basının, kamuoyunun dolduruşuna gelip yanı
başlarında kendilerinden farklı bir dine mensup insanlara terörist muamelesi
yapmak, belli bir kesimin işine geliyor belli ki.
Yalnız orada bulunduğum sürece kalbinin derinliklerinde şefkât ve merhamete bizzat şahit olduğum altın kalpli insanların da hakkını yememeliyim. Sayıları belki fazla değildi. Ama yürekleri bir okyanus kadardı. Terörün dininin olmadığını söylediğimde hak verdiler bana. Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de askerî üniformalı terör kol gezerken oradaki mazlumlar için gözyaşı döktüler. Kendi ülke politikalarını eleştirdiler. Hem de acımasızca…
Keşke imkânımız olsa da Times Meydanı’na, Picadilly Meydanı’na, Eyfel Kulesi’ne ışıklı tabelâlarla Maide Sûresi’nin 32’nci ayetini assak… Bir kişiyi haksız yere öldürmenin tüm insanlığı öldürmek olduğunu söyleyen bir dinimiz olduğunu onlar da bilseler…
Biz
bize bakınca…
Batı
yakasının hikâyesi zaten bildiğimiz bir şey. Peki, İslâmofobi noktasında Müslümanların duruşu nedir?
Kuşkusuz
terörün Batı tarafından Müslümanlarla ilişkilendirilmesi sarmalından çıkmadan
sorunun çözülemeyeceği açıktır. İslâm’ın terörle ilişkilendirilmemesi için Batı’ya
bıkmadan ve usanmadan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i anlatmamız gerekiyor. Keşke
imkânımız olsa da Times Meydanı’na, Picadilly Meydanı’na, Eyfel Kulesi’ne
ışıklı tabelâlarla Maide Sûresi’nin 32’nci ayetini assak… Bir kişiyi haksız
yere öldürmenin tüm insanlığı öldürmek olduğunu söyleyen bir dinimiz olduğunu onlar
da bilseler… Bilseler ki, Müslüman ülkesinde dağlara buğday serpiyorlar kuşlar
aç kalmasın diye. Yolda ekmek gördüğünde yerden alıp başının üzerine götüren
insanlar yaşıyor burada. Düşene elini uzatan, aç gördüğünde karnını doyuran,
Allah’tan korkan, kuldan utanan insanların diyarıdır Müslüman ülkesi. Onlar
bilmiyorlar. Bilmek istemiyorlar. Maalesef bizler de kendimizi anlatamıyoruz.
İslâmofobinin bir diğer olumsuz
yansıması ise Müslümanları sürekli kendilerini ve dinlerini savunma ihtiyacı
içinde hissettirmesidir. Batılı ülkelerde yaşayan kardeşlerimiz o kadar çok
kendilerini savunma zaruretinde hissediyorlar ki bir noktadan sonra günlük
hayatta kendilerini ifade edemiyorlar. Ayrıştırılıyor, ötekileştiriliyorlar. Kapalı
bir kutu misâli, kendi kabuklarında yaşıyorlar. Bu yüzden de toplumda yeterli
düzeyde temsil edilmiyorlar.
Peki,
farklı inanç ve kültürlerin bir arada yaşamalarının önündeki en büyük
engellerden biri olan İslâmofobiyi
aşmak için bize hangi görevler düşüyor?
Kurumsal
anlamda ülkemize büyük görev düşüyor. Özellikle hem İslâm dünyası, hem de Batı
ile kurumsallaşmış ilişkilere sahip olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İslâmofobiye yönelik farkındalığı arttırmaya
yönelik sistematik çalışmalar yapıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız, başta Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu olmak üzere katıldığı hemen hemen her plâtformda İslâmofobinin zararlarından bahsediyor.
Kamuoyu oluşturuyor.
Devlet
idaresi İslâmofobi ile topyekûn
mücadele ederken, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları, üniversiteler aynı
çabayı gösteriyorlar mı? Bazıları gösteriyor ama yeterli değil. Yekvücut
olamıyorlar. Kimi çevrelerin hiç ilgisini çekmiyor. Onu zaten biliyoruz. Peki,
ne yapmalıyız? Bu musibetten dünya nasıl kurtulur?
Öncelikle
İslâmofobinin, ülkelerin yasal
mevzuatlarında bir suç unsuru olarak kabul edilmesi için kamuoyu oluşturulması
gerekiyor. Her şeyi Cumhurbaşkanımızdan beklemeyelim. Tüm dünyadaki Müslüman
sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve siyâsî partiler ortak bir plâtformda
bir araya gelmeliler. Kısık seslerin sesini tüm dünya duymalı.
Özellikle
Batılı devletlerdeki medya mensupları, hukukçular, güvenlik görevlileri ve
yasal otoriteler İslâmofobiye karşı
yetişmiş personel tarafından eğitime tâbi tutulmalı.
Hükûmetler,
dinî azınlıkların haklarının gözetilmesi için kanun tasarısı hazırlamalı ve bu
uygulama, yönetimdeki bireylerin kişisel tercihlerine bırakılmamalı.
İslâmofobik saldırıların
mağdurlarına yardım etmek için avukatlık ve danışmanlık hizmetleri sunulmalı. Bilhassa
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde mağdurların hakları çok iyi
savunulmalı, caydırıcı müeyyide ve yaptırımların uygulanması sağlanmalı.