İnancın özü

Her dönemde dinin insanları birleştirici, ortak bir düşünce belirleme ve bu düşünce etrafında ortak davranış sergileme gibi ritüelleri de olmuştur. Bu her inanışta farklılık gösterse de, temel hareket noktası, inananları ortak bir hedefe bağlamak olmuştur.

İNSANLIK tarihi ne kadar eskiye gidilerek açıklanıyorsa, din hakikati de bir o kadar öteye gidilerek açıklanabilecek bir gerçekliktir. Geçmiş ve gelecek üzerinden bir din açıklaması yapacaksak, bunun başlangıcı, insanlığın başlangıcı ile aynı zamanla olmalıdır. Kaldı ki, mensup olduğumuz din (şükürler olsun) bizlere, yeryüzüne geldiğimiz anla değil, daha öncemiz ve sonramız hakkında bile aydınlık vermektedir.

Din olgusu üzerinden sosyolojik bir yaklaşım sergilemek, insanlığın fıtratının ve sosyal gerçekliğinin göz ardı edilemez verileri ile bize, insanın inanma gereksinimi olduğu hakikatini verecektir. Tarihin her döneminde ilâhî olan veya olmayan tüm dinler, aslında bize özünde şunu ifade eder: “İnsan inanmadan yaşayamaz.”

İnsanı ayakta tutacak olan, onu yeryüzüne bağlayan maddî ve manevî değerler bütünüdür. Fizyolojik olarak yeme ve içme gibi ihtiyaçların karşılanması dışında insanın kendinden daha üstün olduğu ya da kutsal olduğuna dair kanaat getirdiği her şey, inanma gereksinimini ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu, tarihin her döneminde farklılık gösterebilmiştir. İnsanoğlu bazen güneşe, aya, bazen taşa toprağa, bazen kendi eliyle şekil verdiğine inanabilmiştir. Tarihin her döneminde inançlar ve inanılan kutsallıklar böyle değişkenlikler gösterirken, elbette inanmayanlar da olmuştur. Fakat altını çizerek belirtmek gerekirse, tarihte inanmayan insanlar olsa da hiçbir topluluk tam anlamıyla inançsızlığı seçmemiştir. Bu da demek oluyor ki, din incelemesi yaparken tek tek kişileri değil, çoğul anlamda sosyolojik bir inceleme yapılması, bize daha elle tutulur bilgiler sunacaktır.

Dinin ne olduğunun psikolojik ve sosyolojik açıklaması da aslında bizi aynı noktaya getirecek olandır. Din, aslında insana istese de, istemese de bir topluluk hâlinde yaşayacak olmasını, benliğini buna göre tanımlamasını ve toplum içinde belirli bir disiplin içinde yaşamasının anahtarıdır. Bu, şu demektir: Nasıl ki insan aile içinde yaşarken bile evin kurallarına göre hayatını devam ettirir, aynı şekilde, evrendeki yerini de dinî inanışının kurallarına göre belirleyecek ve devam ettirecektir.

Her dönemde dinin insanları birleştirici, ortak bir düşünce belirleme ve bu düşünce etrafında ortak davranış sergileme gibi ritüelleri de olmuştur. Bu her inanışta farklılık gösterse de, temel hareket noktası, inananları ortak bir hedefe bağlamak olmuştur. İnsanın mantık tarafını çoğu zaman boş bırakan ve hiçbir şekilde sorgulamaya açık olmayan bu inanışlar, insanı kimi zaman sorgulamaksızın kendi hâlinde yaşam tarzına sokarken, kimi zaman da kendi içinden çıkan insanlık elçilerine zemin hazırlamıştır.

Ne açıdan ele alınırsa alınsın, bizleri insan yapan, daha doğrusu bence insanı beşer olmaktan alıp eşrefü’l-mahlûkat mertebesine yükselten, onun inandığı değerlerdir. Hangi dine veya inanışa mensup olursa olsun, ahlâkî değerleri tepeden tırnağa vicdanına nakşeden insanlar, tüm insanlık tarafından etkileyen ve etkilenen insanlar olmuşlardır.

Dinin bizdeki yeri

Buraya kadar tüm bahsettiğim, dinin tarihteki yerinin ne olduğuyla ilgiliydi. Buradan sonra da düşünelim ki, dinimizin bizdeki yeri nerede? Bizdeki önemi ne kadar? Ya da mensubu olduğumuz din, hayatımızda ne kadar işleve sahip?

Geçmiş dönemler boyunca din üzerine yapılan tüm açıklamalar, sorgulamalar veya aldanışların hepsi İslâmiyet’in gelişinin sancıları idi sanki. Çünkü ilk insandan beri müjdelenen dinimizin yeryüzüne tamamıyla aksetmesi de elbette kolay olmayacaktı. Tüm arayışların kapısı, aslında İslâm’da saklıydı.

Peki, geçmiş dönemlerde aranan tüm soruların cevabı dinimizde ise, biz neredeyiz? Batılılaşma düşüncesi elbette dinin toplumumuz üzerindeki yerini sarstı. İnsanımız Batı’ya yüzünü döndüğünden beri  “özenti” şuuru, hastalık gibi içimize yerleşti. İnsan inancından uzaklaştıkça, giderek daha Batılı olduğunu zannetti. Dininin hayatında yerinin ne olacağı konusunda hiçbir içsellik oluşturmadan, inkâr ettikçe daha modern, daha elit ve daha aydın olacağını düşündü.

Nitekim Muhammed İkbal, bundan otuz yıl önce, “Bugün insan her şeyden çok, evrenin manevî bir yorumuna muhtaçtır” diyordu. Fakat artık zamanımız gösteriyor ki, insan sadece evrenin değil, “insanın da” manevî yorumuna muhtaç! Geçmiş çağlara nazaran bilginin hızla yayılabiliyor olmasına karşın, insan dinî değer ve bilgilerden de aynı hızla uzaklaşıyor. Sonunda içinden çıkılamayan rûhî bunalımlar, sebebi belirlenemeyen boşluklar ve hastalık boyutuna ulaşan tüketimler oluşuyor. Zira insan, inancından uzaklaştıkça kendini de, dünyada varoluş amacını da kaybetmiş oldu.

Öyleyse öncelikli ihtiyaç, maneviyatımızı güçlendirmemiz gerektiğidir. Bizi güçlendirecek olan, Batı’daki veya Batılı olmak değildir. Kurtuluşumuz, yaşadığımız dünyaya İslâmiyet’in bize verdiği ölçüler içinde bir anlam vermekte ve bu ölçülerle yaşanabilir bir dünya oluşturmaktır. O hâlde ilk iş, İslâm’ın gerçek hedeflerini yani yaratılış ve insan oluşumuzun gerçek sebeplerini tanımak olmalıdır. Allah’a kul olmak konusunda üzerimize düşenin ne olduğunu bilirsek, güzel dinimiz İslâmiyet’in hedeflerini de o derece algılayabilir ve yerine getirebiliriz. Bu anlamda Allah’tan niyâzımız, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i murâd edildiği gibi anlayan, yaşayan ve dinimizin gereklerini yüreğimize nakşeden kullar olabilmektir.