İnancımızın gereğini bilemedik Ya Nebî!

Sen olmasaydın, çiçekler açmaz, ağaçlar donanmazdı. Sen olmasaydın, Kâbe gülmez, Save ağlamazdı. Sen olmasan, biz Rahmân’ı bilemez, Cebrâil’i sevemezdik. Sen olmasan, cinler secdeye kapanmaz, felekler semâ etmezdi. Sen olmasan, ne mümin olurdu, ne Müslüman. Sen olmasan, mahlûkat olmazdı. Sen olmasaydın, kâinat yaratılmazdı…

İNANÇ özgürlüğüne izin vermeyenler, “inançsızlık” çığırtkanlığı yapar oldular. İslâm’sız İslâm ürettiler, kandık; “İslâm” nedir, “Müslüman” kimdir, bilemedik; kendi kimliğimizin cahili olduk. İlmin beşiği olan ecdadın kalesinin kapılarını ecnebilerin emrine açtık. Bilemedik dostu düşmanı, münafığı küffarı. Bilemedik doğarken “Ümmetim” diyen Resulallah’ı…

Ülkemde hızla yayılmaya çalışılan ateizm ve deizmin kıskaçlarında kendini kaybetmiş gençlik ahlâksızlığın girdabında boğuladursun, bizim mahallenin ulema kılıklı münafıkları oturup “hadis-i şeriflerin” sahihliğini tartışarak “deizmin” ekmeğine yağ sürmekteler. Fransa’da dinime yapılan hakaretleri dünya izledi ölü balık gibi bakan gözlerle. “Kâfirdir, yapar; asırlardır İslâm’ladır onların savaşı” dedik. Ya içimizdeki Müslüman kılıklı münafıkların yaptıkları?

Eskiden bir Salman Rüşdi vardı necis varlık olarak. Şimdi Salman Rüşdiler ilâhiyat camiasından virüs gibi yayılmaya başladılar. Kur’ân’ın hakkında kendi sapkın hezeyanlarını uluorta yerde höyküren profesörler türedi. Bu zevat, “Peygamber’in de insan olduğunu ispat etmek için çalışıyorlarmış”. Ey gafil, Peygamberimizin, iki cihanın sebeb-i saâdeti, âlemlerin güneşi Ahmed-i Mahmud’un, Allah’ın Mahbubunun “insan” olduğunu küffar da kabul ediyor, beş yaşındaki çocuk da. Lâkin O’nun “Âlemlerin Peygamberi” olduğunu kabul edene “Müslüman” deniliyor.

Ah! Canımdan öte, ruhumdan öte aziz tuttuğum, Âlemlerin Sultanı Ya Nebî! Bu hâdsizlere bakıp bize gönül koyma. Ya Resullallah, canım yoluna feda olarak şereflense! Ey on sekiz bin âlemin Peygamberi, ey Sertâcımız, ey Kerîm-i Enbiya, ya Ahmed-i Mahmud, ey Dürr-ü Yektamız! Şu fâni bedenim Senin yoluna feda olarak şereflense… Bizler ümmetin olarak Seni ne hakkı ile tanıdık, ne yolunun hakkını verdik. Ne Hazreti Bilâl gibi yolunun müntesibi olduğumuzdan karnımıza ağırlığıyla nefesimizi kesecek taş konuldu, ne kızgın kum çöllerinde bukağılarına bağlandık. Ne Yasir ve Sümeyye gibi işkence ile öldürüldük, ne Senin bir kelâmını duymak için aylarca deve sırtında aç susuz yol aldık. Hiçbir bedel ödemeden, hattâ sünnetini dahi bilmeden kendimizi ümmetinden sandık.

Bizim Sana olan imanımız onlar gibi imtihanlardan geçmedi, rahat yataklarımızda Sana salavat getirmekten aciz, pısırık bir ümmet olduk. Ne Sana atılan taşa bedenini siper eden, vücuduna atılan taşların acısını değil de taşların Sana isabet edeceği endişesi ile kendi kafasına gözüne gelmesini sağlayarak seni koruyan Hazreti Zeyd bin Hârise gibi olduk, ne de Senin yolun uğruna bütün zenginliğini bırakarak mızraklarla parçalanan Hazreti Mus’ab bin Umeyr gibi. Onlar Seni gördüler, öyle sevdiler, öyle inandılar ki kendi canlarından geçtiler. Sen öyle bir peygamberdin ki geçmiş peygamberler bile Senden haber verirken senin ümmetin olmaya özenmişlerdi.

Sen, yeri göğü Yaratanın “Habîbim” hitabına mazhar olan tek beşersin. Âlem cehalet ateşinde yanarken, mazlumların gördükleri zulümden, yürek yakar şekilde “Ah!” diye inleyenlerin çığlıkları gökleri yırtarken, dünya zulümle kapkaranlık olurken, Sen geldin, sanki karanlıkların üstüne açılan gök kapılarından ışık huzmeleri yayıldı; bir geldin, o karanlığı içleri ısıtan güneş ışıkları gibi aydınlatarak kalplere inşirah verdin. Sen, öldürülen kız çocuklarını Mekke sokaklarında omuzunda taşıyarak âb-ı hayat gibi ölümü öldürerek geldin. Güçlü olanların mazlumlara olan işkencelerinden kupkuru kuruyan yeryüzüne, çatlayan topraklara yağan kırkikindi yağmurları gibi geldin. İnsanların köle olarak satıldığı, kadınların eşya gibi olduğu dönemde eşitliği, adâleti dünyaya billur sular gibi serperek geldin. Her sözün cevher, her ânın hikmetti.

Bilemedik Ya Resul, bilmiyoruz; evlâtlarımız tanımıyor Seni. Sana edilen hakaretleri duyuyor, hâlâ yemek yiyor, rahat uyuyoruz. Utanıyorum “Ümmetinim” demeye, mânevî varlığına salavat getirmeye, Senden âhirette şefaat dilemeye nasıl yüzüm olacak? Ne yoluna dökülen kanım var, ne hayatının her ânını bilen ilmim, ne adını koruyan azâmetim. Küffara karşı ümmet sindi, günahlara karşı azapları hak edecek kadar azgınlaştı. Öyle ki, kâfirler Sana dil uzatıyor, korkmadan Kur’ân’ımızı orta yerde yakıyor da bizler izleyip geçiyoruz. Ölmüyoruz orada. Kalbimiz çatlamıyor, acıdan nefesimiz kesilmiyor. Utanmadan kendimizi Müslüman zannediyoruz. Affet bizi!

Biz, serkeş çocukların oyuna dalması gibi daldık dünya oyunlarına, unuttuk ebedî kurtuluşun Senin ferahfeza sözlerinde olduğunu, unuttuk ümmet olmanın gereklerini, unuttuk İslâm’ın şerefli bilgeliğini, unuttuk İslâm’ın rükünlerini, unuttuk âhireti, Yaratanı ve Seni. Affet bizi!

Ya Resul, şerha şerha susuzluktan yarılırdı arz, Sen olmasan gök bir damla rahmet yağdırmazdı! Sen olmasan rahmet pınarları billur billur çağlamazdı. Ya Resulallah, acze düşüyor kelimeler, Senin varlığına nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz! Seni nasıl anlatabilir ki bir araya gelse bütün beşer? Sana meftun diller Ya Resul!

Bugünlerde yine depreştirdi Sana olan özlemimiz. Senin yolunun müntesibi olanlardan bir kum tanesi mesabesinde olan bu aciz de Senin için iki kelâm ederek şerefyâb olmak ister, lâkin kelimelerimin dizlerinin bağı çözülür Adın geçince, nakıs kalır tüm cümlelerim, beynimdeki övgü dolu kelimeler eksik kalır da anlatamaz. Nasıl anlatsın? Senin âlâ karakterin, ulya ilmin, müşfik kalbin, mübarek ellerin, ferasetin azamî hâline bürünmüş aklın, mümtaz kişiliğin, âleme yegâne seçkin örnekliğin, ehline rıfk hilm ile muamele edişin, olması gerektiği gibi olan zevc ve ebeveynliğin, devletin nasıl yönetmesi gerekir tüm dünyaya gösteren adâletin, idare nasıl olur öğreten şecaat ve merhametle yoğrulan komutanlığın, hangisini anlatmaya mecâli yeter ki bu aciz Rukiye’nin?

Şu sonlu dünyanın ve sonsuz olan âhiretin Peygamberi, bu can bu tende oldukça Senin düşmanlarını düşman, dostlarını dost bileceğim; lâkin iki arada bizden görünen “münafıkları” anlamıyoruz; ne edeceğim, bu sinsi hadis düşmanlarını Allah’a havâle edeceğim. Allah’ın âyetleri hep Senin adınla dolu, Kur’ân-ı Kerîm’in hitabı hep Sana. Ah, öğrenemedik sünnetini lâyıkıyla! Dağlanır yüreğim Adına yapılanları duyunca. Affet şu sessiz ümmetini, affet şu aciz beşerin gafletini!

Senin âhın dağları hallaç pamuğu gibi yerinden eder. Senin sitemin Yaratanın gücüne gider. Senin gözyaşın gök kapılarını deler, azap yağar geçmiş ümmetlere olduğu gibi, yer utanır da titrer. Ne olur, affet bizi, âhirette bize de “Ente minni, ente minni”… Sen olmasaydın, kâinat sevgisizlikten donardı. Sen olmasaydın güneş ışık değil, üzerimize yangınlar yağdırırdı. Sen olmasaydın Ya Muhammed, Sen olmasaydın, analar şefkati, babalar hâmiliği öğrenemezdi. Sen olmasaydın, ne kelimelere rûşen, ne bahçelere gülşen değerdi. Sen olmasaydın, ne sular çağlar, ne denizler akardı; her yer karanlık, bütün sular hilkati boğardı. Sen olmasaydın, Saffan bin Ümeyyeler Bilâlleri taşlarla ezmeye devam ederdi. Sen olmasaydın, toprak nimet vermez, gök rahmetle yağmazdı. Sen olmasaydın, karıncaların bile birer can olduğu bilinmez, dünyaya hâkim olurdu vahşet. Sen olmasaydın, ne merhameti bilirdik, ne acımayı; dünya yamyamlarla dolar, cahiliye son bulmazdı. Sen olmasaydın, melekler bu dünyaya inmez, ay görünmezdi. Sen olmasaydın, rahmet pınarları yeryüzüne akmazdı. Sen olmasaydın, öfkeli Ömer, âdil Ömer olmaz, Dost Sıddık Ebubekirler tanınmazdı. Sen olmasaydın, çiçekler açmaz, ağaçlar donanmazdı. Sen olmasaydın, Kâbe gülmez, Save ağlamazdı. Sen olmasan, biz Rahmân’ı bilemez, Cebrâil’i sevemezdik. Sen olmasan, cinler secdeye kapanmaz, felekler semâ etmezdi. Sen olmasan, ne mümin olurdu, ne Müslüman. Sen olmasan, mahlûkat olmazdı. Sen olmasaydın, kâinat yaratılmazdı. Sen olmasan, biz bilmezdik Rabb-i Rahîm’i.

Ya Resulallah, haşirde ne olur bana de: “Ente minni, ente minni…”