İNSANOĞLU, var olduğundan
beridir farklı inanışlara evirilmiş olsa da, temelde “bir şeye” inanma
noktasında birleşir. İnançlar, tarih boyunca üzerine çalışmalar yapılan en
mühim konulardan biridir.
Çağımızda
insanların en büyük problemi, inanılan şeyin mahiyetini bilmeden ve öğrenmeden
yaşamaya çalışmaktır.
İnandıkları
şeyi tam tanımadan, kendilerini tanımladıktan sonra inandığı şeyi kendine
evirmeye çabalamak, sorunları çözümsüz hâle getiriyor. Ramazan ayında oruç
tutup iftarda orucunu içki ile açan insanların olma sebebi, tanımı yanlış yapan
insanların düşüncelerinden kaynaklanır. Yahut umreye gidip, İslâmî kurallara
bütünüyle uyup, kendi yaşadığı alana geri dönüşte insanların eski yaşam biçimlerine
aynı şekilde devam etmeleri, inandıkları şeyin mahiyetini tam olarak
kavrayamamış olmalarından kaynaklanır. Yahut dini belirli bir zamanda ve belirli
bir yerde yaşanıp biten bir şey olarak görmeleri de olabilir bunun nedeni.
Yaşamlarını
dine değil de dini yaşamlarına uyarlamaya çabalıyorlar. İnsanlar İslâm’a göre
kendilerini koşullandırmıyor, koşullara göre İslâm’ı dönüştürmeye çabalıyorlar.
İnsan inancını yaşamıyor, inandığını inancına dönüştürüyor.
Hâlbuki
bizi biz yapan değerlerin yekûnu İslâm’dır. İlk insan Hazreti Âdem’den bu yana
peygamberlerin insanlara anlattığı dindir İslâm. İslâm’a baktığımızda, o,
insanî özelliklerin yerine getirilmesini sağlayan etmendir.
Otobüste
kulak misafiri olduğum bir konuşma sırasında adam, yanındakine, babasının çok
su içtiğini, ancak buna rağmen vücudunun susuz kaldığını ve ayaklarında ödem
oluştuğunu söyledi. Doktor, tavsiye olarak, “Bey amca, siz çok su içiyorsunuz,
bunu görebiliyorum. Ama anladığım kadarıyla suyu ayakta ve hızlı bir biçimde
içiyorsunuz. Bunun yerine, suyunuzu oturarak ve yavaşça için! O vakit vücudunuz
su ihtiyacını karşılayacak ve ayaklarınızda ödem oluşmayacak” demiş. Hakikaten
de doktorun tavsiyesine uymuş amca ve durumu iyiye gitmeye başlamış. Bunu Peygamberimizin
sünnetiyle eşleştirmiştim o gün. Suyu oturarak, sağ elle ve üç yudumda içermiş
Peygamber Efendimiz. Bunun gibi nice misâller vermek mümkün.
Yurtdışında
yapılan bir araştırmada, bedensel bazı hareketlerin insan sağlığına çok faydalı
olduğunu bulmuşlar. Araştırmada ulaşılan hareketlerin içeriğine baktığımızda,
birebir şekilde namazda yaptığımız vücut hareketleriyle aynı olduğunu
görebiliyoruz.
İnsan
vücudunu mikroskobik olarak inceleyen yahut uzay araştırmaları yapan bilim
insanlarının İslâmiyet’e dönmesi boşuna değildir: “Âlem
büyük insan, insan küçük âlemdir.”
İnsanların
bir kısmı inanç olarak bilime inanıyor, hem de bilimin kendini yalanlayarak
ilerlediği gerçeğini es geçerek. Felsefecilerce “Din dogmatiktir” denilir.
Hâlbuki bize inen ilk ayetin “Oku!” olduğunu biliyoruz.
Okumak…
Yalnızca Kur’ân’ı yahut bir metni okumak değil, doğayı, insanları, hayvanları,
dağı taşı, kısaca etraftaki her şeyi okumak...
Kur’ân’ın
birçok yerinde “Akletmez misiniz?” buyurulur. Din eğer akılla idrak edilmeyen
ve sorgulayarak hakikate ulaşılmayan bir olgu olsaydı, yalnız kalan Hazreti
İbrahim’in Allah’ı düşünerek ve gözlemleyerek bulması ve iman etmesini nasıl
açıklayacağız? (En’âm, 76-79)
Bazı insanların idraklerinin yetersiz olması, İslâm’ın değil, onların idraklerinin sorunlu olmasından kaynaklanır. Filhakika, inanmak, insanların temelde yatan içgüdüsüdür. Allah’a inanmayanlar bile inanmamaya inanırlar. Her hâlükârda insanların inandıkları bir şey muhakkak vardır. Yaratılışlarında insanlara verilen bir özelliktir inanmak. Mühim olan, inandığımızın hakikat mi, yoksa hayâl mi olduğu gerçeğini anlamak! Anlamak ve ona göre yola devam etmek...