İnancımızı mı yaşıyoruz, yoksa inandığımızı mı?

Bizi biz yapan değerlerin yekûnu İslâm’dır. İlk insan Hazreti Âdem’den bu yana peygamberlerin insanlara anlattığı dindir İslâm. İslâm’a baktığımızda, o, insanî özelliklerin yerine getirilmesini sağlayan etmendir.

İNSANOĞLU, var olduğundan beridir farklı inanışlara evirilmiş olsa da, temelde “bir şeye” inanma noktasında birleşir. İnançlar, tarih boyunca üzerine çalışmalar yapılan en mühim konulardan biridir.

Çağımızda insanların en büyük problemi, inanılan şeyin mahiyetini bilmeden ve öğrenmeden yaşamaya çalışmaktır.

İnandıkları şeyi tam tanımadan, kendilerini tanımladıktan sonra inandığı şeyi kendine evirmeye çabalamak, sorunları çözümsüz hâle getiriyor. Ramazan ayında oruç tutup iftarda orucunu içki ile açan insanların olma sebebi, tanımı yanlış yapan insanların düşüncelerinden kaynaklanır. Yahut umreye gidip, İslâmî kurallara bütünüyle uyup, kendi yaşadığı alana geri dönüşte insanların eski yaşam biçimlerine aynı şekilde devam etmeleri, inandıkları şeyin mahiyetini tam olarak kavrayamamış olmalarından kaynaklanır. Yahut dini belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşanıp biten bir şey olarak görmeleri de olabilir bunun nedeni.

Yaşamlarını dine değil de dini yaşamlarına uyarlamaya çabalıyorlar. İnsanlar İslâm’a göre kendilerini koşullandırmıyor, koşullara göre İslâm’ı dönüştürmeye çabalıyorlar. İnsan inancını yaşamıyor, inandığını inancına dönüştürüyor.

Hâlbuki bizi biz yapan değerlerin yekûnu İslâm’dır. İlk insan Hazreti Âdem’den bu yana peygamberlerin insanlara anlattığı dindir İslâm. İslâm’a baktığımızda, o, insanî özelliklerin yerine getirilmesini sağlayan etmendir.

Otobüste kulak misafiri olduğum bir konuşma sırasında adam, yanındakine, babasının çok su içtiğini, ancak buna rağmen vücudunun susuz kaldığını ve ayaklarında ödem oluştuğunu söyledi. Doktor, tavsiye olarak, “Bey amca, siz çok su içiyorsunuz, bunu görebiliyorum. Ama anladığım kadarıyla suyu ayakta ve hızlı bir biçimde içiyorsunuz. Bunun yerine, suyunuzu oturarak ve yavaşça için! O vakit vücudunuz su ihtiyacını karşılayacak ve ayaklarınızda ödem oluşmayacak” demiş. Hakikaten de doktorun tavsiyesine uymuş amca ve durumu iyiye gitmeye başlamış. Bunu Peygamberimizin sünnetiyle eşleştirmiştim o gün. Suyu oturarak, sağ elle ve üç yudumda içermiş Peygamber Efendimiz. Bunun gibi nice misâller vermek mümkün.

Yurtdışında yapılan bir araştırmada, bedensel bazı hareketlerin insan sağlığına çok faydalı olduğunu bulmuşlar. Araştırmada ulaşılan hareketlerin içeriğine baktığımızda, birebir şekilde namazda yaptığımız vücut hareketleriyle aynı olduğunu görebiliyoruz.

İnsan vücudunu mikroskobik olarak inceleyen yahut uzay araştırmaları yapan bilim insanlarının İslâmiyet’e dönmesi boşuna değildir: “Âlem büyük insan, insan küçük âlemdir.”

İnsanların bir kısmı inanç olarak bilime inanıyor, hem de bilimin kendini yalanlayarak ilerlediği gerçeğini es geçerek. Felsefecilerce “Din dogmatiktir” denilir. Hâlbuki bize inen ilk ayetin “Oku!” olduğunu biliyoruz.

Okumak… Yalnızca Kur’ân’ı yahut bir metni okumak değil, doğayı, insanları, hayvanları, dağı taşı, kısaca etraftaki her şeyi okumak...

Kur’ân’ın birçok yerinde “Akletmez misiniz?” buyurulur. Din eğer akılla idrak edilmeyen ve sorgulayarak hakikate ulaşılmayan bir olgu olsaydı, yalnız kalan Hazreti İbrahim’in Allah’ı düşünerek ve gözlemleyerek bulması ve iman etmesini nasıl açıklayacağız? (En’âm, 76-79)

Bazı insanların idraklerinin yetersiz olması, İslâm’ın değil, onların idraklerinin sorunlu olmasından kaynaklanır. Filhakika, inanmak, insanların temelde yatan içgüdüsüdür. Allah’a inanmayanlar bile inanmamaya inanırlar. Her hâlükârda insanların inandıkları bir şey muhakkak vardır. Yaratılışlarında insanlara verilen bir özelliktir inanmak. Mühim olan, inandığımızın hakikat mi, yoksa hayâl mi olduğu gerçeğini anlamak! Anlamak ve ona göre yola devam etmek...