İNANCIN,
erdemin, ahlâkın ve kültürel değerlerin yansımalarını gördüğümüz alanın adıdır “hayat”.
Eskiler, “Üslûbu beyan, ayniyle insan” derlerdi. Kişinin konuşması, gülmesi,
sevinmesi kızması, yemesi içmesi veya giyinmesi, aslında beslendiği kaynağı
gösterir. Evlerin penceresi, kapı tokmakları, mezarlıklardaki serviler,
medeniyetimizin ipuçlarını vermez mi? Yer sofrasında toplanan bir aile, bir
milletin yaşayışının özeti değil midir? Adım atışımız, sağ tarafımıza dönüp
yatışımız bile inancımızın hayatımıza yansımasıdır.
“Utanmadıktan sonra
istediğini yap” uyarsı ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” kutlu
sözü, yalnız başına kaldığı zamanlarda bile insanın yalnız olmadığının İlâhî
mesajla bildirilmiş olması, yüce ahlâklı, fazilet sahibi, erdemli bir
topluluğun oluşmasının temel taşlarıdır. Bu ölçülerden uzaklaştıkça erdem
gider, fazilet unutulur ve ahlâk kaybolur. İşte o zaman, “kültürel yozlaşma”
dediğimiz acı son başlamış demektir!
Hz. Aişe’ye Peygamberimizin
ahlâkını soranlara, onun, “Siz Kur’ân okumuyor musunuz?” demesi, ne kadar
hikmetli! O, yaşayan Kur’ân’dı. O Kutlu Kitabı okuyup da âdemelmasından aşağı
geçiremeyenlerden ve “kitap yüklü merkep” olarak tanımlananlardan olmak ne acı!
İslâm, hayatın bütün
alanlarını aydınlatan güneş olmasaydı, kimse yolda kalmasın diye hanlar yapılır
mıydı? Kervansaraylar modern dünyaya ne çok şey söylemiyorlar mı? İbadetin
şartını bile temizliğe bağlayan, bu yücelik değil midir hamamları ortaya
çıkaran? Yaralı leyleğin kanadının sarıldığı vakıfların kurulması, insan
onurunu incitmemek için cami kenarlarına sadaka taşlarının konulması, yabanî
hayvanlar aç kalmasın diye kanunnameler düzenleyerek dağlara et attırılması,
yiyecek bırakılması, kendisini kurttan kuştan sorumlu sayan yüce bir imanın
tezahürü değil mi? Yûnus’a ilâhiler söyleten, Koca Sinan’ı çağının mimarı
yapan, Mustafa Itrî’nin neyini tekbirlerle inleten de aynı ideal değil mi?
Arı, çiçeklerin dilini en
iyi bilendir. En güzel usareleri toplar ve bal yapar. Biz, arının hangi
çiçeklere konduğunu, bir gram bal için ne kadar zahmete katlandığını bilmesek
de balın tadından anlarız kaynağının temizliğini. Koyunun ne kadar yem yediği,
hangi otlarla beslendiği, sütünden bellidir.
Asalet sonradan
kazanılmazmış. İnsan bilgeliğini ve güzel kokuyu gizleyemezmiş. Tencere
fıkırdayıp kapağı açılınca ne piştiği anlaşılırmış. Kısacası, “tabakta ne varsa
kaşığa” o gelirmiş. Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği hediye
sandığı açılırken etrafa yayılan kötü kokulardan rahatsız olanlar, Yavuz’un
karşılık olarak gönderdiği en nadide mücevherlerle süslü, bal ile yağdan oluşan
hediye sandığını görünce şaşkınlık içinde, “Hünkârım, galiba sizin gelen
hediyeden haberiniz yok!” dedikleri zaman, “Haberim var, herkes yediğinden
gönderir!” demesi, hem onun erliğini, hem de herkesin kendisine yakışanı
yaptığını açıklayan ne güzel, ne nükteli bir cevaptır!
Okuduklarımız,
yazdıklarımız, dinlediklerimiz hayatımızda iyiye, güzele ve gerçeğe doğru bir
gelişmeyi sağlayamıyorsa, teori pratiğe dönüşmüyor, özümüz sözümüze uymuyorsa,
içimiz dışımıza muvafık değilse, ne söylesek boş! Öyleyse hayat dediğimiz şey
ne? Nasıl anlam katabiliriz hayatımıza? Et, kemik ve kandan oluşan bedenimizi
nasıl kanatlandırabiliriz yücelere? Her insan bir dünya olduğuna göre, bir
insanın, koca bir medeniyetin temsilcisi olmak idrakiyle yaşaması gerekmez mi?
Hayatın anlamı ne?
Hayat… Yüceler Yücesinin
güzel isimlerinden birisi de “Hayy”. Sürekli diri olan, hayatın kaynağı, sahibi…
Kendisi için ölüm söz konusu olmayan… Hayat, “canlılık, dirilik” demek… Hayat, insanoğlunun
kıymetini bilmediği hazine… Hiç bitmeyecek zannettiğimiz temaşa… Oysa Yûnus Emre,
“Dünya dedikleri bir gölgeliktir” der. Hz. Peygamber’in, “Beş şey gelmeden
evvel beş şeyin kıymetini bilin” tembihi ne kadar da anlamlı: “Ölüm gelmeden
hayatın, fakirlik gelmeden zenginliğin, ihtiyarlık gelmeden gençliğin,
meşguliyet gelmeden boş vaktin ve hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bil!”
Bu ikaza lâyıkıyla kulak verebilirsek,
hayatımız yepyeni anlamlar kazanacaktır. “Hayat” deyip durduğumuz şey ne?
Hayatın anlamını düşünüyor muyuz? Niçin geldik bu âleme?
Ömür bir parça et ve bir
avuç ot peşinde tüketmek için mi? Yoksa dünyaya gelişimizin, gönderilişimizin
başka bir anlamı mı var? Diğer canlılardan farkımız olmayacaksa eğer, neden
insanız? Ariflerin dilinden, erenlerin yüreğinden dökülen, karlı dağların
doruklarından süzülen berrak sular misâli, gönlümüze inen ayetlere neden
tıkarız kulaklarımızı? Soruların ardı arkası kesilmez…
Hayatı böyle anlarsak,
yüreğimizi okyanuslar gibi genişletebilir, daracık gönüllere sığar, sevgiliye bakacak
yüz bulabiliriz belki. Hayatı böyle okursak ömrümüzü güzelleştirebilir,
çektiğimiz çileleri, yaşadığımız sıkıntıları unutabiliriz.
İnsan… Asırlar boyunca
sırrı çözülemeyen muamma… Ne demeli? Nesini anlatmalı insanın? Çağımızın en
modern kimya laboratuvarlarını kıskandıran karaciğerinde mi söz etmeli,
saatlerin tozunu attıran kalbini mi anlatmalı? Kendi enerjisiyle çalışan
dünyanın en büyük değirmeni mideden mi dem vurmalı, yediğimiz her şey nasıl kan
hâline geliyor, ona mı kafa yormalı? Sesi soluğu çıkmayan yürek nasıl sevdâlanıyor?
İnsan aşk ateşiyle nasıl yanıyor?
“Nereden geldim? Nereye
gidiyorum? Ben kimim, neyim?”, Âdemoğlunun ilk çağlardan beri cevap aradığı en
temel soru değil mi? Yazarların bir görevi de, çağımız insanına yeniden eşref-i
mahlûkat olduğunu hatırlatmak, esfel-i safilîn çukurlarında debelenmek yerine
ahsen-i takvîm tepelerine doğru bir yolculuğa çıkarmak değil midir? İçinizin
derinliklerine doğru inmek, kendinize zaman ayırmak, yaratılışınızın hikmeti
üzerinde düşünüp gönül aynanızda kendinizle yüzleşmek için daha ne bekliyorsunuz?
“Dünya” dediğimiz değirmen, gün gelir, bizi de un ufak eder çarkında. Bu dev değirmenin dişleri arasında öğütülmeden önce, pencereden bakma sırası bizdeyken, hayatın kıymetini anlayabilir, anlamlandırabilirsek eğer, iki dünyamızı da mutlulukla donatabilir, kısacık hayatımızda çok şey kazanırız.