İnanç testlerim

Kendi kendime kızıyorum: Çayı döktüğüme mi, çay içemediğime mi, işimin gecikmesine mi, yoksa inancımın hâlâ falso vermesine mi yanayım? Yap üzerine düşeni, et tevekkülünü, iç çayını! Ne karıştırıyorsun ortalığı?

AZ sonra okuyacağınız yaşadıklarımı siz de yaşamış olabilir ve benzer veya daha güzel testler geliştirmiş olabilirsiniz diye size bunları anlatmak istiyorum. İnşallah imkân olur, sizin anlattıklarınızı da ben öğrenirim ve birlikte daha iyiye yelken açmış oluruz.

Şimdi, ilk testi kendime yapmak istiyorum. İsterseniz siz de kendinize yapın. İtikadî konulara girmeden evvel basitten gidelim…  

Az önce yazdığım şu cümleyi inanarak mı, yoksa cümlemin sizin tarafınızdan kabul edilebilirliğini yükseltmek için mi yazdım? Yani aksi hâlde öyle bir şeye inanmıyor muyum, bilmek isterim: “İnşallah imkân olur, sizin anlattıklarınızı da ben öğrenirim ve birlikte daha iyiye yelken açmış oluruz.”

Bu cümleyi yazarken, “Öyle bir şey olmaz ama olsa fena da olmaz” diye düşünmüş olabilir miyim? Belki, “Fikri bile güzel” diye düşünmüş olabilirim. Belki de enine boyuna düşünmeden heves etmiş olabilirim. Yahut şöyle bir inançla söylemiş olabilirim: “Yaşadığım tecrübelerden de anlıyorum ki, bir yazıda gündeme getirmiş olduğum konuyu okuyan biriyle imkân oldu da konuşabilmiştik. Meğer onda da harika fikirler varmış. Çok istifade ettim. İnsan için bu kadar kritik bir konuda keşke böyle bir şey daha denk gelse de daha iyi seviyeye gelebilsem…”

Kendimi yokladığımda bu son cümle kapsamında söylemiş ve yazmışım. Çünkü buna benzer olaylar yaşadığım için onun damağımda kalan tadının tesiriyle inanarak söylediğimi hissediyorum.

Yukarıdaki cümleler, aslında içimden geçen ifadeler… Bu cümleleri yazmam için beni hiç kimse zorlamadı. Peki, ben bu testi kendime niye yaptım ve size yazdım?

Özellikle de inanç meselesi, tamamen iç dünyamızla ilgilidir. Siz söylemezseniz veya ipucu vermezseniz hiçbir şekilde başkaları anlayamaz. Eğer varlığına ve iç dünyanızdakileri bildiğine inanıyorsanız, bir Allah bilir, bir de siz. Bu ikisi, hattâ sadece siz bile bildiğinize inansanız, bu yeterli değil midir zaten? Ben de bu cümleleri sadece size yazıyorum. Şu an aramızda kimse yok. Belki bu satırları okuduğunuzu sizden başkası bilmiyor. O hâlde niye size yazıyorum? Kısaca anlatıp itikadî testlerime geçeyim…

İnandığım şeyleri söylemediğim veya inanmadığım şeyleri söylediğim zaman kendimi tutarsız, değersiz, acayip, kötü ve huzursuz hissediyordum. Niye kötü hissettiren bir şeyi yaptığıma anlam veremedim. Aslında kimsenin içimdekini bilmemesini kötüye kullanabilme fırsatı beni bu yanlışa itmişti. İçimdekiyle söylediklerimin aynı olmasının ne mahsuru olabilirdi ki? Söyleyeceğim doğruların sonuçlarından korkuyorsam, en kötü ihtimâlle susuverirdim, olur biterdi. Sonra inandığım fikir, duygu veya her ne ise onları söylemeye başladım. Yapabildiğime inanamadım. Çocuklar gibi şendim ve anladım ki, kendimle ilgili bir algıyı yendim. Madem bu kadar mutluluk ve huzur veren bir şeydi bu, burada bırakır mıydım? Hemen ardından iç dünyamda yaşadıklarımı netleştirmeye gitme sürecine girdim: “Gerçekten öyle mi inanıyorum, yoksa öyle ezberlediğim için öyle inandığımı mı sanıyordum?”

İşte tam bu sırada itikadî meseleler devreye girdi!

Allah’ın beni her an için gördüğüne, her an için benden haberdar olduğuna inanıyor muydum, yoksa bu, benim için sadece bir ezber miydi? Ne acıdır ki, bir ezbermiş. Bu sefer tersine bir temizlik başladı. Yani bu ezberden kurtulup inancımı güçlendirmeye başladım. Şu anda bu yazıyı yazıyorum ya, Allah da bunun farkında, bunu biliyor ve bundan haberdar. Peki, sadece seyrediyor mu? Elbette hayır! Ben Allah’tan niyetimin beğenilmesini, bir menfaat karşılığında doğruların, inandıklarımın yerine yanlış yazmaktan beni korumasını, meramımı tam olarak anlatabilmem için ifade gücü vermesini diliyorum. Dilemek benden, eylemek Allah’tan. Daha önce yeteri kadar çaba sarf edip müktesebat meydana getirmediğim için belki, o lûtfa mazhar olamayacağım. Böyle bir dilekte bulunma imkânım varken, niye bulunmayayım ki? Bakarsınız, bundan sonrası için müktesebat imkânları nasip eder…

Bu süreçte, dikkat ettiniz mi bilmiyorum, iki test sorum var:

1. İnanıyor muyum, yoksa o sadece bir ezber mi?

2. İnanıyorsam, söz ve davranışlarımla, duygu ve düşüncelerimle o inancım paralellik gösteriyor mu? (Yani Allah’ın hem beni gördüğünü düşüneceğim, hem de öyle bir şey olmuyormuş gibi düşünüp, konuşup davranacağım. O zaman bu test sonucu olumsuz olur.)

Bunu her an için yapmak mümkün: Âhirete inanıyor muyum ve gereğini yerine getiriyor muyum? Bu işi yaparken kullandığım yöntemin en iyi yöntem olduğuna inanıyor muyum? İnsanların değerli olduğuna inanıyor muyum? Corona için üzerime düşeni yaptığıma inanıyor muyum? Ailem, arkadaşlarım, akrabalarım, dostlarım, komşularım için inandıklarım ve inandığımın gereğini yapıp yapmadıklarım neler? Ülkem, partim, derneğim, vakfım, mensubu olduğum şehir için inanç ve gereği ne?

Test sonucu her zaman olumlu değil ama içimi temizlemeye devam ediyorum. İnşallah bir gün o testten belki de 100 alırım.

Bu test sürecinde komik hâller de yaşamıyor değilim. Mutfakta kendime çay koydum ve çalışma masama getiriyorum. Başlıyor test işlemleri… Şimdi gerçekten tevekkül ediyor muyum? İçimden bir ses diyor ki, “Ulan oğlum, ne tevekkülü? Alt tarafı bardağa çay koyup odadaki masaya götürme işlemi… Burada tevekküle ne gerek var?”. Diğer ses kendi kendine konuşuyor: “Evet, sen üzerine düşeni yaptın. Çayı demlemişsin. Bardağa koymakla ilgili beceriyi kazanmışsın. Mutfakla masa arasında gözü kapalı gidip gelebiliyorsun. Tevekkül mevekkül deyip de abartmasan mı acaba?”

İçimde bu müzakereler devam ederken, bardağı tuttuğum elim, kapının köşesine hafifçe takılıveriyor. Sıcak çay elime dokununca elim daha da sarsılıyor, o sarsıldıkça çay daha da dökülüyor. Anlayacağınız, elim hafif yanık, çayın yarısı yerde, bardağın yarısı da havada... Sonra içimdeki seslerden ilki, “Canım bu sefer kapıyı hesaba katmadın. Bir dahaki sefere hesaba katarsın ve tevekküle mevekküle ihtiyacın kalmaz” diyor. Diğer ses, ağzı yanmış bir şekilde başlıyor konuşmaya: “Yok yok! Ne kadar üzerine düşeni yaparsan yap, kâinattaki tüm değişkenleri kontrol edemezsin. Hattâ değişkenlerin tamamını bilemezsin. Senin ilmin cüz’îdir… Bir daha, ‘Ben her şeyi biliyorum, her türlü yapılması gerekeni yapıyorum’ gibi enaniyete kapılmak türü tuzaklara düşmemek lâzım.”

Tabiî içimdeki bu iki ses birbiriyle muhabbet ederken, ben geri dönüp bardağı tezgâha koyuyor ve elimde bezle dökülen çayı temizliyorum. Kendi kendime kızıyorum: Çayı döktüğüme mi, çay içemediğime mi, işimin gecikmesine mi, yoksa inancımın hâlâ falso vermesine mi yanayım? Yap üzerine düşeni, et tevekkülünü, iç çayını! Ne karıştırıyorsun ortalığı?

Dilerim benimkinden daha güzel muhasebeler yapar, yaşadığımdan daha lâtif, hoş duygular, huzur ve mutluluklar yaşarsınız. Bunların doğru fiiller olduğuna, sonuçlarının da bunun gibi şeyler olacağına inanıyorum. Bu yüzden de söylemek, temenni etmek istedim…