19. YÜZYILDAN, içinde bulunduğumuz 21. yüzyıla uzanan, manevî
değerlerin bir zihin sporundan öte anlam ifade etmediği, inançların “boş inanç”
ile aynı anlamda sınıflandırıldığı bir acayip hayat görüşü, özellikle akademik
ve yazın çevrelerinde hâlâ kendine ciddi oranda yer bulabiliyor. Bu akım
sekülarizm, yani dünyevilik akımıdır. Bir “düşünce yöntemi”dir aslında. Sırtını
birkaç yüzyıllık pozitivizm denen “kanıta dayalı dünya görüşü”ne dayadığını
ileri sürer ve akılla, bilimle, mantıkla açıklanamayan şeylere önem vermemekle,
boş şeylere inanmamakla övünür. Ülkemizde özellikle Cumhuriyet dönemi
seçkinlerinin neredeyse resmî görüşü de bu ve bunun türevlerinden oluşur.
Batı dünyasında da hükümferma olan bu temel hayat görüşü,
bilim ve teknolojinin ürettiği bilgi ve gücü de arkasına alarak sanki tek
gerçek insan faaliyetiymiş gibi bilimsel gözlemi hevesle kutsar ve inanca
dayalı her şeyi gündemin dışına koymakta pek acelecidir. Ancak bizler, yani
gerek Batılı, gerek Doğulu olan bu gezegen insanlarının herhangi bir aşkın
inanca sahip büyük bir çoğunluğu, temel mantık ve düşünce argümanları üzerinde
fazla kafa yormaya vaktimiz olmadığından (yahut nasıl yapacağımız bize
öğretilmediğinden) olsa gerek, bu “taş gibi sağlam” görünen dünya görüşünün
aslında ne kadar çürük ve temelsiz olduğunu fark edemez. Ve çoğumuz, bir meydan
okumayla karşı karşıya kalınca ya kendimizi ezik hissederek kabuğumuza çekilir
yahut sekülarizm zarfı içinde insanlığa sunulan her şeyi (bilimi, teknolojiyi,
doğa felsefesini vs.) kökten reddedip görmezden gelme reflekslerine sığınırız.
Hâlbuki mesele aslında sanıldığından da basittir.
Sekülarizm, “inanç” faktörüne dayanmadığını, akılla,
bilimle gösterilebilen dışında hiçbir şeyi kabul etmediğini söyler. İlk duyuşta
bu, sağlam ve cesur bir ifade gibi görünür, ama altında feci bazı gedikler
vardır. Öncelikle “bilimsel araştırma” dediğimiz şeyin varlığı, evrendeki
fiziksel etkileşimlerin akla uygun, yani rasyonel kurallara bağlı olduğu ön kabulüne
dayanır. Yani evren, dünya, canlılık ve bilimin incelediği her ne varsa, akılla
anlaşılabilecek, değişmez kurallarla bağlı, aklî ve mantıkî bir varoluş
biçimidir. Aksi takdirde, yani bugün materyalist pozitivizmin iddia ettiği gibi
“rastgele maddesel etkileşimler ve şanslı kazalar” neticesinde burada
duruyorsak, evrende anlaşılabilir ve tutarlı bir mantık ve kurallar dizgesinin
varlığı da anlamını yitirir. Zira düşünme ve bilinç dediğimiz unsurları amaçsız
ve kaza eseri maddî etkileşimlerle açıkladığımızı sandığımızda, aslında kendi
kendimizi inkâr noktasına geldiğimizi fark edemiyoruz. Bizdeki bu bilinç, akıl
yürütme ve düşünme yetisi, rastgele maddî etkileşimlerle açıklanamayacak bir
şeydir. Bunu sadece ben söylemiyorum, bilimde ve felsefede, adına “zor sorun”
(the hard problem) denen şey bizzat budur!
Meselenin üzerine “Laf olsun, torba dolsun” diye değil de belli bir ciddiyetle eğilebilen herkes, bu temel ve cevapsız sorunla bir şekilde karşı karşıya gelir ve cevapsızlığın ne kadar büyük cevaplara gebe olduğunu zamanla fark etmeye başlar.
Bilimin kaynağı inançtır
Bilim dediğimiz şey nereden gelir? Tabiî ki evrende her
şeyin anlaşılabilir kurallara göre yaratılmış olduğu ön kabulünden yola çıkan,
evrenin akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğuna inanan
insanların şekillendirdiği bir faaliyettir bilim.
Newton’dan Kepler’e, Maxwell’den Darwin’e, Batlamyus’dan
Einstein’e kadar bilim devriminin neredeyse tüm büyük isimleri, “Tanrı’nın
evrendeki işleyiş kaidelerini”, yani İslam terminolojisindeki ifadesiyle
“Sünnetullah”ı araştırmak için yola koyulmuş zihinlerdir. Bunları bize okullarda
anlatmazlar ama Batı biliminin mimarı bu büyük bilim adamlarının hepsinin bilim
alanları dışında yazdıkları kitaplar ve makaleler, inanç ve evrendeki düzen
üzerine düşüncelerini anlatma amacına matuftur.
Tabiî onların öncülleri olan Beytü’l-Hikme geleneğinin
Müslüman âlimleri de aynı kampa mensuptu. Yani trajikomik bir şekilde,
günümüzün seküler anlayışının en önemli dayanağı olan bilim, bizzat inanca
dayanan bir etkinliktir.
Seküler dünya görüşüne sahip olanlar, aşkın bir inanca
sahip olan insanları “bilmeden inanmakla” itham etmeyi severler içten içe.
İnananlar da buna verecek cevap bulamazlar pek. Aslında mesele, tamamen bir
mantıksızlık oyunundan ibarettir.
Seküler dünya görüşünün doğal inancı olan ateizm, yani bir
yaratıcının var olmadığı inancı, bizzat temelsiz, körü körüne ve sağduyuya
aykırı bir inançtır. Evinizin bahçesindeki bütün taşların bir sabah toprağın
üzerinde adınızı ve soyadınızı yazacak şekilde dizilmiş olduğunu görseniz,
hemen bunu “kimin yaptığını” merak edersiniz. Zira sadece taşların diziminin
belli bir sıraya göre olması değil, sıralama şeklinden ortaya çıkan harflerin
“anlam” içermesi, bunu zeki bir varlığın yapmasını gerektirir. En kolay
bilebileceğimiz şeylerden biridir “tasarım”. Böyle bir düzenlenmenin “kendi
kendine-kaza eseri-tesadüfen” olduğunu iddia etmek, ancak aptallık yahut kötü
niyetle mümkündür.
Fakat mesela genlerimizi oluşturan DNA’da bulunan dört
harfli yaşam kodu ile yazılmış genlerimiz 20 kadar aminoasidi uygun sıralarla
birleştirebilmek ve proteinlerimizi üretebilmek için her bir harfi yerli
yerinde olması gereken milyarlarca harfe ve milyonlarca “cümle”ye sahiptir.
Böyle anlamlı ve iş gören bir kütüphanenin “kendi kendine” ve kaza eseri ortaya
çıktığını düşünme eğiliminin bu devirde “aydınlık” sanılması, aldatmacaların en
kallavilerindendir.
Aynı şey fiziğin, kimyanın, jeolojinin ve aklınıza gelen
tüm bilimlerin konularında, her satırda karşınıza çıkan o incelikli kural ve
kanunların özü için de geçerlidir. Kısacası inanmak, inanmamaya göre çok daha
akılcı, rasyonel, mantıkî ve vicdanîdir. Sağduyu, “Bir Yaratıcı var” der; bunun
aksine ikna olmanız için, modern seküler eğitim tarafından iyice eğitilmiş
olmanız gerekir.
Günümüzün modern militan ateizminin önde gelen
temsilcilerinin kitapları bu aralar adeta yok satıyor. Dawkins, Dannett gibi
düşünür ve bilim adamları, dine ve inanca savaş açmış durumdalar. Dinî
geleneklerin insanı kısıtlayıcı cenderesine savaş açmak, namuslu her insanın
elbette görevidir (hatta Kur’an-ı Kerim tarafından bu görev bizzat inananlara
verilmiştir aslında). Fakat “inanca” savaş açmak, insanı ve kâinatın temel
kurallarını bilmemekten, pozitivist bakış açısıyla gözlerinden körleşmesinden
kaynaklanır.
Ünlü bir atesit ve maymun davranışları uzmanı olan Frans
de Waal, “Bonobo ve Ateist” başlıklı önemli kitabının girişinde Dawkins gibi
“inanca savaş açmış” ateistleri bir ateist olarak asla anlayamayacağını söyler.
Zira de Waal’ın da gayet iyi bildiği gibi inanç, insan aklının zorunlu olarak
vardığı bir sonuçtur ve insan toplumlarından bunu kaldırdığınızda yerine
koyabileceğiniz hiçbir şey, evet hiçbir şey yoktur!
İnancın yanlış uygulamalarını, kısıtlılıklarını tartışabilir, geliştirmeye ve değiştirmeye çalışabilirsiniz, ama onu toplumlar bazında ortadan kaldırmaya hiçbir insanın gücü yetmeyecektir. Zira “Onu ortadan kaldırayım” derken, yerine gayet insan yapısı ve ideolojiyle süslenmiş yeni dinler ikame etmek zorunda kalırsınız. Günümüzün sekülarizmi de işte böyle dinlerden biridir!
Tanrı kavramını “gereksiz bir varsayım” olarak gören ve “Açıklama özelliği yok!” diyen ateizm savunucuları, “açıklama düzeyleri” kavramını kaçırıyorlar.
Çürük temellere inşa edilmiş kaleler
Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı” adlı kitabı, kendini tamamen
din ve Tanrı inancıyla savaşma amacına adamış bir yazarın eseri. Kitaptaki
temel sav aslında basit. “Evrenin varlığını açıklamak için evrenden daha
karmaşık bir şey olan Tanrı’yı öne sürmek bir totolojidir ve bu, aslında bir
açıklama değildir” diyor Dawkins. Yani “Evrenin karmaşıklığının çok ötesinde
karmaşık olması gereken Tanrı, gereksiz bir eklemedir ve bu sanrıdan
kurtulmamız gerekir” diyor. Zira neden bilinmez, “Açıklamanın açıklanmaya
çalışılan şeyden daha basit olması gerekir” diye bir inanç var. Fizik
kuralları, sanki bir açıklayıcılıkları varmış gibi buna örnek gösteriliyor.
Yine bir bilim adamı ve aynı zamanda Hıristiyan inancının
savunucusu olan John Lennox ise, bir tartışmalarında Dawkins’in bu argümanını
şu basit cümleyle yerle bir ediyor: “Tanrı Yanılgısı adlı kitap, kitaptan çok
daha karmaşık olan Dawkins adlı bir yazar tarafından yazılmıştır.” (Youtube’den
aratarak izleyebilirsiniz!)
Tanrı kavramını “gereksiz bir varsayım” olarak gören ve “Açıklama
özelliği yok!” diyen ateizm savunucuları, “açıklama düzeyleri” kavramını
kaçırıyorlar. Yine Lennox’un ifadesiyle, Ford marka otomobil motorunun
varlığını açıklamanın iki farklı düzeyi vardır: Birincisi, dört zamanlı motorun
çalışma prensibi ve diğer fizik-mühendislik mekanizmaları cinsinden yapılan
“mekanizma” açıklaması; ikincisi ise “Henry Ford tarafından üretilmiştir”
denilerek yapılan “fail-agent” açıklamasıdır. İkisi de farklı düzeylerde
gerekli ve aslında birbirini tamamlayıcı açıklama alanlarıdır.
Bu pencereden bakınca, inanç ve bilgi yahut din ile
bilimin, başka bir deyişle Tanrı ile insanın bilgi dünyasının çatıştırılmaya
çalışılması anlamsızdır. Zira ikisi de inançlara dayanır, ikisi de farklı
alanları açıklar ve ancak bu açıklamaların birlikte değerlendirilebilmesiyle
“anlam” dediğimiz ve bazen hayatımız pahasına cevaplanmasını arzu ettiğimiz o
büyük soru bir nebze de olsa cevap bulabilir.
Dawkins’in masum ve mantıklı görünen bir başka sorununu,
“Tanrı evreni yarattı ise, hemen ardından gelecek soru ‘Tanrı’yı ne yarattı?’
sorusu olmalıdır” şeklinde özetleyebiliriz. İlkokul seviyesinden itibaren
çocukların da sıklıkla aklına gelen bu soru, biraz mantık biliyorsanız “soru”
değil, saçmalıktır! Zira bir şeyi “Ne yarattı?” diye sorduğunuzda, sorunun
içinde o nesnenin “yaratılmış bir şey olduğu” iması vardır. Yani “Tanrı’yı kim
yarattı?” sorusu, Tanrı’nın yaratılmış bir şey olduğu kabulüne dayanır ve
hiçbir din, “yaratılmış bir Tanrı”ya dayanmaz. Soru, bu haliyle tam bir mantık
faciasıdır ama akıl aydınlanmasını savunan Dawkins gibi modern bir zihin bile
bu çocukça tuzağa kolaylıkla düşebilmekte. Aptal olduğundan mı? Hayır! Esas
neden, inancın tüm mantık kuralları açısından ilk ve tek gereklilik olmasından
dolayı, ondan kaçınmanın ne kadar zor ve anlamsız olduğu gerçeğinden dolayıdır
bu. Göze indirilmiş akıl, aklı da, gözü de kör eder.
İğneyi kendimize batırmanın zamanı!
Madem argümanlar böyle çürük ve temelsiz, neden ateistler
ve seküler dünya görüşünü savunan insanlar hâlâ var? Onların kafaları benim
kadar çalışmıyor mu? Yahut inanmadıkları şeyleri savunacak kadar sahtekârlar
mı? Hayır, hiçbiri değil! Esas neden, bu dünyada çoğunluğu teşkil eden “inanan”
insanların inandıkları şeylerdir.
Günümüz dindarlarının en önemli sorunlarından biri, hangi
dinden olurlarsa olsunlar, seküler inancın çok önemli bir rüknünü sessiz
sedasız paylaşmalarıdır: Bir oluş, bir varlık, bir olay eğer bilimle
açıklanabiliyorsa, orada Tanrı kavramına ihtiyaç kalmaz.
İşte seküler sistem ve pozitivist bilim, adım adım
ilerleyen bilimsel keşifleri böyle bir mantıkla kullanarak Tanrı inancını
“henüz bilim tarafından açıklanamayan şeylerin irrasyonel (akıldışı) açıklama
çabası” olarak hükümsüzleştirmeye pek heveslidir. Bu kavramın bir adı da
vardır: Boşlukların Tanrısı (God of the Gaps)…
İnanan insanların büyük çoğunluğu, aynen pozitivist
zihinlerin onlardan beklediği gibi, bilimin gelişmelerine ve ortaya koyduğu
bilgilerle hiç ilgilenmeyip, bilinmeyenlerde, bilimin ve aklın sınırının
ötesindekilerle meşgul olarak hayat geçirmeyi severler. Hatırlayın, en fazla
ilme ve “bilmeye” vurgu yapan kutsal metin olan Kur’an-ı Kerim’e ve İslam’a
bağlı olduğunu söyleyen nice insan, karpuz
çekirdeklerinde yahut bal peteklerinde Arapça “Allah” lafzı görmeyi,
ayda “Şakk-ı Kamer” mucizesinden kalan bir yarık bulmayı, dünyadaki hiçbir
meseleyle ilgilenmedikleri kadar kabir azabı ve ölüm sonrasıyla meşgul olmayı
inançlarının şiarı sanmadılar mı?
Daha geçenlerde televizyonlarımızın ünlü bir vaizi,
tamamen uydurma ve komiklik amacıyla yapılan “Ayda bir yarık bulundu” haberini
gerçek bir haber ve “mucizeymiş” gibi saatlerce ballandıra ballandıra anlatmadı
mı ekranlarda? Ahirette kurtulmayı, bu dünyada faydalı işler yapmaya,
araştırmaya, bilmeye değil de anlamını dahi bilmedikleri zikir formüllerine,
geleneksel ritüelleri sorgusuz sualsiz tekrarlamaya, çoğu zaman adeta cahilliği
kutsamaya başlamadılar mı?
İslam inancının temelleri bu kâinatta, geçmişte, bugün ve gelecekte, hiçbir
zerrenin Allah’ın ilminden bağımsız hareket edemeyeceği gerçeğine dayanır. Tüm
yaratılmışlar, hâlihazırda yaratılanlar ve yaratılacak olanlar, ancak O’nun
yaratmasıyla mümkündür. O aynı zamanda, bizzat kendi kitabında, “sünnetinde
değişiklik bulamayacağımız” garantisini de bize verendir. Yani evrendeki İlahî
(fiziksel) kanunların değişmeyeceğinden hareketle onları anlama görevi bize
verilmiştir. Bilim ne bulursa, o Sünnetullah’tır. Belki bazen yanlış anlar, ama
düzeltmek de ancak bilgi ve araştırmayla mümkündür. “Bilmek” için Kur’an’ın
bizi yönlendirdiği tek yer “yaratılmış ayetler”, yani şu muhteşem kâinattır. Ve
O’ndan hakkıyla korkanlar, O’na hakkıyla saygı duyanlar, ancak “bilenler”dir!
Bu son okuduğunuz ifadelerin tamamı, Kur’an-ı Kerim’de
değişik biçimlerde bolca zikredilir.
İddiam basittir: Kur’an-ı Kerim, anlamına uygun yaşayan
Müslümanlarla buluştuğu an, Dawkins ve benzerlerinin söyleyebilecekleri hiçbir
geçerli argüman kalmayacaktır. Onları düşman yahut alt edilmesi gereken
rakipler olarak görenlerden değilim. Tam aksine, günümüzün bilimsel ateistleri,
inancımızda neyin eksik olduğunu bize en güzel anlatan örneklerdir. Onlar Kur’an’ı
ve gerçek İslam’ı bilmedikleri için, “kiliseleşmiş” tüm inançlarla birlikte
Tanrı kavramına da savaş açmak zorunda kalan insanlardır bana göre. Zira bu
dünyada öyle sinir bozucu dünya görüşleri vardır ki, namuslu bir insanın
bunları elinin tersiyle reddetmemesi, varlığına ve yaratılış amacına zıttır.
Bu inançlardan bazılarına muhakkak sizler de şahit
olmuşsunuzdur; hafızanızı dürüstçe yoklarsanız, bu tip inançların çok da
uzağımızda olmadığını görebilirsiniz.
“Yeni bir medeniyet” kurmak isteyen, bunun hayalini kuran
herkes, özellikle bir sonraki nesli yetiştirme sorumluluğunu üzerinde
hissedenler, bu temel sorunlar üzerinde ciddi olarak düşünmelidirler!