İNAN! İnanmak, yaşamın
damarlarında akan kan… İnan ki, yaşam, sen ona inandığın zaman can bulur.
Kâinat,
kendisi ve içindekileri ile Allah’ın ilminin yüceliğini gösteren bir eser.
Bilineni ve bilinemeyecek yönleri ile aklın alamayacağı bir büyüklükte bir
canlılık, çeşitlilik ve ilimde, hayranlığın yetmeyeceği bir oluşta var edilmiş
kâinatın merkezidir insan. O insan ki, kâinattaki bütün mucizelerden çok daha
ötelerde bir özellikle yaratılmış, içine nice hikmetler bırakılmış, en önemlisi
de Rabbimizin “Ruhumdan üfürdüğüm” dediği insan, çok özel bir konumdadır. Yüce
Rabbimin nice hikmetlerle, üstün bir ilimle yarattığı muhteşem kâinat içinde
ondan daha öte olan insanın neye inandığı o kadar önemli ki…
Yeter
ki aynaya ve aynadan yansıyana, aldığı nefese, bir bebeğin doğumuna, bir
çiçeğin renklerine, yağmurun inişine, kar tanelerin inanılmazlığına, dağların
heybetine, canlılığın çeşitliğine, trilyonlarca kilometre öteden gelen
yıldızların ışığına, ruhuna, aklına bir bakabilsin, düşünüp her şeyden uzakta
tefekkür edebilsin… Varoluşun aslında çepeçevre bir idrak ve akılla
anlaşılamayacak kadar özel bir ilimle yaratıldığını, her bir zerremizin ilmin
en üstün şekliyle var edildiğini, sırf bu yüzden inanmaktan başka çâre ve çıkış
noktamızın olmadığını görebilmeliyiz.
Millet
olarak bir olmaktan, Bir’e inanmaktan, Hakk’a yol almaktan başka bir yolumuz
var mı? Zira tarihin şu âna kadar başka bir yol çıkarttığını ne okudum, ne
duydum. İnsanlık dönemleri ne kadar farklı olursa olsun, hangi devirlerde bilgi
ve gelişmeler hangi aşamaya gelmiş olursa olsun, hepsinin üstünü bir karış
toprak örtmedi mi? O bir karış topraktaki hayatı tamamen çözecek bir ilme asla
ulaşamayacağız. Bir varlığın gen haritasını, molekül yapısını ortaya
çıkarabilirsiniz ama bir şeyin var ediliş aşamalarını ortaya çıkaramaz, yokluğa
geçip de varlığa bir mikroskop, teleskop ya da deney tüpleri ile yol alamazsınız.
İnsanlık
döneminin hangi sürecini alırsanız alın, göreceğimiz hiç değişmeyen bir hikâye
var ve her devirde yaşanmaya devam etmekte: Kendi aklıyla yol almaya çalışan
her birey ya da millet helâk olmuş, savaş gibi akıl dışı davranışlarda
bulunmuş, mânevî hazîneleri bırakıp kâğıt ve maden gibi çürüyecek maddelere
tapacak kadar, düşülecek ne kadar yer varsa hepsine düşmüş, daha ötede kendi türünü
yok etmeye çalışmak ve daha bir nefesine hâkim olacak gücü yokken kendini
tanrılaştırmaya çalışmak, önünden gidenlerin hepsinin yolunun toprakta son
bulduğunu gördüğü hâlde inadından vazgeçmemek gibi akla mantığa, hesaba kitaba
gelmeyecek müthiş bir düşüş…
Bizim
dışımızda bazı şeyler. Sizce de ilginç ve inanılmaz değil mi? Bazı şeylerin
neden ve nasıl olduğunu bilemesek de dolu dolu yaşarız. Kesinlikle
göremeyeceğin, bilemeyeceğin bir şeydir ama bir o kadar da damarlarında
dolaşır, yetmez de uğruna canını verirsin. Din görünmez elle tutulmaz ama ona inanmak
zorunda olduğunu bilirsin. Vatan sevgisinin içine nasıl yerleştiğini bilmezsin
ama ona gözünü kırpmadan uğruna can verirsin. Yumruğumuzu güçlü bir şekilde
sıktığımızda hissettiğimiz güç duygusunu biliriz ama o gücün orada kan, enerji
ve bilinç birikmesi sonucuyla oluştuğunu bilmeye pek gerek duymayız. Buradan
yola çıkarak, din ve vatan için söze gerek kalmadan yaşayan, içimizde hep hazır
bir mekanizma vardır. O mekanizmanın adı inançtır.
Aslında inanç, inanmaktan farklıdır bazı noktalarda. Zalim de gücüne inanır meselâ. Sporcu, başaracağına inanır. Kendine inanan biri birçok zorluğun altından zarar görmeden kalkabilir. Bu ince noktayı iyi analiz etmemiz gerekir.
Sporcu
örneğinden gidersek… Bir sporcu Olimpiyat şampiyonu olacağına inanır ve çok
çalışırsa, şampiyon olabilir. İnanç ise, yaşamın damarlarında akan kandır.
İnanmak kısmîyi, parçayı ifade eder. Sporcu şampiyon olduktan sonra boşluğa
düşebilir, düşünsel rahatsızlıklar yaşayabilir. Sporcunun amacı yaşam içinde
küçük bir parçayı kapsadığı için, amaç son bulunca sanki yaşamı da son bulur
gibi olur. İnançta ise kişi, var olmasının bir amacı olduğunu idrak etmekle
inanca kavuşur ve bir istikamet ile bütün bir ömrünü adı konulmuş bir hedef
için vakfeder.
Fizikî
bedenin sağlıklı bir işleyiş süreci vardır. Düzenli beslenmeli, yeterince uyku
almalıdır. Uzaydaki ve maddedeki oluşlar gibi sürekli bir hareket içinde
olmalıdır. Yani bir anlamda bir denge üzerine sürekli dönmelidir beden. Aynı
mantıkla insan ruhunun, mânevî bedenin de sağlıklı işleyişi için bir dengeye ve
düzenli harekete ihtiyacı vardır. Bu düzenin tek bir adı var: İnanç…
İnancın
ilerisi, gerisi, tartışması olmaz. İnsan inançla sağlıklı çalışır, sağlıklı
içyapıya kavuşur. Bir tek kişi gösterin ki, kendini inançsız olarak
tanımladıktan sonra inanç dışında kalmış olsun ve sonrasında sağlıklı bir iç
dünyası olsun… Açık ve nettir ki, inancı sağlam olmayan birey mânevî olarak
hastadır. Dünyanın en zengini, en güçlüsü olsa hastadır, zavallıdır, kaybetmek
için yaşamaktadır. İnancı zayıf insanları oyalayan dünya hayatının tek getirisi,
bir an önce ömür sermayesini bitirip bu işkenceye son vermektir.
Kimileri
vardır, kendini bilime, sanata, insanlara adar, okur, araştırır, dünyayı gezer,
hattâ belki uzaya çıkar ama bir türlü kalbini Allah’a döndürüp teslim olmayı düşünmek
istemez, uygulamaya geçiremez. Âdeta bildiğinden kaçar, nefsinin hapishanesinde
gönüllü mahkûmiyet yaşar. Ebedî Cennet’i, ebedî zenginliği birkaç günlük sahte
dünya sultanlığına değişecek kadar düşer. Kişi dünya hayatında çok şeyler
başararak, herkesten çok, herkese faydalı olduğunu düşünerek avuntu duyabilir
ama kalp, asla yalan söylemez. O kalp ki, sadece ve sadece Yaratıcısı ile mutmain
olur. O kalbin içine varlık âleminden bir sevdâyı yerleştirmek olanaksızdır. Dolayısıyla
kalp, aslında hep uyarır, “Gel etme, Allah’a varmaktan başka yol yok! Başka
kapıda huzur yok, kendini de, beni de helâk eyleme!” der.
Çok
şükür, milletimiz büyük bir çoğunluğu ile derin bir inanç sistemine sahiptir.
İslâm’dır. Niye var edildiğini, ne yapması gerektiğini bilir. Milleti millet yapanın
ortak inanç ve değerleri olduğunu bilmekle kalmaz, bunu sonuna kadar yaşama
gayesindedir. Gelin görün ki, tek bir zafiyeti vardır milletimin bazı
fertlerinin: Niye var edildiğini, ne yapması gerektiğini bilir de bildiğini
yapmakta biraz geridir. Üşengeç yahut kendini özünden tutan etkenlere karşı
duyarsızdır. Tuzaklara çabuk teslim olur. TV’lerde, cep telefonlarında,
sigarada, boşlukta hebâ eder ömrünü. Canını her zaman dinine ve vatanına fedâ
etmekten çekinmeyecek kadar asil ama okumak ve gelişmekten o kadar uzak…
İnsanın içi kanıyor!
İslâm’ı,
İslâm’ın ilmi olmazsa olmaz gördüğünü bilir ama ibadet kısmına önem verirken
ilim kısmını rafa kaldırır. Farz kabul edip üstüne titrediği ibadete hassasiyet
gösterirken, beynin çalışma sistemi ile ilgili uyarılara kulak asmaz.
Dolayısıyla ilimsiz kalan ibadetin heyecanını/nedenini yavaş yavaş bırakır,
geriye sadece şekil kalır. Maalesef, insanî ve mânevî gelişiminin durduğunun
farkına varamaz. Farz olanı yaptığının yeterli olması gibi tekil bir düşünce
ile yoluna devam edemez, mânevî tekâmülden kendini erken emekliliğe atayarak
ömür boyu tatile çıkar.
İslâm
coğrafyaları bu ince noktada kaybetmişler ve kaybetmeye devam etmekteler.
İlimsiz kalan inanç ruhunu kaybetmiş, kendilerini medeniyetin sahibi gören bazı
kesimlerin önünde kendini güçsüz bırakmıştır. Bu, ağır bir vebâldir! O
medeniyetler de kendilerine bilginin ve teknolojinin, paranın ve gelişmişliğin yeteceği
düşüncesiyle aldanmış hâlde gittikleri yolda inat etmektedirler.
Yaşamı
dengeye getirmek, dünya ve ahiretinin mimarı olan kişileri örnek almak gerek.
Hak ve ilimden ayrılmadan, varlığının amacını unutmadan ilerlemek gerek. Bunun
için milletime sesleniyorum: Okuyun, yazın, uzun uzun yaşadıklarınızı hesaba
çekin! İbadetlerinizde neler yaşadığınızı, neler hissettiğinizi düşünün. İbadet
nedir, nasıl gelişir, öğrenmeye ve anlamaya çalışın. Kur’ân’ı da, atomu da
anlamaya çalışın. Gerisi zaten kendiliğinden gelecek. Hem Rabbim bizi bekler,
bizi özler. Bize kâinatında neler neler göstermek ve ikram etmek ister. Sosyal
medyaya, yaşadığımız bazı sıkıntılarımıza takılıp kalmayalım. Rabbimin engin
merhametine, ilmine, affına, rahmetine ve mağfiretine sığınalım. Doğru yolda
doğru şekilde ilerlemek isteyene Mevlâ’m her zaman mucizelerini ve desteğini
göstermiştir. Özellikle bu zor dönemlerde milletçe el ele vererek, hem maddî,
hem mânevî, hem ilmî yönden şahlanışa geçmeliyiz.
Yer
yer çok güzel ilerlemeler kaydetmeye başladık. Türk milleti zekidir,
inançlıdır, nerede olursa olsun mazlumun yanındadır. Zekâmızı, gücümüzü,
birliğimiz arttıralım. Bu da bir grup insanın omuzlarına basarak değil, her
birimizin bu kutsal sorumluluğu kendine vazife bilmesiyle olacaktır. Haydi, bu
geceden başlayalım sorgulamaya: İnsan ne yaşadı, ne gördü?
İnan
ki, inanmak senden, zafer Allah’tan!