İnan!

Türk milleti zekidir, inançlıdır, nerede olursa olsun mazlumun yanındadır. Zekâmızı, gücümüzü, birliğimiz arttıralım. Bu da bir grup insanın omuzlarına basarak değil, her birimizin bu kutsal sorumluluğu kendine vazife bilmesiyle olacaktır. Haydi, bu geceden başlayalım sorgulamaya: İnsan ne yaşadı, ne gördü? İnan ki, inanmak senden, zafer Allah’tan!

İNAN! İnanmak, yaşamın damarlarında akan kan… İnan ki, yaşam, sen ona inandığın zaman can bulur.

Kâinat, kendisi ve içindekileri ile Allah’ın ilminin yüceliğini gösteren bir eser. Bilineni ve bilinemeyecek yönleri ile aklın alamayacağı bir büyüklükte bir canlılık, çeşitlilik ve ilimde, hayranlığın yetmeyeceği bir oluşta var edilmiş kâinatın merkezidir insan. O insan ki, kâinattaki bütün mucizelerden çok daha ötelerde bir özellikle yaratılmış, içine nice hikmetler bırakılmış, en önemlisi de Rabbimizin “Ruhumdan üfürdüğüm” dediği insan, çok özel bir konumdadır. Yüce Rabbimin nice hikmetlerle, üstün bir ilimle yarattığı muhteşem kâinat içinde ondan daha öte olan insanın neye inandığı o kadar önemli ki…

Yeter ki aynaya ve aynadan yansıyana, aldığı nefese, bir bebeğin doğumuna, bir çiçeğin renklerine, yağmurun inişine, kar tanelerin inanılmazlığına, dağların heybetine, canlılığın çeşitliğine, trilyonlarca kilometre öteden gelen yıldızların ışığına, ruhuna, aklına bir bakabilsin, düşünüp her şeyden uzakta tefekkür edebilsin… Varoluşun aslında çepeçevre bir idrak ve akılla anlaşılamayacak kadar özel bir ilimle yaratıldığını, her bir zerremizin ilmin en üstün şekliyle var edildiğini, sırf bu yüzden inanmaktan başka çâre ve çıkış noktamızın olmadığını görebilmeliyiz.

Millet olarak bir olmaktan, Bir’e inanmaktan, Hakk’a yol almaktan başka bir yolumuz var mı? Zira tarihin şu âna kadar başka bir yol çıkarttığını ne okudum, ne duydum. İnsanlık dönemleri ne kadar farklı olursa olsun, hangi devirlerde bilgi ve gelişmeler hangi aşamaya gelmiş olursa olsun, hepsinin üstünü bir karış toprak örtmedi mi? O bir karış topraktaki hayatı tamamen çözecek bir ilme asla ulaşamayacağız. Bir varlığın gen haritasını, molekül yapısını ortaya çıkarabilirsiniz ama bir şeyin var ediliş aşamalarını ortaya çıkaramaz, yokluğa geçip de varlığa bir mikroskop, teleskop ya da deney tüpleri ile yol alamazsınız.

İnsanlık döneminin hangi sürecini alırsanız alın, göreceğimiz hiç değişmeyen bir hikâye var ve her devirde yaşanmaya devam etmekte: Kendi aklıyla yol almaya çalışan her birey ya da millet helâk olmuş, savaş gibi akıl dışı davranışlarda bulunmuş, mânevî hazîneleri bırakıp kâğıt ve maden gibi çürüyecek maddelere tapacak kadar, düşülecek ne kadar yer varsa hepsine düşmüş, daha ötede kendi türünü yok etmeye çalışmak ve daha bir nefesine hâkim olacak gücü yokken kendini tanrılaştırmaya çalışmak, önünden gidenlerin hepsinin yolunun toprakta son bulduğunu gördüğü hâlde inadından vazgeçmemek gibi akla mantığa, hesaba kitaba gelmeyecek müthiş bir düşüş…

Bizim dışımızda bazı şeyler. Sizce de ilginç ve inanılmaz değil mi? Bazı şeylerin neden ve nasıl olduğunu bilemesek de dolu dolu yaşarız. Kesinlikle göremeyeceğin, bilemeyeceğin bir şeydir ama bir o kadar da damarlarında dolaşır, yetmez de uğruna canını verirsin. Din görünmez elle tutulmaz ama ona inanmak zorunda olduğunu bilirsin. Vatan sevgisinin içine nasıl yerleştiğini bilmezsin ama ona gözünü kırpmadan uğruna can verirsin. Yumruğumuzu güçlü bir şekilde sıktığımızda hissettiğimiz güç duygusunu biliriz ama o gücün orada kan, enerji ve bilinç birikmesi sonucuyla oluştuğunu bilmeye pek gerek duymayız. Buradan yola çıkarak, din ve vatan için söze gerek kalmadan yaşayan, içimizde hep hazır bir mekanizma vardır. O mekanizmanın adı inançtır.

Aslında inanç, inanmaktan farklıdır bazı noktalarda. Zalim de gücüne inanır meselâ. Sporcu, başaracağına inanır. Kendine inanan biri birçok zorluğun altından zarar görmeden kalkabilir. Bu ince noktayı iyi analiz etmemiz gerekir.


Sporcu örneğinden gidersek… Bir sporcu Olimpiyat şampiyonu olacağına inanır ve çok çalışırsa, şampiyon olabilir. İnanç ise, yaşamın damarlarında akan kandır. İnanmak kısmîyi, parçayı ifade eder. Sporcu şampiyon olduktan sonra boşluğa düşebilir, düşünsel rahatsızlıklar yaşayabilir. Sporcunun amacı yaşam içinde küçük bir parçayı kapsadığı için, amaç son bulunca sanki yaşamı da son bulur gibi olur. İnançta ise kişi, var olmasının bir amacı olduğunu idrak etmekle inanca kavuşur ve bir istikamet ile bütün bir ömrünü adı konulmuş bir hedef için vakfeder.

Fizikî bedenin sağlıklı bir işleyiş süreci vardır. Düzenli beslenmeli, yeterince uyku almalıdır. Uzaydaki ve maddedeki oluşlar gibi sürekli bir hareket içinde olmalıdır. Yani bir anlamda bir denge üzerine sürekli dönmelidir beden. Aynı mantıkla insan ruhunun, mânevî bedenin de sağlıklı işleyişi için bir dengeye ve düzenli harekete ihtiyacı vardır. Bu düzenin tek bir adı var: İnanç…

İnancın ilerisi, gerisi, tartışması olmaz. İnsan inançla sağlıklı çalışır, sağlıklı içyapıya kavuşur. Bir tek kişi gösterin ki, kendini inançsız olarak tanımladıktan sonra inanç dışında kalmış olsun ve sonrasında sağlıklı bir iç dünyası olsun… Açık ve nettir ki, inancı sağlam olmayan birey mânevî olarak hastadır. Dünyanın en zengini, en güçlüsü olsa hastadır, zavallıdır, kaybetmek için yaşamaktadır. İnancı zayıf insanları oyalayan dünya hayatının tek getirisi, bir an önce ömür sermayesini bitirip bu işkenceye son vermektir.

Kimileri vardır, kendini bilime, sanata, insanlara adar, okur, araştırır, dünyayı gezer, hattâ belki uzaya çıkar ama bir türlü kalbini Allah’a döndürüp teslim olmayı düşünmek istemez, uygulamaya geçiremez. Âdeta bildiğinden kaçar, nefsinin hapishanesinde gönüllü mahkûmiyet yaşar. Ebedî Cennet’i, ebedî zenginliği birkaç günlük sahte dünya sultanlığına değişecek kadar düşer. Kişi dünya hayatında çok şeyler başararak, herkesten çok, herkese faydalı olduğunu düşünerek avuntu duyabilir ama kalp, asla yalan söylemez. O kalp ki, sadece ve sadece Yaratıcısı ile mutmain olur. O kalbin içine varlık âleminden bir sevdâyı yerleştirmek olanaksızdır. Dolayısıyla kalp, aslında hep uyarır, “Gel etme, Allah’a varmaktan başka yol yok! Başka kapıda huzur yok, kendini de, beni de helâk eyleme!” der.

Çok şükür, milletimiz büyük bir çoğunluğu ile derin bir inanç sistemine sahiptir. İslâm’dır. Niye var edildiğini, ne yapması gerektiğini bilir. Milleti millet yapanın ortak inanç ve değerleri olduğunu bilmekle kalmaz, bunu sonuna kadar yaşama gayesindedir. Gelin görün ki, tek bir zafiyeti vardır milletimin bazı fertlerinin: Niye var edildiğini, ne yapması gerektiğini bilir de bildiğini yapmakta biraz geridir. Üşengeç yahut kendini özünden tutan etkenlere karşı duyarsızdır. Tuzaklara çabuk teslim olur. TV’lerde, cep telefonlarında, sigarada, boşlukta hebâ eder ömrünü. Canını her zaman dinine ve vatanına fedâ etmekten çekinmeyecek kadar asil ama okumak ve gelişmekten o kadar uzak… İnsanın içi kanıyor!

İslâm’ı, İslâm’ın ilmi olmazsa olmaz gördüğünü bilir ama ibadet kısmına önem verirken ilim kısmını rafa kaldırır. Farz kabul edip üstüne titrediği ibadete hassasiyet gösterirken, beynin çalışma sistemi ile ilgili uyarılara kulak asmaz. Dolayısıyla ilimsiz kalan ibadetin heyecanını/nedenini yavaş yavaş bırakır, geriye sadece şekil kalır. Maalesef, insanî ve mânevî gelişiminin durduğunun farkına varamaz. Farz olanı yaptığının yeterli olması gibi tekil bir düşünce ile yoluna devam edemez, mânevî tekâmülden kendini erken emekliliğe atayarak ömür boyu tatile çıkar.

İslâm coğrafyaları bu ince noktada kaybetmişler ve kaybetmeye devam etmekteler. İlimsiz kalan inanç ruhunu kaybetmiş, kendilerini medeniyetin sahibi gören bazı kesimlerin önünde kendini güçsüz bırakmıştır. Bu, ağır bir vebâldir! O medeniyetler de kendilerine bilginin ve teknolojinin, paranın ve gelişmişliğin yeteceği düşüncesiyle aldanmış hâlde gittikleri yolda inat etmektedirler.

Yaşamı dengeye getirmek, dünya ve ahiretinin mimarı olan kişileri örnek almak gerek. Hak ve ilimden ayrılmadan, varlığının amacını unutmadan ilerlemek gerek. Bunun için milletime sesleniyorum: Okuyun, yazın, uzun uzun yaşadıklarınızı hesaba çekin! İbadetlerinizde neler yaşadığınızı, neler hissettiğinizi düşünün. İbadet nedir, nasıl gelişir, öğrenmeye ve anlamaya çalışın. Kur’ân’ı da, atomu da anlamaya çalışın. Gerisi zaten kendiliğinden gelecek. Hem Rabbim bizi bekler, bizi özler. Bize kâinatında neler neler göstermek ve ikram etmek ister. Sosyal medyaya, yaşadığımız bazı sıkıntılarımıza takılıp kalmayalım. Rabbimin engin merhametine, ilmine, affına, rahmetine ve mağfiretine sığınalım. Doğru yolda doğru şekilde ilerlemek isteyene Mevlâ’m her zaman mucizelerini ve desteğini göstermiştir. Özellikle bu zor dönemlerde milletçe el ele vererek, hem maddî, hem mânevî, hem ilmî yönden şahlanışa geçmeliyiz.

Yer yer çok güzel ilerlemeler kaydetmeye başladık. Türk milleti zekidir, inançlıdır, nerede olursa olsun mazlumun yanındadır. Zekâmızı, gücümüzü, birliğimiz arttıralım. Bu da bir grup insanın omuzlarına basarak değil, her birimizin bu kutsal sorumluluğu kendine vazife bilmesiyle olacaktır. Haydi, bu geceden başlayalım sorgulamaya: İnsan ne yaşadı, ne gördü?

İnan ki, inanmak senden, zafer Allah’tan!