İmtihanı geçmek ve imkânları seçmek

Biz söz erbâbıyız ki, icra sahiplerine uyarıda bulunmaktır işimiz. Elbette yumurta küfesini onlar taşımaktadırlar. Nasıl taşınacağını onlar daha iyi bilirler. Ancak insanlar eksikliklerini çevrelerinde güvendikleri insanların uyarılarıyla ancak görebilirler. Bu anlamda Turgut Cansever’e kulak verelim: “Bir şehri imar ederken nesli ihmâl ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil, inşâ ettiğiniz şehri tahrip eder.”

HAZRETİ Ömer (ra) Şam’a doğru yola çıkmış, Serg denilen bölgeye varınca kendisini Ebû Ubeyde Bin Cerrah komutasındaki ordu kumandanları karşılamıştı. Kendisine Şam’da veba hastalığının baş gösterdiğini söylediler.

Halîfe, muhacir, ensar ve ilk hicret eden sahabeler ile ayrı ayrı istişare yaptı. Kimi çıkılan yola devam edilmesi gerektiğini, kimi de veba hastalığının bulunduğu yere topluca girilmesinin doğru olmadığını ve geri dönülmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine herkese seslenen Hazreti Ömer şöyle dedi: “Ben sabahleyin dönüş hazırlığına başlıyorum, siz de hayvanlarınıza binmiş olun.”

Bunun üzerine Ebû Ubeyde Bin Cerrah, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ebû Ubeyde’ye muhalefet etmek istemeyen Halîfe Ömer, “Keşke bunu senden bir başkası söyleseydi” diye cevap verdi ve ekledi: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin iki tarafı olan bir vadiye inseler, bir taraf verimli, diğer taraf çorak olsa, verimli yerde otlatsan Allah’ın kaderiyle, çorak yerde otlatsan da Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”1

Basiret, sağduyu ve hikmet gibi hasletlerin bileşkesi olan Hazreti Ömer’in bu tavrı, kültürümüzde “irfan” olarak nitelendirilmiştir. Bu arifâne yaklaşım, yüzyıllardır tartışılan “kader” algımıza, daha ilk sahabe neslinden ışık tutmaktadır. Akabinde Hazreti Ömer’in “Faruk” lakâbının da bu ileri görüşlülüğü nedeniyle konulduğu rivayet edilmektedir.

Hayatta, bazen yapıp ettiklerimizin karşılığını görür, bazen de imtihan ile Rabbimizin takdiri gereği olumlu ve olumsuz sonuçlarla karşılaşırız. Bazen seçtiğimiz hayatları, bazen de istemediklerimizi yaşarız. Bazen bir hayrın, bir tatlı söz ve gülümsemenin karşılığını yıllar sonra görürüz. Bazen “ruh”lara dokunur ve maddî kazanım elde ederiz, bazen de bir “sadaka” karşılığında ruhumuza dokunulur. Rabbin sınırsız, kusursuz olduğunu biliriz. Ama “hâd” bilmezliğimiz bazen “hayat”ımızda derin yaralar açacak “takdir”lerin oluşmasına neden olur.

Peki, insan yeryüzünde sorunsuz yaşayabilir mi? Ya da sorunların en aza indirildiği bir ortam oluşturabilir mi? Savaşların, açlığın, hırsızlığın, zulmün, haksızlığın olmadığı, adaletin, hoşgörünün, eşitliğin olduğu bir dünya olabilir mi? Yani insan, dünyayı cennete çevirebilecek mi?

İşte “kader” döngüsünün iki ana belirleyicisi burada kendisini açık etmektedir: “Bireysel” yaşamı şekillendiren etkenler ile “toplumsal” nedenler ve sonuçları…

İnsan, yaratılış şeklini, anne ve babasını seçemez. Bu onun bireysel kaderiyken, ırkı, dili ve bazen de dinini ilk çağlarında seçememesi ise toplumsal kaderidir. Bir de küresel ölçekte varoluşu, daha geniş anlamda bir yaşam döngüsü ve kaderi ile karşı karşıya kalması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla insan, hem bireysel, hem de toplumsal sorun ve sorumluluklarla imtihana tâbi tutulmaktadır.

Bir insan uzun süre sigara içerek kanser olabilir. Ya da Çernobil Nükleer Santrali’ndeki patlama veya Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla da benzer bir etkileşime maruz kalabilir. Her ikisinde de yaşamış olduğu olayın sonucu aynı, ancak sebepleri farklıdır. Biri toplumsal irade ve davranışlar sonucu gerçekleşir, diğeri bireysel nedenlerden kaynaklıdır. İzah etmeye çalıştığımız mesele, toplumsal anlamda kaderimize etki edebilmek için bir arada yaşadığımız/bir parçası olduğumuz topluluğun doğru işler yapması için bireysel yaşam kalitemizi arttırırken, buna paralel olarak toplumsal kalitenin arttırılmasına da katkı sağlama zorunluluğumuzun olduğunu hatırlatmaktır. Çünkü bazen toplumun genel yapısı ve alışkanlıkları dolayısıyla istemediğimiz birçok fiili gerçekleştirmekte ve hattâ yüzyıllar öncesinden tevarüs etmiş olan kültürel aktarımlara iyi ya da kötü maruz kalabilmekteyiz.

Peki, “bireysel kader” ile “toplumsal kader” ve nihayetinde “küresel kader”in kesişme ve ayrışma noktası neresidir? Nerede başlar, nerede biter? Bu soruların cevaplarını bilemeyiz. Bu meselede geçmişte âlimlerimiz genel anlamda iki başlık açmış ve bunun üzerinden tartışmalar yapmışlardır. Bunlar “kader-i mutlak ve kader-i muallâk”tır.

Kader-i mutlak, yukarıda izah etmeye çalıştığımız yaratılış, ırk, ana ve baba gibi seçemeyeceğimiz irade dışı olanlardır. Kader-i muallâk ise, cüz’î irademiz ile seçmeye çalıştığımız işimiz, eşimiz, coğrafyamız gibi etkenlerdir. Ancak bunlar üzerinde de mutlak bir tasarrufumuz da sınırlı (yani yine Allah’ın bilemediğimiz bir sınırlaması kadar olduğu) için eskiler buna “muallâk” demişler.

Kader ve iktidar

Tarih, insanlığın “kader”ini belirleme çabaları ve hayâl kırıklıklarıyla doludur. Firavunlar, Büyük İskender, Sezar, Cengiz Han gibi cüz’î iradeleriyle büyük coğrafyaları elde etmeye çalışan isimlerin hâkimiyetleri sona ermiş, şu an tarihin birer nesnesi olarak yaşatılır hâle gelmişlerdir.

“İktidar” ve “muktedir”, “kader” ile aynı kökten gelmektedir. Kaderin Türkçe lâfzî mânâsı “ölçü” olduğuna göre, basitçe iktidar “ölçme aracı” ve muktedir de “ölçen” anlamına gelir.

“O düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti. Sonra yine kahrolası ne biçim ölçtü biçti.” (Müddesir, 18-19-20) (Velid Muğire’nin Resûlullah ile konuşması sonrası, Kur’ân âyetleri hakkındaki yorumunu yeren âyetlerde geçen “kaddere” kelimesi, lâfzen bu mânâya gelmektedir.)

“Takdir” yet(k)isini ihtiraslarına kurban edenlerden biri olan Büyük İskender’in İran Seferi’nde, Medain bölgesinde bulunan bir kitabedeki yazı dikkatini çeker. Yazıda, zamanın Pers İmparatoru kendi adına yaptırdığı kitabede “doğu ve batının hükümdarı” yazısını yazdırmıştır. İskender ise bu yazının üzerine Yunanca doğu ve batının en büyük hükümdarının kendisi olduğunu yazdırmıştır. Yaklaşık bin yıl sonra aynı bölgeyi fetheden Müslümanlar ise şu âyeti sanki cevaben kitabeye yazarlar: “Bugün hükümranlık kimindir? Kahhar (tek otorite sahibi) olan Allah’ındır.”

Pers topraklarında yaşayan bireylerin İskender’in istilâsının sonuçlarına katlanmaları “toplumsal kaderlerinin” bir sonucu olduğu gibi, Birinci Dünya Savaşı mağdurlarının da, Hiroşima’daki Japonların da başına gelenler, doğal afetler ve birçok durum toplumsal kader örneğidir.

Osmanlı’nın son dönemleri, Cumhuriyet’imizin kuruluşuyla devam eden parlamenter sistem ve son olarak başkanlık sistemi yani kısaca seçimle “iktidar” olma durumu, “takdir” yet(k)isinin içeriğinin de değişmesine neden oldu. Dikta “iktidar”larından, yavaş yavaş toplumsal mutabakatın daha yüksek düzeyde sağlanabildiği yönetim şekline geçilmeye başlandı. Günümüzde bu konuda belki iddialı bir cümle olacak ama dünyada bu sistemin yani demokrasinin en iyi uygulandığı ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Çünkü “toplumsal kader” ile “bireysel kader”in makas aralığının azaldığı bir döneme şâhit olmaktayız. Buna elbette mevcut “iktidar” büyük katkı sağlamıştır.

Yaşadığımız son “yerel seçimler” ve seçmenin tepkileri sandıklardan neredeyse net olarak anlaşılabilmekte, seçmen davranışlarının çoğu zaman yoruma bile ihtiyacı kalmamaktadır. Bir de tabiî ki bu durum, biraz da Türk milletine has bir durumdur. Mevcut “iktidar” her ne kadar vizyon sahibi, kendini güncelleyebilen bir yapıya sahip olsa da eksikliklerinin var olduğunu seçmen davranışlarıyla yinelemiştir.

Biz söz erbâbıyız ki, icra sahiplerine uyarıda bulunmaktır işimiz. Elbette yumurta küfesini onlar taşımaktadırlar. Nasıl taşınacağını onlar daha iyi bilirler. Ancak insanlar eksikliklerini çevrelerinde güvendikleri insanların uyarılarıyla ancak görebilirler. Bu anlamda Turgut Cansever’e kulak verelim: “Bir şehri imar ederken nesli ihmâl ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil, inşâ ettiğiniz şehri tahrip eder.”

“Kader” ve insan iradesi arasındaki bağı izah eden Rad Sûresi 11’inci âyet ile noktalayalım: “Bir toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe, Allah da o toplumu değiştirmez.”

 


1Buhari Tıp 30, Müslim selam 98 den özetle