
ENFORMASYON ağının bugünkü kadar güçlü ve geniş olmadığı, dünya ile ilgili bilgilerin gazetelerden, radyolardan, Türkiye’nin yegâne TV kanalı TRT’den belli günlerde saatlik yayınlarla alındığı bir dönemde geçti çocukluğum.
Akşam haberlerini kaçırmayan büyüklerimizden duyduğumuz “ajans” kelimesi bile zihnimizin anlam çeperlerinde önemli bir etki oluştururdu. Bırakın internet ağlı veya sosyal medya iletişim teknolojisini, televizyonlarda çoklu kanal yayınına geçilmesi bile gençlik yıllarıma tekabül etmişti.
1984 yılında ilk renkli televizyon evlerimize girdiğinde 18 yaşımdaydım. 1990 yılında özel bir kanalın yayına geçmesi bizi heyecanlandırmıştı. Körfez Savaşı haberlerde film gibi verilirken, bizler ABD’nin dijital savaş kurgularını hesaplayamayacak kadar acemisiydik teknolojinin.
Bizler lügatlerdeki tanımlara inanır, tarihin “ülkeleri, ulusları, toplumları, kuruluşları etkileyen eylemlerden doğan olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki nedensel bağları, bunların daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her ulusun kurduğu uygarlıkları, ulusların kendi iç sorunlarını inceleyen bilim” tanımını kabullenirdik.
Ne kadar okursak okuyalım, ne çok araştırırsak araştıralım, bâtıl Batı’nın İslâm coğrafyalarını talan etmek için yıllar öncesinden plân yapıp uyguladığını pek kestiremezdik. Protestolar olurdu, “Kahrolsun Amerika”, “Emperyalizme HAYIR” yazan dövizlerle meydanlar dolup taşardı ama pek değişen bir şey olmazdı.
Geçmiş zamanlarla günümüzü kıyasladığımızda, bilgi akışındaki dezenformasyonun çokluğu insanı dehşete düşürecek kadar tehditkâr ve tehlikeli görünüyor bana şimdilerde. Ancak bu tehlikeden daha büyük bir tehdit var ki o da kurgunun, plânların, yalanların senaryolaştırılarak gerçek gibi servis edilmesi ve dünya kamuoyunun kabul seviyesinin yükseltilerek tepki seviyesindeki ivmeyi düşürme uygulamalarına şahit oluşumuzdur.
Bu halkların algılarını allak bullak eden uygulamalar iletişim ağları üzerinden pek çok kişiye eriştirilirken, yalanın kanıksanmışlığından menfaat devşiren Batı/lın ekmeğine yağ sürüldüğünün farkına bile varılamaması, bir gün gelip kendi varlığını inkâra gidecek derecede risk barındırıyor.
İşte en yakın tarihimizden iki örnek…
2015 yılında “Halkın Hizmetkârı” adlı bir dizi, önce ekranlardan evlere sıçrıyor Ukrayna’da. Başrolünü oynayan komedyen, beş yıl sonra ülkenin Devlet Başkanı oluyor. Güya kendi finanse ettiği ve kendi oynadığı bu dizinin senaryosu hayatta somut bir biçimde gerçeğe bürünür bürünmez -ki üzerinden çokça zaman geçmeden- alkışlarla iktidara getiriliyor başkanları. Masum Ukrayna halkı için ülke, bombaların patladığı evlerinin tarumar olduğu bir film platosuna dönüşüveriyor.
Dijital teknolojinin nimetlerinden istifade eden büyük güçler, aralarına Ukrayna’yı bir top olarak alıp iki kale arası maç yapıp güçlerine güç katarken, çocukların ölmesi, yetişkinlerin evinden yurdundan göç etmesi sadece bir detay olarak kabul görüyor. Ukraynalılar evlerinde keyifle televizyon ekranlarından izledikleri Volodimir Oleksandroviç Zelenski’yi Devlet Başkanı seçerken ve seçimleri coşkuyla kutlarken, bugün yaşadıkları tragedyaya zemin hazırladıklarını, hatta zeminin tuğlaları olduklarını tahmin bile etmemişlerdir.
İşte en korkunç olan da bu!
Yalanın ve kurgunun senaryolaştırılıp servis edilmesinden sonra alkışlarla kendi helâkinin aktörü hâline getiriliyor insanlık bugünün övünülen teknolojik imkânlarıyla!
Yine 2022 yılında, Fransa’da beyazperdeye yansıyan “Athena” filmi, aradan bir yıl geçmeden, kurgunun vücut bulmuş, perdeden hayata sıçramış bir gerçekliği olarak Fransa sokaklarında ateş olup yanıyor. Evet, gerçekleşmesi murat edilen senaryolar önce zihinlere alıştırılarak ve kabul seviyesi artsın diye teknolojik aygıtlar üzerinden servis edilip yol haritası gösteriliyor ve sonra hayat sahnesinde yalanın gerçekliğine kamuoyu şahit kılınıyor.
Günümüzde gerçekleştirilen yalanlar işte bu şekilde insanları öldürüyor. Modern çığlıklar eşliğinde teknolojik gelişmelerde bilim tanrılaştırılırken insan vahşileşiyor. Kendi varlığını, inisiyatiflerini, karar mekanizmasını yapay zekâ mimarlarına kurban veriyor.
Ayaklanmalarla, kalkışmalarla yalanın ifşa oluşu değil, yalandan türetilmiş gerçeklik insanın doğruyla yanlışı aynı kefede yorumlamasına sebebiyet veriyor. Buna rağmen, “barış” feveranları eşliğinde zulüm devam edip gidiyor ve tüm dünya, parmağını kıpırdatmadan bu haksızlıkların mimarı zalimleri yine teknolojik aygıtlardan, sosyal ağlardan maç seyreder gibi taraf tutarak seyrediyor.
Üstelik bu tragedyayı izleyenler kendilerini entelektüel, sanatçı, düşünür, aktivist, modernist, hatta bilirkişi sanıyorlar.
Bizler böylesi hızlı veri aktarımı ve bilgi çokluğundan mahrumduk işte. Ancak bilginin de, bilgiyi aldığımız kaynakların da, bilgiyi edinenin de bir haysiyet meselesi vardı. Henüz bilginin hayâsı, bilgilinin haysiyeti tacize uğramıyor, deforme edilemiyordu.
Evet, az bilgiyle çok yol kat edenlerdik. Azıcık bilgiyle zanna düşmemek için farklı kaynaklara başvurma telaşına düşerdik. Ki o zamanlarda tablet, akıllı telefon, bilgisayar gibi cihazların hayâlini kurmak şöyle dursun, uzunca bir süre “sabit hat” tabir edilen ev telefonları bile öyle her eve nasip olacak bir iletişim konforu değildi.
Önce kocaman harddiski olan “computer”lere sahip olduk. Çalışma masamıza yerleştirilen siyah beyaz ekranlı bu bilgisayarların arkası neredeyse yarım metre odaya taşar, dizlerimizin yanında gri renkli bir bilgi kasası bize eşlik eder, bilgiler “disket” olarak adlandırılan cep büyüklüğündeki kasetlere kaydedilirdi.
Afiliydi “yedek” almak yerine her akşam bu disklere “Back-up aldım” demek.
Henüz algılarımızı yaban/cılara teslim etmemiş, “saf aklımızın” ve inanç kaynaklarımızın belirlediği ölçülere hayatın her safhasında danışma prensiplerimizi yitirmemiştik. Sadece ibadet etme kuralları değil, “yaşamak” dediğimiz serüvenimizin her alanında, her şartta Vahye ve Sünnete tâbi olma hassasiyetimiz gayet kaviydi. Zira yaşamak başlı başına bir ibadet biçimiydi. Algılarımızla oynanma potansiyeli iki sebeple daha zayıftı: İlki, inançlarımız dairesinde İlâhî olan kurallara muti oluşumuz; ikincisi ise, bugünkü dijital bilgi kirliliğinden azade bilginin zihnimizi uyuşturan hızına ve şaibeli oluşuna maruz kalmayışımız... (Devam edecek inşallah…)