
BUNDAN 25-30 yıl önce yalan, Türk toplumunun damarlarına sirayet edemez, yuvalanacak köhne akıl bulamazdı pek. Politikacıların ev ve araba anahtarı vaatleri prim yapmaz, olanca çirkinliği ile toplumun saf algısında yer etmez, tutunamaz, inandırıcı olmazdı yalan. Ekonomik baskılarda devlet başkanları çıkıp “kemer sıkma” tavsiyelerini rahatça halkla paylaşır, kardeşin kardeşe silah çektiği, anarşinin kol gezdiği dönemlerde “Kaldırımlar yürünmekle aşınmaz” deme cesaretini gösterilirdi. Bilinirdi yalanın iş yapmayacağı, saf halkın kalbinde maya tutmayacağı. Çünkü necip Türk milletinin Sağcısı da, Solcusu da Devletçiydi!
Bilgiye, habere ve uluslararası diplomatik gelişmelere bu denli geç ve güç ulaşmakla birlikte, dünya ülkelerinin tarihini yine de okuduğumuz kitaplardan bilirdik. Kütüphanelere gitmek ve çeviri kitaplarla yüzleşmek, öğrenme merakımızın önünde bir engel değil, bir heyecandı. Kitabın eskiliğine yahut yeniliğine bakmazdık ki bu, elden ele dolaşıp defalarca çevrilmiş sayfalar arasında bilgiye erişme iştiyakımıza mâni olmazdı.
Türk tarihini çok yönlü bakış açılarıyla o günün farklı birikimlere haiz yazarlarından okurduk. Karl Marx’ın “Das Kapital”inden de, Maksim Gorki’nin “Ana”sından da haberdardık. Evet, bugünkü kadar niteliksiz değildi Sağcının Solcuyla, Solcunun Sağcıyla muhataplığındaki iletişim. Her iki taraf da birbirinin kaynaklarını okur, tartışırdı. Mesnetsiz siyâsî mülâhazalara pek rastlanmazdı. Hâsılı, birbirine muhalif her cenah, birbirinin gazetelerini okurdu. Dolayısıyla düşünce keşfi ile yol alınırdı.
Daha önemlisi, feraset sahibi ve basireti açık, ufku geniş ebeveynlerimiz ile hocalarımız etrafımızda pervane olur, ümmet bilincimizi, vatan sevgimizi, millî kabullerimizi, aslımızı ve ceddimizi akıllarımıza ve kalplerimize perçinlemek için göz doldurucu harçlıklarla teşvik ederlerdi. Benim yaşadığım gençlik yıllarında, en umursamaz olanımız bile “Müslüman” olmanın mesuliyetinden, bir idea sahibi olmanın ehemmiyetinden nasiplenmiştir.
Böylelikle Cemil Meriç’in “Bu Ülke”sini, Mustafa Müftüoğlu’nun “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” serisini, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı” adlı dünkü Türkiye dizisini liseli yıllarımızda yani 80’li yıllarda okumuştuk. “Kırım Kan Ağlıyor, Endülüs’e Veda, Orta Doğu’da Kızıl Çember” kitaplarıyla yanımızda yöremizde ve yaşadığımız dönemde neler olup bittiğini keşfederdik.
Bolşevik İhtilâli ile Çarlık Rusya’sının devrilişini, Rus İmparatorluğu’nun ardından Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu, Ekim Devrimi ile komünizmin dünyayı nasıl tehdit ettiğini, SSCB’nin dağılış serüvenini, özetle “Demir Perde ötesini” Rus edebiyatının ünlü yazarları Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gogol, Gorki, Lermontov, Bulgakov ve Turgenyev’in eserlerinden kâh roman, kâh şiir tadında öğrenirdik.
Ülkemizde, 1970’li yılların sonlarında, 12 Eylül Darbesi’nden önce, anarşi kol gezerken, Sağ-Sol çatışmalarından ödümüz koparken, hocalarımız, “Hükümet destekli din devrimi, ateizm doktrini” gibi ifadelerle merakımızı körüklerdi. Rusya’nın dinsizlik gayretinden, Stalin’den, Lenin’den ve bu diktatörlerin Müslüman halklar üzerindeki baskılarından haberdar oldukça imanımız kavileşir, inancımız uğruna ölmeyi göze almayı normale sayar, şehadeti kutlu bir armağan bilirdik.
Bu dinsizlik fırtınasından ülkemizin fikir işçisi yazarları ve şairleri, hatta kimi yasaklı eserleri okuma cesareti gösteren okurları da nasibini almıştı. Sanırım 10 yaşlarındaydım ve ailem dindar olduğu için irtica ile mücadele kapsamında evimize askerler postalları ile girerek İslâmî eserleri toplayıp gitmişlerdi. Bugünün çocukları, hatta gençleri hiç düdüklü tencere içine saklanmış Kur’ân-ı Kerim görmüşler midir? Sanmıyorum! Ben gördüğüm için annemin ata yadigârı küpelerini bile böyle iyi saklamadığını fark etmiş, Rabbimizin Kelâmına gösterilen bu kıymetle Kitabıma hürmeti sessiz sözsüz ahvâl ile öğrenmiştim.
Kitapların yazarları, yazdıklarından mesul tutulurdu. Birilerinin işine gelmediğinde bir bahane ile yaftalayıp çoğunlukla inanç merkezli kitaplar toplatılır, yazarları mahkemelerde süründürülürdü.
Ne zor zamanlarmış, değil mi?
Günümüzde “özgürlük” adı altında tacize varan söz ve yalan furyasıyla birbirimize düşman edilmeye çalışan, kimilerini bu maksat için kullanan Batı/lın elindeki iplerle her telden raks eden, yalanına yalan ekleyip inkârı ve iftirayı meslek edinen kişileri, kişiliksiz söylemleri, “Söyle” dediklerini sormadan ve sorgulamadan söylemekte beis görmeyen kimliksizleştirilmiş klavye kahramanlarının düştükleri onursuzluğu nefretlerinden okuyunca, geçmişin zorluğunda saklı onuru tercih etmemek elde değil. Yalandan yılandan korkar gibi korkan büyüklerimizden Rabbimiz razı olsun!
Aslında tüm bu hatıraları zihnimde tetikleyen ve teknolojik gelişme sürecini gözden geçirmemi sağlayan, gayet masum ve gayet sıradan bir olayı yazmak için geçmiştim klavyemin başına. Ancak pek çok yazar bilir ki, yazmak istediğimiz ile zihnimizde inşâ ettiğimiz niyet önce çakışır, sonra parmaklarımız o “bilinçaltı” dediğimiz muazzam koordinasyonun rüzgârına teslim olur ve yazmak için oturduğumuz mevzu ortak paydalar taşısa bile bambaşka bir metin olarak karşımızda durur.
Aynen böyle oldu sanırım…
Bir de baktım ki, hiç soluksuz cümleler peşi sıra geliyorken, bunca cümleyi sizlerle paylaşmamı sağlayan o saf anekdota ise hâlâ sıra gelmemiş.
Şimdi o sıradan olayı aktarmalıyım ki yukarıdaki satırlarımın maksadı hâsıl olsun. (Devam edecek inşallah…)