İman ve emniyet

İmandan nasibi olamayanlar ise hep bir endişe içindedirler. Kaybetmek ve ölmekten korkarlar. Varlıklarının yalancı siluetine âşık olur ve kendilerini bir şey zannederler. Kendilerine amâde kılınan dünyanın her zerresine sahip olmak gibi bir ihtirasa düşerler. Oysa bu ihtiras, fireni patlamış bir araba gibi son sürat onu uçuruma götürür. Ancak o, farkında değildir başına geleceklerin. Ölümün olduğu bu dünyada, bir gün “Benim!” dediği her şeyi kaybedeceğini düşünemez. Zira kaybetmek, insana her zaman acı verir. İnançsız insanlar bu acıyla yüzleşmek adına ölümden korkarlar.

İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Râ’d, 28)

İNSAN… Koca bir kâinatın kendisine amâde kılındığı, her bir ferdi bir başka âlem olan insan… Kalp ile kalıbın, beden ile rûhun, madde ile mânânın birbirini sarmaladığı, tamamladığı, yekvücut olduğu varlık… Bu iki buudun her birinin farklı bir ihtiyacı var. Beden yemeye, içmeye ve oksijene mecbur iken, rûh ise sevmeye, sevilmeye, güven duymaya muhtaç… Bu iki buuttan hangisi bu mecbur ve mahkûm olduğu gıdalarını eksik alırsa, o taraf hasta düşüyor. Bir buudun sıhhatinin bozulması, derhâl diğerini de etkiliyor. İşte insan, böyle bir muammâ!

Rûhun ihtiyaçları arasında belki de ilk sırada inanma ihtiyacı vardır. İnsan rûhu, fıtratına yerleştirilen bu duygu ile ancak huzur bulur ve kendini güvende hisseder. Bu duygu sayesinde kâinatta yalnız olmadığına kanaat getirebilir. Zira karşısındaki bedenlerin varlığı, kalabalıklar, onun yalnızlığına asla çâre olamaz. Şehirler ve şehirlerin yanıp sönen ışıkları rûhunun hücrelerini aydınlatamaz. İşte yalnız hissettiği anda rûhunu yasladığı bir şey vardır ki, bu da Yaratıcısıdır!

İnsan, hayata inançla başlar ve onunla değer kazanır. İnancı olan kişi, bu inancının gereği olarak ya da aldığı motivasyonla kendisine ve birlikte yaşadığı insanlara faydalı olur. İnanç, insanı yeni bilgiler kazanmaya götürür. Kişi inancını kuvvetlendirmek için pek çok şeyi öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini inancı sayesinde ayırt edebilir. Açıkçası inanç, bir ihtiyaç olarak kendini hissettirir.[i]

Allah’ın varlığına ve birliğine olan inancı, ona yaşama sevinci verir. O’nun varlığına duyduğu iman, âlemde ona emniyette olduğu hissini verir. Zira “iman” ile “eman”, aynı kökten türemiş kelimelerdir ve mânâca benzer karşılıkları kuşatır. Fıtratına yerleştirilen bu duygu ile buluştuğu anda huzura erer insan. En bunaldığı anlarda bile O’nun varlığına duyduğu bu iman ile huzur bulur. Bilir ki, bu dünya hayatı gelip geçicidir. Gelip geçici bu hayata fazla bel bağlamaz. Bilir ki, burası bir imtihan yeridir ve başına gelen en olumsuz şeyler bile Allah’tan gelir. Asla yılgınlık, küskünlük yaşamaz. Hiçbir zaman bu geçici dünya hayatı için ümitsizlik ve endişeye kapılmaz. Aksine, bu dünya hayatının faniliği karşısında ebedî bir ahiret inancı onu hayata bağlar. Yok olup gitmeyeceğini bildiği için yolculuğuna devam eder yalan dünyanın eğri büğrü, inişli çıkışlı yollarında. Endişesi olmaz ölüm ile son bulan bu hayatın ne zaman biteceğine dair.

Üç S’den üç T’ye

Onun tek gayesi, Rabbinin rızâsını kazanmaktır. Sonuçta kul olarak yaratılmıştır. Eğer o, bu hâliyle Rabbinden râzı olur da O’nu hoşnut edecek şeyler yaparsa, O da ondan râzı olacak, insan da ebedî saadete nâil olacaktır.

Kişisel gelişim uzmanları psikolojik iyi olmanın ölçütü olarak üç S’den bahsederler. Bunlar “sevgi, saygı ve sorumluluk”tur. Kuşkusuz bunlar psikolojik iyi olmanın her şeyi değildir, sadece ikili ilişkilerde birer değer ifade ederler. Buna karşılık biz de dinî psikolojik iyi olmanın ölçütü olarak üç T’den söz edebiliriz. Bunlar da “teslimiyet, teşekkür ve tezekkür”dür. Bu kavramlar, inanmış bir bireyin özellikleri olup Rabbi ile ilişkilerinde kendini gösterir.[ii]

Rabbinin irade ve emrine teslimiyet ile selâmet bulur insan. O teslimiyet ile fersah fersah mesafeler aşar, perdeler açılır önünde, nice sırlara agâh olur. Kendisi nasıl selâmet bulmuşsa, etrafındakiler de onun elinden, dilinden, yaşantısından, hareketlerinden, arkadaşlığından, dostluğundan selâmet bulur. Kendini güvende hisseden, etrafına da güven telkin eder. Bu mutlak güvenin kaynağı ise, kendini Yaratana olan imanıdır.

Teslimiyet o kadar önemlidir ki, Tek Olan Yaratıcıya iman eden kişiye “Müslüman” yani “Hakk’a teslim olmuş kişi” denir. Allah'a olan sarsılmaz bir imandan kaynaklanan bu teslimiyet, o insana, zorluklara karşı dayanma gücü ve mücadele azmi verir.

“Sen yüzünü Hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir!”[iii] âyetinde de belirtildiği gibi, insan, inanmaya elverişli olarak yaratılmıştır.[iv] Onun fıtratında bu iman ve teslimiyet âdeta kodlanmıştır. Onun için en ilkel kabileden en medenî topluma kadar inanca dair ritüel ve de çizgiler mevcuttur.

Nasipsizlik ve nasip

Bu imandan nasibi olamayanlar ise hep bir endişe içindedirler. Kaybetmek ve ölmekten korkarlar. Varlıklarının yalancı siluetine âşık olur ve kendilerini bir şey zannederler. Kendilerine amâde kılınan dünyanın her zerresine sahip olmak gibi bir ihtirasa düşerler. Oysa bu ihtiras, fireni patlamış bir araba gibi son sürat onu uçuruma götürür. Ancak o, farkında değildir başına geleceklerin. Ölümün olduğu bu dünyada, bir gün “Benim!” dediği her şeyi kaybedeceğini düşünemez. Zira kaybetmek, insana her zaman acı verir. İnançsız insanlar bu acıyla yüzleşmek adına ölümden korkarlar. Ölüm, onlar için bir son, bir yok olmadır.

Ölmekten korkanlar, yaşamaktan da korkarlar. Attıkları her adımda bir felâket beklentisi içine girerler. Tevekkül nedir, bilmezler. Kendi varlığını güvende hissetmeyenler, etrafındaki herkesi birer tehdit olarak algılarlar. Oysa kendi varlıkları da başkaları için bir tehdit olmuştur. Ama farkında değildirler. Oysa varlığımıza “Kâlu: Belâ”da “emanet” diye sunulan her şey, bir yokluğun dışında bir şey değil iken...[v]

Yokluğun gölgesi olduğunun bilincine varan insan ise, imanı aşk mertebesine çıkarmıştır ve can mülkünün derinlerinde bir servet gibi sakladığı sevdâyı, O’ndan geldiğinin idrakiyle yine O’nun rahmetine sunar. Yarasını Yaratıcısının merhametiyle sarar. Şeyh Galip’in “Cennet görünümlü cehennemin adıdır aşk” ifadesindeki hikmette eritirken benliğini, her ırağı yakınlaştırır güle gülümser gibi yaşayan bir duânın avuçlarında. Her duâ, vuslat hükmündedir gurbet çeken âşığa. Varlık uçurumundan yuvarlanıp yok olanlara inat, yoklukta varlığı kuşananların dudaklarına aynı şarkının nakaratı dolanır: “Âşığa yokluk var mıdır?”[vi]

Elbette âşık için yokluk diye bir şey yoktur. Zira aşk mertebesine varan iman, ona yokluğun da ötesinde sırlar açmıştır. Yokluğun ötesinde bir hiçliktir adı bu menzilin. Hiçlik ise, benlikten sıyrılarak Bâki olanda varlığın, fâni olanda yokluğun tılsımlı görüntüsü… O insan ki, bahtına fenâ ile fâni olmak yazılmış hilkât… Yaratılışı itibariyle Bâki olanı işaret eden müzeyyen varlık… Bâki olana yöneldiği kadar, hayata iz bırakacak bekâyı hak edecek olan…[vii]

İşte bu ulvî sırlara agâh olana “arif” derler. Arif kişi bilir ki, kendindeki bütün değerlerin, kendindeki bütün vasıfların, özelliklerin, zenginliklerin sahibi sadece Allah’tır. Dolayısı ile ne kaybettiğimiz bizimdir, ne kazandığımız bizim. Kaybettiklerimiz, Asıl Sahibine dönmüş. Kazandıklarımız ise, bize yeni gelmiş emanetlerdir.[viii]

Mescitteki insan

Bu imana sahip kişi, dünyaya bir emanet gözüyle bakar. Onu sahiplenip hoyratça kullanmaz. Bir emanet şuuruyla, sahibine hesap vereceğini düşünerek, onu güzelleştirmeye çalışır. Geleceğe güzel izler bırakır. Emaneti bu şekilde geleceğe teslim etme derdine düşer. İşte kodlarına “iz bırakmak” yazılmış bu insanların gayretleri, söyledikleri ve eyledikleriyle önce zihinler donanır ve sonrasında ilmin, irfanın ve hele hele hikmetin yol aydınlatan ışığı ile medeniyetler inşâ edilir. Önce zihni ve kalbi sancılanır. Varoluşunu sorgular ve var olmanın mesuliyeti üzerinden kültürünü oluşturur. Kendi tarihini yazar. Bunu kâh sözüyle, kâh müziği, sineması, kalemi, sanatıyla gerçekleştirir. Ve işte insanın var olma gebeliği, mesuliyet sancılarıyla medeniyetler doğurur.[ix]

Müslüman bilir ki, yeryüzü ona mescit kılınmıştır.[x] Tüm yeryüzünün mescit hükmünde olması, yeryüzünün her yanında Müslümanın mescitteymiş gibi hareket etmesini gerektirir. Mescitleri mamur etmek de ona verilen bir diğer görevdir.[xi] İşte bu şuur, ona bir medeniyet ihdas ettirmiştir. Bu medeniyet, yine inancın ve imanın sembolü olan mescitleri merkeze almıştır. Geleneksel İslâm şehir mimarisi, mabedi merkeze koyan bir yapılanma gösterir hep. Şehir bu yapı etrafında büyür. Öyle ki şehir, "kutsal bir merkezden neşet eden tek bir çatıyla kaplanmıştır" âdeta.[xii]

Bu şuurla kurulan bir medeniyet, yeryüzünü bir huzur iklimine çevirmeye amâde olur. Seküler anlayışların çığırtkanlığını yaptığı gibi savaşın, kaosun, anarşinin, terörün, darbelerin, yağmaların sebebi değil, bizâtihî onların baş düşmanı olur. Toplumsal hayatta ihtiyaç duyulan huzurun tek kaynağı, devamının tek sigortası bu inançtadır. İmanın ve inancın manifestosu olan, insanlığa bir rehber olarak gönderilen Kur’ân, bu gibi şeylere asla izin vermez! Yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarmak, kan dökmek, hırsızlık, yolsuzluk ve talan gibi olumsuz her şey yasaklanmıştır.

İslâm medeniyetin merkezinde “insan” vardır. Ahsen-i takvîm olarak yaratılan, kendisine “Halîfe” sıfatı verilen ve emanetin tevdi edildiği insan… Rabbine kul olmak gibi ulvî bir gâye için yaratılan insan, bu amacı gerçekleştiremediği takdirde esfel-i safilîne tardolunur. Kalp, ancak Rabbine iman ile huzur bulur.

Kalbin en büyük ihtiyacı, iman. “Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor?” İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi Marifetullah (Allah’ı tanımak) olunca, elbette Samediyete en büyük âyine de o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç; o ise, bu Âlemin Sahibini tanımaya, bilmeye, O’na iman ve itaat etmeye muhtaç. Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmâl eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku ve endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.[xiii]

Tefekkürün ardından gelen teşekkür, insanın kalbine inşirah meltemleri estirir. Evet, insanoğlu kendini dünyada emniyet ve emanda hissetmek istiyorsa, iman ve İslâm limanına sığınmak zorundadır. Zira “Huzur İslâm’da” diye boşuna söylenmemiştir.



[i]Prof. Dr. Ali Rıza Aydın, İnanma İhtiyacı ve Dinî Ritüellerin Psikolojik Değeri, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IX (2009), sayı: 3

[ii]Prof. Dr. Ali Rıza Aydın, a.g.m

[iii] Rum Suresi:30

[iv] Prof. Dr. Ali Rıza Aydın, a.g.m

[v] Nuray Alper, Köz İzi, Kültür Ajanda, Mart 2014, Sayı:4

[vi] Nuray Alper, Ben Aşka İnanırım Beyim, Kültür Ajanda, Mayıs 2014, Sayı:6

[vii] Nesrin Çaylı, İnsanın Hiçliği ve Sonsuzluk Menkıbesi, Diriliş Postası, 14 Şubat 2019

[viii]Eren Şanlı, Hiçliğin Kayıpsızlığı, https://www.hiclikmakami.com

[ix]Nesrin Çaylı, İnsanın Hiçliği ve Sonsuzluk Menkıbesi, Diriliş Postası, 14 Şubat 2019

[x] Müslim, Mesâcid 3, Hadis No: 521; Buhârî, Salât 56, Hadis No: 84

[xi]Tevbe Suresi: 18

[xii]Dr. Nihal Şahin Utku, Yeryüzü Bana Mescid Kılındı, http://www.sonpeygamber.info

[xiii] Prof. Dr. Alaaddin Başar, https://sorularlaislamiyet.com/rad-suresi-28