O KORKUNÇ sabahtan sonra
uzun bir süre kendine gelemedi Fahri. Düşerken taşa çarptığı dizinde ciddi
yaralanma meydana gelmişti. O yüzden namazda dizlerinin üzerine oturamıyordu.
Daha “Bismillah” demeden yaşadığı bu talihsiz olayın etkisiyle geri dönmeye
karar veren genç imamı muhtar zor ikna etmişti. Hatanın, uyarmayı unuttuğu için
kendisinde olduğunu söyleyen muhtar, bu köyün köpeklerinin yabancıları
tanıyıncaya kadar onları düşman olarak algıladıklarını söyledi. Şahsı tanıyıp
kokularını hafızalarına aldıktan sonra ise korkulacak bir durumun kalmayacağını
anlatmaya çalıştı. Ama Fahri’nin yaşadığı o birazdan parçalanarak öleceği
korkusunun etkisinden kurtulması kolay olmadı.
Yaklaşık
on gün boyunca dizi ve elleri iyileşinceye kadar evden dışarı çıkamadı Fahri.
On günden sonra yavaş yavaş sabah ve yatsı namazları hariç camiye gitmeye,
görevini yerine getirmeye başladıysa da meslek heyecanını yitirmişti bir defa.
Sanki her an bir köşeden yine salyalarını akıtarak havlayan bir köpek çıkıp
gelerek üzerine atlayacaktı. Köpekler kâbusu olmuştu genç imamın.
Fahri
köye geleli bir ay olmuştu neredeyse. Köylülerin hemen hemen hepsiyle tanışmış,
birkaçıyla yakın arkadaşlık, dostluk bile kurmuştu. Bu arada dizi de iyileşmiş,
minareye çıkmaya başlamıştı. Ezanları artık minareye çıkıp okuyabiliyordu.
Gençti, tecrübesizdi, köylünün gözünde çocuktu belki; ama sesinin güzelliği,
onun kabullenilmesi için bir avantaj olmuştu. Yakın çevre köylerden bile merak
edilir olmuştu genç imam.
Muhtarın
söylemesine göre, bir hafta on güne kadar bağlanacak olan elektrik ise
bağlanmamıştı henüz. Fahri günde beş defa tahta merdivenleri çıkıyor, iniyordu.
Her çıktığında da –gayriihtiyari- gözü muhtarın evine doğru kayıyordu.
Köpeklerin saldırısıydı, acıydı, sızıydı, dönmeye karar vermeydi derken, törpülenen
heyecanı yavaş yavaş kendini hissettiriyordu. Aslına bakılırsa hiç çıkmamıştı
aklından ama çaresizliği, duygularını ertelemesine neden olmuştu. Namaz
aralarında türlü bahanelerle zaman zaman muhtarın kapısını çalan Fahri,
çoğunlukla umduğunu bulamadan, yani Fidan’ı göremeden geri dönüyordu.
Bir
gün akşam namazı için yine minareye çıkan Fahri, elinde kovalarla caminin yanı başındaki
çeşmeye doğru gelen Fidan’ı gördü. El sallamak için kolunu kaldırdı önce onun
fark etmesi için, fakat bir gören olur diye vazgeçti hemen. Heyecanlanmıştı,
kendisinin orada olduğunu bildirmek istiyordu Fidan’a. Birden ezana başlamak
geldi aklına. Kendini bu durumda en iyi gösterme şekli buydu. Fahri bir yandan
ezan okuyor, bir yandan da Fidan’ın kendisine bakıp bakmadığını kontrol etmeye çalışıyordu.
Fakat anlayamadı fark edilip edilmediğini. Ezanı bitirdikten sonra biraz daha
oyalandı genç imam, ama çeşme görünmüyordu minareden. “Cemaati bekletmemeliyim”
diyerek indi aşağıya.
Ertesi
gün akşam ezanı için birkaç dakika daha erken minareye çıkan Fahri, Fidan’ın
her akşam çeşmeye su almaya geldiğini fark etti o gün. Artık her akşam ezandan
birkaç dakika erken çıkıp sevdiğinin yolunu gözler olmuştu Fahri. Ama bir türlü
yukarı baktırmayı başaramamıştı. El sallamaya çalıştı (köylülerden çekinerek),
olmadı; seslenmeye (sadece onun duyacağı şekilde) çalıştı, olmadı; onu
gördüğünde ezana başladı, yine olmadı…
Genç
imam artık yüreğinde bir ateşle dolaşır olmuştu. Geceleri onun hayaliyle
uyuyor, uyandığında yine onu aklında buluyordu. Gaz lambasının aydınlattığı loş
odasında, kendilerinden istifade etmek için yanında getirdiği kitapların
boşluklarına Fidan’lı şiirler yazar olmuştu. Kitapların boşlukları bitince,
odadaki sedirin ve yatağının tahtalarına kazımaya başladı şiirlerini Fahri.
Sonrasında köy öğretmeninden defter istemek gelecekti aklına. O da bitince
şehre inenlere birkaç defter sipariş edecekti âşık imam.
Fidan’ın
başını bir türlü yukarı çevirmeyi başaramayan Fahri, bir gün cebine çakıl
taşları doldurarak çıktı minareye. Yine akşam vaktiydi ve yine Fidan çeşmeye su
almaya geliyordu her zaman olduğu gibi. Camiye yaklaştığında cebinden birkaç
çakıl taşı çıkardı ve genç kızın önüne doğru attı genç imam. Fidan, önüne düşen
çakıl taşlarını görünce irkildi önce, sağına soluna baktı, kimseyi göremedi. Peşinden
birkaç tane daha düştüğünü görünce başını kaldırdı minareye doğru. Mimiklerini
göremeseler de, ikisi de birbirinin gülümsediklerini hissedebiliyorlardı.
Başarmıştı sonunda genç imam, mutluluktan uçacak gibiydi.
Sevinçten
birkaç kez yerinde zıpladıktan sonra okuduğu akşam ezanı, o güne kadar
okuduklarının en içteni, en canlısı, en güzeli oldu Fahri’nin.
Genç
imamın artık aşağıya çakıl taşları atmasına gerek kalmamıştı. Artık her akşam
minareye yaklaştığında, genç kız başını yukarıya doğru kaldırıyor, gülümseyerek
çeşmeye doğru gidiyordu. Fahri’nin içi kıpır kıpırdı. Bugüne kadar hissetmediği
duyguları hissediyor, içindeki coşkuya engel olamıyordu. İmam olduğuna, bu köye
geldiğine ise her aklına geldiğinde şükrediyordu. Aslında kalmasına karar
vermesindeki nedenin Fidan olduğunu anlamıştı. Her akşam sevdiği kızın bir kere
gülümsemesi yetiyordu ona. Fahri minarede, Fidan aşağıda, birbirlerine
gülümsüyorlardı; buluşma, görüşme şekli buydu, bu kadardı. Saf, temiz, masumane…
Bir
gün kasasında kocaman ağaç direklerle bir kamyon geldi köye. Elektrik
direklerini dikeceklermiş. Diktiler de. Köyün ortasına da bir trafo koydular. Üç
beş gün boyunca çalıştılar köyün içinde, en son sokak lambalarını bağlayıp
gittiler. Sonra köylüler şehirden birkaç elektrikçi getirdi, cami ve lojman dâhil,
her eve elektrik bağladılar. Caminin şerefesini lambalarla aydınlatıp bir de
hoparlör taktılar. Dört gözle elektriğin gelmesini bekleyen Fahri, sevinse mi,
üzülse mi bilemedi bu işe. Birkaç gün minareye çıkmadan, aşağıdan mikrofonla
okudu ezanları. “Diğer vakitler neyse de, şu akşam ezanını ne yapıp edip
minareden okumalı” diye düşündü ama bir türlü bir çare bulamıyordu. Fidan’ı
görmekten mahrumdu artık. Canı sıkılmaya başlamıştı. Her şey hoştu, güzeldi,
aydınlanmıştı her taraf, köye canlılık gelmişti. Şehirden farksız durumdaydı
köy. Televizyon vardı, buzdolabı vardı, ama Fidan’ın gülümsemesi yoktu.
Elektrik, genç imamın elinden almıştı sevdiği kızın gülümsemesini, doğal olarak
neşesini de…
Köye
elektrik geleli neredeyse on beş gün olmuştu. Fırtınalı bir öğle sonrası birden
gidiverdi elektrikler. Fahri ikindi ve akşam ezanlarını eskisi gibi minareye
çıkarak okumak zorunda kaldı. Akşam ezanı için ise koşarak çıktı minareye
Fahri. Eskisi gibi yolunu gözlemeye başladı Fidan’ın. Hiçbir şey değişmemişti.
Zaman geriye doğru akmıştı sanki. Yine akşam vakti, yine o içine yaşam coşkusunu
dolduran gülümseme… Ama bu sevinç kısa sürdü. Ertesi günü tamir ettiler arızayı
ve genç imam yine mikrofondan okumak zorunda kalsa da çözümü bulmuştu aklınca.
Eğer caminin elektrikleri gider ya da mikrofondan, hoparlörlerden biri
bozulursa, demek ki yine her akşam Fidan’la görüşebileceklerdi.
Ertesi
gün planını uygulamaya koydu Fahri. Hoparlöre giden kablolardan birini akşam
namazından önce kopardı. O akşam ezanı yine minareden okudu. İstediği olmuştu.
Ertesi
gün durumu soran muhtara arıza olduğunu, bir elektrikçi bulmak gerektiğini
söyledi genç imam. Şehirden bir elektrikçi getirdiler. Bu, Fahri’ye iki gün
kazandırmıştı. Birkaç gün sonra bir arıza daha oldu. Fahri yine ezanları
minareden okumaya başladı. Muhtar yine şehirden elektrikçi getirip yaptırdı,
ama arızalar sürekli tekrar etmeye başlamıştı. Fahri’den şüphelenmeyen muhtar
da, köylü de bir türlü bulamadı arızaların nedenini. Zaten bir müddet sonra arızalardan
ve elektrikçi getirmekten bıkan muhtar, en sonunda hoparlörü yaptırmaktan
vazgeçti.
Fahri aylarca tahta minareye çıkıp okudu ezanları. Bu durum Fahri’nin, Fidan’ı Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle amcasından istemesine kadar da devam etti. O günden sonra ise birden sihirli bir el değmiş gibi düzelen hoparlör, cami ve minare yeniden yapılmak için yıkılana kadar da bozulmadı…