İmam Fahri-1

Fahri, kapısındaki köpeğin bir ara uzaklaştığını görünce verdiği anî bir kararla koşmaya başladı camiye doğru olanca hızıyla. Ama henüz on beş yirmi metre gidemeden yoldaki bir taşa takılıp düştü. Düşer düşmez de iri yarı iki çoban köpeği gelip dikildi Fahri’nin başında. O an sonun geldiğini, kendisinin köpekler tarafından parçalanacağını düşündü Fahri ve gelip geleceğine çoktan pişman olmuştu bile…

İlk sabah

YAKLAŞIK yirmi dakikadır yüksek perdeden hırlayarak yokuşu çıkmaya çalışan traktör, tepeye yakın bir yerde düzlüğe eriştiğinde soluk almak istercesine durdu. Dağların arasında kıvrılarak uzayıp giden toprak yolun iki tarafı da yemyeşil yabani otlarla kaplıydı. Bahar bütün canlılığıyla kendini hissettiriyordu. Yol kenarındaki gelincikler, papatyalar, çiğdem çiçekleri gülümsüyorlardı adeta yeryüzüne. Yabani armut ağaçları çiçek açmış, fındık ağaçları canlanmış, dalları yola sarkmış, gelene geçene “Hoş geldin!” der gibiydi. Az ötedeki çalılıklarda öten kuşların sesleri, uzaklardan gelen kuzuların meleyişlerine karışıyordu. Tepelerde otlayan koyunların boyunlarındaki çıngırakların sesi ise güneşi uğurlar gibiydi. Gölgelerin uzunluğu akşamın habercisiydi.

Traktörün şoförü, rüzgârdan kavrulmuş, esmerleşmiş yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirip yanındaki gence döndü ve eliyle yan tarafta, çalılıkların arasında kaybolan belli belirsiz patikayı işaret ederek, “Delikanlı, Dereköy bu yanda! Bu keçi yolunu takip et! Eğer yılan sokmaz, ayılar parçalamazsa, yani senin anlayacağın kurda kuşa yem olmazsan yarım saat sonra Dereköy’desin” dedi.

Valizini traktörden indirmeye çalışan genç, bu sözleri duyunca gayriihtiyarî irkildi. Bir önünde, çalıların arasında kaybolan patikaya, bir traktörün sahibine baktı, adımını geri çekti. O korkuyla inmekten vazgeçecek oldu. “Nasıl yani?!” der gibi baktı adama. Gencin yüzünde kararsızlık, endişe, pişmanlık duyguları çizgiler oluşturmaya başladı anında. Adam durumu fark edince, “Şaka yaptım şaka, korkma! Yabani hayvan pek bulunmaz buralarda… Ayı mayı da yoktur. Yanlış gelmişsin, amma sen yine de bu yolu takip et! Dediğim gibi, yarım saate kalmaz köye varırsın” dedi.

Karadeniz bölgesinin küçük bir ilçesine bağlı bu köye nasıl gideceğini haritaya bakarak öğrenmeye çalışsaydı, aslında bu zahmeti çekmemiş, bu korkuyu da yaşamamış olacaktı. Yanlış bir yöntem izlediğini köye vardıktan sonra anlayacaktı Fahri. Çünkü köy, diğer ilçenin sınırındaydı ve oraya yakın olduğu için ulaşımı diğer taraftan sağlıyordu köylüler.

“Boz Dağ” denilen bir tepenin çukurunda kümelenmiş, gözlerden uzak, kerpiç evlerden, toprak damlardan oluşan, yaklaşık elli hanelik bir köydü burası. Elektrik ve telefonun henüz bağlanmadığı birçok köyden biriydi aynı zamanda Dereköy. Günbatımına yakın köye varan Fahri, köyün girişinde rastladığı çocuklardan öğrendiği muhtarın evine doğru yöneldi.

Kendisini tanıtan genç imam, köyün yeni imamı olduğunu söyledi muhtara. Önce şaşırdı muhtar; ilçe müftüsü yakında bir imamın geleceğini söylemişti ama doğrusu böylesine genç, tıfıl birini de beklemiyorlardı. Kafasını geri yaslayıp “Bu işler çoluğa çocuğa mı kaldı?” der gibi baktı genç imama. İlk şoku atlattıktan sonra muhtar, “Eh, otur bakalım (içinde “hoca” kelimesi geçen bir cümle kuramadığı için) yeğenim!” dedi, “Az soluklan hele”…

Kapı önündeki sedire oturduktan sonra muhtar seslendi içeriye doğru: “Fadime!” Biraz bekledi, içeriden cevap gelmeyince bu defa ayağa kalkıp yüzünü eve doğru dönerek tekrar seslendi: “Fidan! Fidan sen bak kızım, yengen duymadı herhalde...”

Kapı aralığından başını uzatan genç kıza muhtar, “Kızım, ayran getir misafirimize!” dedi. Biraz sonra tepside iki bardak ayranla başı keçikli genç bir kız göründü kapıda. Kız hiçbir şey söylemeden gelip Fahri’nin önünde durdu. Tepsiyi uzattı genç imama doğru. Gölgesi genç imamın yüzüne düşüyordu. Başını kaldırdı hafifçe, o an bir daha asla unutamayacağı, sanki doğuştan sürmeli yosun yeşili bir çift gözle karşılaştı Fahri. Teşekkür edip bardağı tepsiden alırken gördüğünün yanılsama olup olmadığını öğrenmek için bir defa daha bakmak istedi, ama genç kız çoktan kaçırmıştı gözlerini Fahri’den.

Yudumladığı ayran değil, kor ateşti sanki Fahri’nin. Serinlemek, ferahlamak için içtiği ayran, yutkundukça içinde bir yerlere yapışıp kalıyordu. Fahri’nin içindeki ateş yüzüne vurmuştu sanki, yüzü kızarmıştı. Muhtarın sesiyle geldi kendine: “Beğendin mi yeğenim ayranı?”

Fahri anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek başını salladı. Gülümseyerek teşekkür etmeye çalışıyordu. Bu duygusal sarsıntıdan sonra zar zor kendini toparlayan genç imam nerede kalabileceğini, lojman olup olmadığını sordu muhtara. “Lojmanımız var” dedi muhtar, “Üstelik içinde yatak yorgan da var. Endişe etme, seni aç da bırakmayız, açık da. Abdullah Hoca giderken eşyalarının çoğunu bıraktı. Emekli oldu, gitti zaten. Yemek işine gelince… Sana bakacak biri gelene kadar, her gün bir hane yemek için görevli olacak. Bizde bu adettir, ‘İmamın karnı doymazsa minareye çıkamaz’ derler”.

Fahri’nin ilk görev yeriydi burası. İmam-hatip lisesini yeni bitirmişti, heyecanlıydı. Muhtarla birlikte akşam namazı için abdest alıp camiye geçtiler. Tahta minarenin gıcırtıları arasında şerefeye çıkan yeni imam ilk ezanını okuyacaktı ama muhtarın yeğeninin gözleri hızla büyüyen sarmaşık gibi aklını, ruhunu kaplamaya başlamıştı. Minareye çıktıktan sonra, -gayriihtiyari- ezana başlamadan önce muhtarın evini aradı gözleri. Bulduktan sonra da aklındaki gözlerin sahibini…

Ezanı bitirip aşağı inen genç imam, sarığını ve cübbesini giyip mihraba yöneldi, “tekbir” için ellerini kaldırdı… Meslek olarak kıldırdığı ilk namaz olacaktı bu. “Allah-u Ekber” demeden önce tövbe etmek zorunda kaldı. “Allah’ım affet beni!” dedi, “Sorumluluğumu biliyorum ama çıkmıyor aklımdan”...

Namazdan sonra cemaate gelenlerle de tanışan Fahri, muhtarla birlikte camii önünde biraz daha sohbet ettikten sonra akşam yemeği için muhtarın evine doğru yöneldi. Genç imam bir yandan muhtarı dinliyor, bir yandan da kızı yeniden görecek olmanın heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Bir ara muhtar, “Valla evladım” dedi sakalını sıvazlayarak, “Sen çok şanslısın! Direkleri diktiler, bir hafta on güne kalmaz elektriğimiz de bağlanmış olur. Köylü şimdiden hazırlık yapıyor; Kara Yusuf televizyon bile aldı. Biz çok gözledik yolunu bu meretin. Sen sefillik çekmeyeceksin. Hem ezan okumak için minareye çıkmak zorunda da kalmazsın. Bir hoparlör bağlatırız minareye, aşağıdan okuyuverirsin”…

Yatsı namazına kadar sohbet ettiler muhtar ve “Hoş geldin!” demeye gelen birkaç köylüyle. Namazdan sonra muhtar, genç imamı kalacağı yere, lojmana götürdü. Kahvaltısının, öğle yemeğinin kendisine getirileceğini söyledi, sabah namazı konusunda uyarmayı da ihmal etmedi: “Bak sabah namazında uyuyup kalayım deme, ezanını oku! Sonra bizim ihtiyarlar seni meşeliğe kadar kovalarlar Alim Allah…”

Muhtar evin kapısını açıp anahtarı Fahri’ye verdi. Önce kapının ardındaki çırayı, sonra da çıranın aydınlığında içeri geçip gaz lambasını yaktılar. “Yakarken dikkat et!” dedi muhtar, “Yarın akşam ben olmayacağım yanında”. Muhtarın iki oda ve bir mutfaktan müteşekkil lojmanı tanıtması uzun sürmedi.

Kendisine oldukça yabancı gelen bu hayata nasıl adapte olacağını düşünen Fahri, elektriğin yakında bağlanacağını duyduğuna çok sevinmişti. “Bir hafta on gün bir şey değil, sabrederim” diye geçirdi içinden. Pencereleri kontrol ederken dışarıya baktı perdenin altından. Zifiri karanlıktı, hiçbir şey göremedi.

Fahri, yanında getirdiği ve o bölgeye ait olan namaz takvimine bakıp sabah namazı için saatini kurdu. İlk gecesini karanlığı dolduran köpek ulumaları, baykuş sesleri, kurbağa vıraklamaları arasında uyumaya çalışarak geçirdi. Sesine ve ezan okuyuşuna (zaten bir müddet sonra büyük bir şehre müezzin olarak gitmeyi planlıyordu) çok güvenen Fahri, sabah bütün köylüyü camiye toplayacağını hayal ederek daldı uykuya...

Çalar saatin ziline uyanan Fahri, nerede olduğunun ayırdına varamadı önce, saati susturup yeniden uyumaya çalıştı. Yarı uykulu vaziyette kendisini hâlâ evinde sanıyor, biraz sonra annesinin gelip kendisine sesleneceğini düşünüyordu. Ama köpek sesleri uyumasına müsaade etmedi. Bir müddet sonra genç imam nerede olduğunun farkına varınca fırladı yatağından, saatine baktı. Vakit daralmıştı. Telaşla kapıda abdestini alıp üstünü giydi.


Havlamalar kesilmemiş, hatta sanki daha da çoğalmış, şiddetlenmişti. “Yorulmaz mı bu hayvanlar havlamaktan?” dedi kendi kendine. Bir iki tanesinin sesi özellikle çok yakından geliyordu. Kapı önüne çıkan Fahri, ev ile cami arasındaki yaklaşık yüz metrelik mesafeyi gitmeye köpeklerin korkusundan cesaret edemedi bir türlü. Ne zaman bir iki adım atmaya kalksa, karşısında hırlayan bir köpekle karşılaştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Koşmaya kalksa, köpekler ondan daha hızlı koşardı. Hem köpeklerden hızlı olsa bile, caminin kapısını açıncaya kadar arkasından yetişecekleri muhakkaktı.

Bir ara ezanı evin önünde okumayı düşündü. Önce iyi bir fikir gibi gelmişti Fahri’ye, ama sonra “Ya ezan okurken saldırırlarsa?” diye düşünüp vazgeçti. “Pencereden okusam… Çok saçma!” dedi. Neden aklına gelmemişti sanki dün akşam? Sorsaydı muhtara, belki bir tedbir bulabilirlerdi. “Nereden bilebilirdim ki?” dedi sonra kendi kendine, “Daha önce başıma gelmiş bir olay değil ki”...

Fahri çaresizlik içinde bir içeri, bir dışarı dolanıp dururken gün de iyiden iyiye ağarmıştı. O yanık sesiyle bütün köylüyü sabah camiye toplayacağını hayal eden genç imam, bırak ezan okumayı, camiye bile gidemiyordu. Vakit iyice daralmıştı. Ne yapacağını bilemeyen genç imamı ter basmıştı. “Bu ezanı mutlaka okumalıyım, ne olursa olsun bir çözüm bulmalıyım” diyordu.

Fahri kapısındaki köpeğin bir ara uzaklaştığını görünce verdiği anî bir kararla koşmaya başladı camiye doğru olanca hızıyla. Ama henüz on beş yirmi metre gidemeden yoldaki bir taşa takılıp düştü. Düşer düşmez de iri yarı iki çoban köpeği gelip dikildi Fahri’nin başında. O an sonun geldiğini, kendisinin köpekler tarafından parçalanacağını düşündü Fahri ve gelip geleceğine çoktan pişman olmuştu bile.

Saldırırlarsa nasıl mücadele edeceğini bilemiyor, köpekler tarafından parçalanarak ölüp gideceğini düşünüyordu. İnanılmaz bir korkuydu onun yaşadığı, kâbus gibi adeta. Elinin, yüzünün paramparça edildiğini hayal ediyor, daha da dehşete kapılıyordu. Köpeklerin hâlâ kendisini ısırmadığını gören Fahri, birkaç saniye sonra cesaretini toplayıp yana dönerek köpeklere baktı. İkisi birden kesik kesik havladı köpeklerin. Bir müddet bekledikten sonra tepkilerini ölçmek için kalkar gibi yaptı Fahri, köpekler tekrar havladılar. İkaz ediyorlardı sanki kendisini kalkmaması için. Kafalarını sağa sola çevirirken sanki “Yakaladık” der gibi bir tavır içindeydi köpekler.

Çaresiz bekleyecekti, çünkü kalkmasına izin vermeyeceklerdi belli ki. Birileri gelip kurtarana kadar öylece yatacaktı anlaşılan. Bir ara köpeklerden biri ayrılıp az ötedeki evin önünde havlamaya başladı. Az sonra da evden biri çıkıp koşarak Fahri’nin yanına geldi. Adamın geldiğini gören köpeklerin ikisi de kendiliklerinden görevlerini tamamlamışçasına uzaklaştı imamın yanından.

Fahri adamın da yardımıyla güçlükle ayağa kalktı. Üstü başı tozlanmış, pantolonunun dizi yırtılmıştı. Düşerken yere sürtülen avuçlarının içi kanıyordu hâlâ. Korkudan dizlerinin bağı çözülmüştü. Ayakta zor duruyordu, canından can gitmişti adeta. Şok içindeydi.

Köpeklerin neden saldırdığını daha sonra öğrenecekti Fahri, ama sabah bütün köylüyü camiye toplama hayali kuran genç imamın o an düşündüğü tek şey camiyi ve namazı bir tarafa bırakıp bir an önce bu köyden gitmekti. (Devam edecek…)