İlk
sabah
YAKLAŞIK yirmi dakikadır
yüksek perdeden hırlayarak yokuşu çıkmaya çalışan traktör, tepeye yakın bir yerde
düzlüğe eriştiğinde soluk almak istercesine durdu. Dağların arasında kıvrılarak
uzayıp giden toprak yolun iki tarafı da yemyeşil yabani otlarla kaplıydı. Bahar
bütün canlılığıyla kendini hissettiriyordu. Yol kenarındaki gelincikler,
papatyalar, çiğdem çiçekleri gülümsüyorlardı adeta yeryüzüne. Yabani armut
ağaçları çiçek açmış, fındık ağaçları canlanmış, dalları yola sarkmış, gelene
geçene “Hoş geldin!” der gibiydi. Az ötedeki çalılıklarda öten kuşların sesleri,
uzaklardan gelen kuzuların meleyişlerine karışıyordu. Tepelerde otlayan
koyunların boyunlarındaki çıngırakların sesi ise güneşi uğurlar gibiydi. Gölgelerin
uzunluğu akşamın habercisiydi.
Traktörün
şoförü, rüzgârdan kavrulmuş, esmerleşmiş yüzüne alaycı bir gülümseme
yerleştirip yanındaki gence döndü ve eliyle yan tarafta, çalılıkların arasında
kaybolan belli belirsiz patikayı işaret ederek, “Delikanlı, Dereköy bu yanda!
Bu keçi yolunu takip et! Eğer yılan sokmaz, ayılar parçalamazsa, yani senin
anlayacağın kurda kuşa yem olmazsan yarım saat sonra Dereköy’desin” dedi.
Valizini
traktörden indirmeye çalışan genç, bu sözleri duyunca gayriihtiyarî irkildi.
Bir önünde, çalıların arasında kaybolan patikaya, bir traktörün sahibine baktı,
adımını geri çekti. O korkuyla inmekten vazgeçecek oldu. “Nasıl yani?!” der
gibi baktı adama. Gencin yüzünde kararsızlık, endişe, pişmanlık duyguları
çizgiler oluşturmaya başladı anında. Adam durumu fark edince, “Şaka yaptım
şaka, korkma! Yabani hayvan pek bulunmaz buralarda… Ayı mayı da yoktur. Yanlış
gelmişsin, amma sen yine de bu yolu takip et! Dediğim gibi, yarım saate kalmaz
köye varırsın” dedi.
Karadeniz
bölgesinin küçük bir ilçesine bağlı bu köye nasıl gideceğini haritaya bakarak
öğrenmeye çalışsaydı, aslında bu zahmeti çekmemiş, bu korkuyu da yaşamamış
olacaktı. Yanlış bir yöntem izlediğini köye vardıktan sonra anlayacaktı Fahri.
Çünkü köy, diğer ilçenin sınırındaydı ve oraya yakın olduğu için ulaşımı diğer
taraftan sağlıyordu köylüler.
“Boz
Dağ” denilen bir tepenin çukurunda kümelenmiş, gözlerden uzak, kerpiç evlerden,
toprak damlardan oluşan, yaklaşık elli hanelik bir köydü burası. Elektrik ve
telefonun henüz bağlanmadığı birçok köyden biriydi aynı zamanda Dereköy. Günbatımına
yakın köye varan Fahri, köyün girişinde rastladığı çocuklardan öğrendiği
muhtarın evine doğru yöneldi.
Kendisini
tanıtan genç imam, köyün yeni imamı olduğunu söyledi muhtara. Önce şaşırdı
muhtar; ilçe müftüsü yakında bir imamın geleceğini söylemişti ama doğrusu
böylesine genç, tıfıl birini de beklemiyorlardı. Kafasını geri yaslayıp “Bu
işler çoluğa çocuğa mı kaldı?” der gibi baktı genç imama. İlk şoku atlattıktan
sonra muhtar, “Eh, otur bakalım (içinde “hoca” kelimesi geçen bir cümle
kuramadığı için) yeğenim!” dedi, “Az soluklan hele”…
Kapı
önündeki sedire oturduktan sonra muhtar seslendi içeriye doğru: “Fadime!” Biraz
bekledi, içeriden cevap gelmeyince bu defa ayağa kalkıp yüzünü eve doğru
dönerek tekrar seslendi: “Fidan! Fidan sen bak kızım, yengen duymadı herhalde...”
Kapı
aralığından başını uzatan genç kıza muhtar, “Kızım, ayran getir misafirimize!” dedi.
Biraz sonra tepside iki bardak ayranla başı keçikli genç bir kız göründü
kapıda. Kız hiçbir şey söylemeden gelip Fahri’nin önünde durdu. Tepsiyi uzattı
genç imama doğru. Gölgesi genç imamın yüzüne düşüyordu. Başını kaldırdı
hafifçe, o an bir daha asla unutamayacağı, sanki doğuştan sürmeli yosun yeşili
bir çift gözle karşılaştı Fahri. Teşekkür edip bardağı tepsiden alırken
gördüğünün yanılsama olup olmadığını öğrenmek için bir defa daha bakmak istedi,
ama genç kız çoktan kaçırmıştı gözlerini Fahri’den.
Yudumladığı
ayran değil, kor ateşti sanki Fahri’nin. Serinlemek, ferahlamak için içtiği
ayran, yutkundukça içinde bir yerlere yapışıp kalıyordu. Fahri’nin içindeki
ateş yüzüne vurmuştu sanki, yüzü kızarmıştı. Muhtarın sesiyle geldi kendine: “Beğendin
mi yeğenim ayranı?”
Fahri
anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek başını salladı. Gülümseyerek teşekkür etmeye
çalışıyordu. Bu duygusal sarsıntıdan sonra zar zor kendini toparlayan genç imam
nerede kalabileceğini, lojman olup olmadığını sordu muhtara. “Lojmanımız var”
dedi muhtar, “Üstelik içinde yatak yorgan da var. Endişe etme, seni aç da
bırakmayız, açık da. Abdullah Hoca giderken eşyalarının çoğunu bıraktı. Emekli
oldu, gitti zaten. Yemek işine gelince… Sana bakacak biri gelene kadar, her gün
bir hane yemek için görevli olacak. Bizde bu adettir, ‘İmamın karnı doymazsa
minareye çıkamaz’ derler”.
Fahri’nin
ilk görev yeriydi burası. İmam-hatip lisesini yeni bitirmişti, heyecanlıydı.
Muhtarla birlikte akşam namazı için abdest alıp camiye geçtiler. Tahta
minarenin gıcırtıları arasında şerefeye çıkan yeni imam ilk ezanını okuyacaktı
ama muhtarın yeğeninin gözleri hızla büyüyen sarmaşık gibi aklını, ruhunu
kaplamaya başlamıştı. Minareye çıktıktan sonra, -gayriihtiyari- ezana
başlamadan önce muhtarın evini aradı gözleri. Bulduktan sonra da aklındaki
gözlerin sahibini…
Ezanı
bitirip aşağı inen genç imam, sarığını ve cübbesini giyip mihraba yöneldi, “tekbir”
için ellerini kaldırdı… Meslek olarak kıldırdığı ilk namaz olacaktı bu. “Allah-u
Ekber” demeden önce tövbe etmek zorunda kaldı. “Allah’ım affet beni!” dedi, “Sorumluluğumu
biliyorum ama çıkmıyor aklımdan”...
Namazdan
sonra cemaate gelenlerle de tanışan Fahri, muhtarla birlikte camii önünde biraz
daha sohbet ettikten sonra akşam yemeği için muhtarın evine doğru yöneldi. Genç
imam bir yandan muhtarı dinliyor, bir yandan da kızı yeniden görecek olmanın heyecanını
bastırmaya çalışıyordu. Bir ara muhtar, “Valla evladım” dedi sakalını
sıvazlayarak, “Sen çok şanslısın! Direkleri diktiler, bir hafta on güne kalmaz
elektriğimiz de bağlanmış olur. Köylü şimdiden hazırlık yapıyor; Kara Yusuf
televizyon bile aldı. Biz çok gözledik yolunu bu meretin. Sen sefillik
çekmeyeceksin. Hem ezan okumak için minareye çıkmak zorunda da kalmazsın. Bir
hoparlör bağlatırız minareye, aşağıdan okuyuverirsin”…
Yatsı
namazına kadar sohbet ettiler muhtar ve “Hoş geldin!” demeye gelen birkaç
köylüyle. Namazdan sonra muhtar, genç imamı kalacağı yere, lojmana götürdü. Kahvaltısının,
öğle yemeğinin kendisine getirileceğini söyledi, sabah namazı konusunda uyarmayı
da ihmal etmedi: “Bak sabah namazında uyuyup kalayım deme, ezanını oku! Sonra
bizim ihtiyarlar seni meşeliğe kadar kovalarlar Alim Allah…”
Muhtar evin kapısını açıp anahtarı Fahri’ye verdi. Önce kapının ardındaki çırayı, sonra da çıranın aydınlığında içeri geçip gaz lambasını yaktılar. “Yakarken dikkat et!” dedi muhtar, “Yarın akşam ben olmayacağım yanında”. Muhtarın iki oda ve bir mutfaktan müteşekkil lojmanı tanıtması uzun sürmedi.
Kendisine
oldukça yabancı gelen bu hayata nasıl adapte olacağını düşünen Fahri, elektriğin
yakında bağlanacağını duyduğuna çok sevinmişti. “Bir hafta on gün bir şey
değil, sabrederim” diye geçirdi içinden. Pencereleri kontrol ederken dışarıya
baktı perdenin altından. Zifiri karanlıktı, hiçbir şey göremedi.
Fahri,
yanında getirdiği ve o bölgeye ait olan namaz takvimine bakıp sabah namazı için
saatini kurdu. İlk gecesini karanlığı dolduran köpek ulumaları, baykuş sesleri,
kurbağa vıraklamaları arasında uyumaya çalışarak geçirdi. Sesine ve ezan
okuyuşuna (zaten bir müddet sonra büyük bir şehre müezzin olarak gitmeyi planlıyordu)
çok güvenen Fahri, sabah bütün köylüyü camiye toplayacağını hayal ederek daldı
uykuya...
Çalar saatin ziline uyanan Fahri, nerede olduğunun ayırdına varamadı önce, saati susturup yeniden uyumaya çalıştı. Yarı uykulu vaziyette kendisini hâlâ evinde sanıyor, biraz sonra annesinin gelip kendisine sesleneceğini düşünüyordu. Ama köpek sesleri uyumasına müsaade etmedi. Bir müddet sonra genç imam nerede olduğunun farkına varınca fırladı yatağından, saatine baktı. Vakit daralmıştı. Telaşla kapıda abdestini alıp üstünü giydi.
Havlamalar
kesilmemiş, hatta sanki daha da çoğalmış, şiddetlenmişti. “Yorulmaz mı bu
hayvanlar havlamaktan?” dedi kendi kendine. Bir iki tanesinin sesi özellikle
çok yakından geliyordu. Kapı önüne çıkan Fahri, ev ile cami arasındaki yaklaşık
yüz metrelik mesafeyi gitmeye köpeklerin korkusundan cesaret edemedi bir türlü.
Ne zaman bir iki adım atmaya kalksa, karşısında hırlayan bir köpekle
karşılaştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Koşmaya kalksa, köpekler ondan daha
hızlı koşardı. Hem köpeklerden hızlı olsa bile, caminin kapısını açıncaya kadar
arkasından yetişecekleri muhakkaktı.
Bir
ara ezanı evin önünde okumayı düşündü. Önce iyi bir fikir gibi gelmişti
Fahri’ye, ama sonra “Ya ezan okurken saldırırlarsa?” diye düşünüp vazgeçti. “Pencereden
okusam… Çok saçma!” dedi. Neden aklına gelmemişti sanki dün akşam? Sorsaydı
muhtara, belki bir tedbir bulabilirlerdi. “Nereden bilebilirdim ki?” dedi sonra
kendi kendine, “Daha önce başıma gelmiş bir olay değil ki”...
Fahri
çaresizlik içinde bir içeri, bir dışarı dolanıp dururken gün de iyiden iyiye ağarmıştı.
O yanık sesiyle bütün köylüyü sabah camiye toplayacağını hayal eden genç imam,
bırak ezan okumayı, camiye bile gidemiyordu. Vakit iyice daralmıştı. Ne
yapacağını bilemeyen genç imamı ter basmıştı. “Bu ezanı mutlaka okumalıyım, ne
olursa olsun bir çözüm bulmalıyım” diyordu.
Fahri
kapısındaki köpeğin bir ara uzaklaştığını görünce verdiği anî bir kararla
koşmaya başladı camiye doğru olanca hızıyla. Ama henüz on beş yirmi metre
gidemeden yoldaki bir taşa takılıp düştü. Düşer düşmez de iri yarı iki çoban
köpeği gelip dikildi Fahri’nin başında. O an sonun geldiğini, kendisinin
köpekler tarafından parçalanacağını düşündü Fahri ve gelip geleceğine çoktan
pişman olmuştu bile.
Saldırırlarsa
nasıl mücadele edeceğini bilemiyor, köpekler tarafından parçalanarak ölüp
gideceğini düşünüyordu. İnanılmaz bir korkuydu onun yaşadığı, kâbus gibi adeta.
Elinin, yüzünün paramparça edildiğini hayal ediyor, daha da dehşete
kapılıyordu. Köpeklerin hâlâ kendisini ısırmadığını gören Fahri, birkaç saniye
sonra cesaretini toplayıp yana dönerek köpeklere baktı. İkisi birden kesik
kesik havladı köpeklerin. Bir müddet bekledikten sonra tepkilerini ölçmek için
kalkar gibi yaptı Fahri, köpekler tekrar havladılar. İkaz ediyorlardı sanki
kendisini kalkmaması için. Kafalarını sağa sola çevirirken sanki “Yakaladık”
der gibi bir tavır içindeydi köpekler.
Çaresiz
bekleyecekti, çünkü kalkmasına izin vermeyeceklerdi belli ki. Birileri gelip
kurtarana kadar öylece yatacaktı anlaşılan. Bir ara köpeklerden biri ayrılıp az
ötedeki evin önünde havlamaya başladı. Az sonra da evden biri çıkıp koşarak
Fahri’nin yanına geldi. Adamın geldiğini gören köpeklerin ikisi de
kendiliklerinden görevlerini tamamlamışçasına uzaklaştı imamın yanından.
Fahri
adamın da yardımıyla güçlükle ayağa kalktı. Üstü başı tozlanmış, pantolonunun
dizi yırtılmıştı. Düşerken yere sürtülen avuçlarının içi kanıyordu hâlâ. Korkudan
dizlerinin bağı çözülmüştü. Ayakta zor duruyordu, canından can gitmişti adeta.
Şok içindeydi.
Köpeklerin neden saldırdığını daha sonra öğrenecekti Fahri, ama sabah bütün köylüyü camiye toplama hayali kuran genç imamın o an düşündüğü tek şey camiyi ve namazı bir tarafa bırakıp bir an önce bu köyden gitmekti. (Devam edecek…)