ÇOCUK… Yeni
açmış tomurcuk… Gözleri yıldız, dilleri bal… Milletler için istikbâl… Hayatın
süsü, ailenin neşesi, göz ve “gönül aydınlığımız”…
Geleceğimizi emanet
edeceğimiz çocuklarımızın eğitimi, anne karnında başlar aslında. Babasının
kanında, annesinin canında helâl bir iklim ister çocuk. Mademki geleceğimizi
emanet edeceğiz çocuklarımıza, öyleyse hayata gözlerini açmadan başlamalıyız
ilgilenmeye. Atımız, arabamız, bağımız, bahçemiz, evlerimiz için özel bakım
yapmaktan kaçınmayıp gerektiğinde astronomik paralar harcarken,
gözbebeklerimiz, ciğerparelerimiz olan yavrularımızı nasıl ihmâl ederiz?
Çocuk doğar doğmaz ak
kundağa sarılır ve ismi konulur. Tanıdıklarımız arasında ahlâkıyla temayüz
etmiş, huyu suyu bilinen bir kişi isim babası olur çocuğun ve sağ kulağına ezan
okur, sol kulağına kamet. İstenir ki, cefa yurdu olan dünyaya gözlerini açar
açmaz Yaratanın adını duysun, “Kalü: Belâ”daki sözüne uysun, Allah’tan korkan,
kuldan utanan bir insan olsun…
İlkokula başladığım günü
hatırlıyorum da… Rahmetli anacığım erkenden bizi kaldırmış, önce besmele
çektikten sonra, “Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bil hayr” duasıyla
başımızı gözümüzü sıvazlamış ve elimizden tuttuğu gibi okula götürmüştü. “Allah
zihninizi açık etsin yavrum!” diye dua ettikten sonra öğretmene, “Hoca, bu
çocuk benim değil, senin! Önce Allah’a, sonra sana emanet! Eti senin, kemiği
benim!” diyerek bırakıp gitmişti sınıfa.
Yıllar sonra annemin bu
hareketinin, aslında “Âmin Alayları”ndan kalma bir âdet olduğunu anlayacaktım.
Eskiden annelerimize “Osmanlı kadın” denilmesi bundan olsa gerek. Söz buraya
gelmişken, Osmanlı’nın Âmin Alayları’ndan bahsetmek isterim.
Osmanlı’da eğitime nasıl
başlanırdı?
Osmanlı, büyük bir
medeniyetin adı… Peygamberimize olan sevgisinden, hürmetinden dolayı asırlarca
Surre Alayı göndererek Hac yolculuğunu şölene dönüştüren, on binlerce insanın
ihtiyacını karşılayan Osmanlı, kanadı kırılan leyleğin yarasının sarılması için
hastaneler açmayı da ihmâl etmemiş. Üç kıta yedi denizde cihanı nizamlayan o
büyük devlet, her şeyi düşünür de çocukları düşünmez mi? İşte “Âmin Alayları”, parıldayan
bir kültür hazinemiz!
Çocukların
mahalle mekteplerinde okula başlaması belirli merasimlerle olurdu. Tarihimizde
bunun ilk örnekleri 13’üncü yüzyıla kadar uzanır. Osmanlı devrinde çocuk okula
başlayacağı zaman yapılan merasim, kısaca şöyleydi: Çocuğu okula başlayacak
aile ziyafetler verir, mektebin hocasına hediyeler hazırlanırdı. Okuldaki diğer
öğrencilere de şeker ve simit gibi yiyecekler dağıtılırdı.
Aileler
çocuklarının mektebe başlama gününü kandillere denk getirmeye çalışırlardı.
Eğer kandile denk gelmezse, çocuklar Pazartesi veya Perşembe günleri okula
başlarlardı. Pazartesi, Hazreti Peygamber’in hayatında önemli olaylara sahne
olan bir gündü çünkü. Doğduğu, hicret ettiği gündü meselâ… Perşembe de Cuma’nın
müjdecisiydi. Mübarek günün başlangıcıydı. O yüzden Pazartesi ve Perşembe
tercih edilirdi hayırlı işlerde. Hâlâ Anadolu insanı bu geleneği yaşatır ve
hayırlı bir işe başlayacaksa Perşembe gününü seçer. Eskiden kız istemeye o gün
gidilir (dünürcülük), düğünler o gün başlardı. Dolayısıyla çocuğun geleceğini
şekillendirecek olan eğitim gibi kutsal bir işe de Pazartesi veya Perşembe günü
başlanırdı. Modern dünyada Pazartesi’nin hafta başına denk gelmesi de güzel bir
tevafuk.
Okula
başlayacak çocuğu olan aile, evini baştan aşağı temizler, temizlikten sonra da
ailenin kadınları, öğrenci adayı çocuklarıyla birlikte hamama gidip yıkanır,
hamam eğlenceleri düzenlerlerdi.
Okula gidecek
çocuk, evin önünde kendisini bekleyen süslenmiş ata bindikten sonra tören
başlardı. İlahiciler hep bir ağızdan, “Tövbe edelim zenbimize/ Tövbe illallah,
Ya Allah/ Lütfûnla bize merhamet eyle/ Aman Allah, Ya Allah” dedikten sonra,
onları âmincilerin “Âmin! Âmin!” sözleri takip ederdi.
Çocuk ata
bindirildikten sonra Âmin Alayı yürümeye başlardı. Alayın en önünde, atlas yastık
üzerinde sırmalı cüz kesesiyle elifba taşınırdı. Arkasından da başının
üzerinde, çocuğun okulda oturacağı minder ve elifbayı koyacağı rahleyi taşıyan
biri giderdi. Bu iki kişiyi ata binmiş çocuk takip eder, arkasından da mektep
hocası, hocanın yardımcıları, ilahiciler ve âminciler gelirdi.
Âmin Alayı ilahiler eşliğinde
okulun önüne gelince, okul hocasının yardımcılarından biri, öğrenciyi elinden
tutarak okula götürürdü. Mektepten içeri giren çocuk, hocasının elini öptükten
sonra hocanın karşısında bulunan minderine otururdu. Besmele çeken hoca, cüzde
alfabenin ilk harfi olan ‘ا’i (elif) göstererek, harfin adını yüksek sesle söylerdi.
Ardından da, Besmele-i Şerif’i takiben ilk dersini verirdi.
Mahalle mekteplerinde genellikle imamlar ve müezzinler verirlerdi bu ilk dersi.
Âmin Alayları eski devirlerde kısaca böyle olur ve çocuk ilk dersi bu şekilde
alırdı.
(Âmin Alayları
ile ilgili yazılara kaynak teşkil edecek nitelikteki çalışmalarından dolayı
Ahmet Ürgüplü, İsmail Kara, Ali Birinci ve Vehbi Tülek’i vefa gereği anmamız
gerekiyor.)
Tanzimat Fermanı’yla birlikte mahalle mekteplerinin ıslahı gündeme geldi
ve hayatımızın diğer alanlarındaki değişmelerle birlikte bu güzel merasimimiz de
yavaş yavaş unutulmaya başlandı.
Bu satırların yazarı, “Çocuklarımıza okulu sevdirmek isteyen anne
babaların, öğretmenlerin, eğitim uzmanlarının ve yetkililerin ‘Âmin
Alayları’ndan öğrenecekleri çok şey var” diye düşünür, siz ne dersiniz?