İlkokula başladığım gün

Çocuk ata bindirildikten sonra Âmin Alayı yürümeye başlardı. Alayın en önünde, atlas yastık üzerinde sırmalı cüz kesesiyle elifba taşınırdı. Arkasından da başının üzerinde, çocuğun okulda oturacağı minder ve elifbayı koyacağı rahleyi taşıyan biri giderdi. Bu iki kişiyi ata binmiş çocuk takip eder, arkasından da mektep hocası, hocanın yardımcıları, ilahiciler ve âminciler gelirdi.

ÇOCUK… Yeni açmış tomurcuk… Gözleri yıldız, dilleri bal… Milletler için istikbâl… Hayatın süsü, ailenin neşesi, göz ve “gönül aydınlığımız”…

Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımızın eğitimi, anne karnında başlar aslında. Babasının kanında, annesinin canında helâl bir iklim ister çocuk. Mademki geleceğimizi emanet edeceğiz çocuklarımıza, öyleyse hayata gözlerini açmadan başlamalıyız ilgilenmeye. Atımız, arabamız, bağımız, bahçemiz, evlerimiz için özel bakım yapmaktan kaçınmayıp gerektiğinde astronomik paralar harcarken, gözbebeklerimiz, ciğerparelerimiz olan yavrularımızı nasıl ihmâl ederiz?

Çocuk doğar doğmaz ak kundağa sarılır ve ismi konulur. Tanıdıklarımız arasında ahlâkıyla temayüz etmiş, huyu suyu bilinen bir kişi isim babası olur çocuğun ve sağ kulağına ezan okur, sol kulağına kamet. İstenir ki, cefa yurdu olan dünyaya gözlerini açar açmaz Yaratanın adını duysun, “Kalü: Belâ”daki sözüne uysun, Allah’tan korkan, kuldan utanan bir insan olsun…

İlkokula başladığım günü hatırlıyorum da… Rahmetli anacığım erkenden bizi kaldırmış, önce besmele çektikten sonra, “Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bil hayr” duasıyla başımızı gözümüzü sıvazlamış ve elimizden tuttuğu gibi okula götürmüştü. “Allah zihninizi açık etsin yavrum!” diye dua ettikten sonra öğretmene, “Hoca, bu çocuk benim değil, senin! Önce Allah’a, sonra sana emanet! Eti senin, kemiği benim!” diyerek bırakıp gitmişti sınıfa.

Yıllar sonra annemin bu hareketinin, aslında “Âmin Alayları”ndan kalma bir âdet olduğunu anlayacaktım. Eskiden annelerimize “Osmanlı kadın” denilmesi bundan olsa gerek. Söz buraya gelmişken, Osmanlı’nın Âmin Alayları’ndan bahsetmek isterim.

Osmanlı’da eğitime nasıl başlanırdı?

Osmanlı, büyük bir medeniyetin adı… Peygamberimize olan sevgisinden, hürmetinden dolayı asırlarca Surre Alayı göndererek Hac yolculuğunu şölene dönüştüren, on binlerce insanın ihtiyacını karşılayan Osmanlı, kanadı kırılan leyleğin yarasının sarılması için hastaneler açmayı da ihmâl etmemiş. Üç kıta yedi denizde cihanı nizamlayan o büyük devlet, her şeyi düşünür de çocukları düşünmez mi? İşte “Âmin Alayları”, parıldayan bir kültür hazinemiz!

Çocukların mahalle mekteplerinde okula başlaması belirli merasimlerle olurdu. Tarihimizde bunun ilk örnekleri 13’üncü yüzyıla kadar uzanır. Osmanlı devrinde çocuk okula başlayacağı zaman yapılan merasim, kısaca şöyleydi: Çocuğu okula başlayacak aile ziyafetler verir, mektebin hocasına hediyeler hazırlanırdı. Okuldaki diğer öğrencilere de şeker ve simit gibi yiyecekler dağıtılırdı.

Aileler çocuklarının mektebe başlama gününü kandillere denk getirmeye çalışırlardı. Eğer kandile denk gelmezse, çocuklar Pazartesi veya Perşembe günleri okula başlarlardı. Pazartesi, Hazreti Peygamber’in hayatında önemli olaylara sahne olan bir gündü çünkü. Doğduğu, hicret ettiği gündü meselâ… Perşembe de Cuma’nın müjdecisiydi. Mübarek günün başlangıcıydı. O yüzden Pazartesi ve Perşembe tercih edilirdi hayırlı işlerde. Hâlâ Anadolu insanı bu geleneği yaşatır ve hayırlı bir işe başlayacaksa Perşembe gününü seçer. Eskiden kız istemeye o gün gidilir (dünürcülük), düğünler o gün başlardı. Dolayısıyla çocuğun geleceğini şekillendirecek olan eğitim gibi kutsal bir işe de Pazartesi veya Perşembe günü başlanırdı. Modern dünyada Pazartesi’nin hafta başına denk gelmesi de güzel bir tevafuk.

Okula başlayacak çocuğu olan aile, evini baştan aşağı temizler, temizlikten sonra da ailenin kadınları, öğrenci adayı çocuklarıyla birlikte hamama gidip yıkanır, hamam eğlenceleri düzenlerlerdi.

Okula gidecek çocuk, evin önünde kendisini bekleyen süslenmiş ata bindikten sonra tören başlardı. İlahiciler hep bir ağızdan, “Tövbe edelim zenbimize/ Tövbe illallah, Ya Allah/ Lütfûnla bize merhamet eyle/ Aman Allah, Ya Allah” dedikten sonra, onları âmincilerin “Âmin! Âmin!” sözleri takip ederdi.

Çocuk ata bindirildikten sonra Âmin Alayı yürümeye başlardı. Alayın en önünde, atlas yastık üzerinde sırmalı cüz kesesiyle elifba taşınırdı. Arkasından da başının üzerinde, çocuğun okulda oturacağı minder ve elifbayı koyacağı rahleyi taşıyan biri giderdi. Bu iki kişiyi ata binmiş çocuk takip eder, arkasından da mektep hocası, hocanın yardımcıları, ilahiciler ve âminciler gelirdi.

Âmin Alayı ilahiler eşliğinde okulun önüne gelince, okul hocasının yardımcılarından biri, öğrenciyi elinden tutarak okula götürürdü. Mektepten içeri giren çocuk, hocasının elini öptükten sonra hocanın karşısında bulunan minderine otururdu. Besmele çeken hoca, cüzde alfabenin ilk harfi olan ‘ا’i (elif) göstererek, harfin adını yüksek sesle söylerdi. Ardından da,  Besmele-i Şerif’i takiben ilk dersini verirdi. Mahalle mekteplerinde genellikle imamlar ve müezzinler verirlerdi bu ilk dersi. Âmin Alayları eski devirlerde kısaca böyle olur ve çocuk ilk dersi bu şekilde alırdı.

(Âmin Alayları ile ilgili yazılara kaynak teşkil edecek nitelikteki çalışmalarından dolayı Ahmet Ürgüplü, İsmail Kara, Ali Birinci ve Vehbi Tülek’i vefa gereği anmamız gerekiyor.)

Tanzimat Fermanı’yla birlikte mahalle mekteplerinin ıslahı gündeme geldi ve hayatımızın diğer alanlarındaki değişmelerle birlikte bu güzel merasimimiz de yavaş yavaş unutulmaya başlandı.

Bu satırların yazarı, “Çocuklarımıza okulu sevdirmek isteyen anne babaların, öğretmenlerin, eğitim uzmanlarının ve yetkililerin ‘Âmin Alayları’ndan öğrenecekleri çok şey var” diye düşünür, siz ne dersiniz?