
İLKE, düstur, umde ya da prensip… Bir şeyin nirengi noktası ya da ana omurgası. Başka bir ifâde ile pergelin sabit ucundan hareketle yay çizmek. Oynak ve oynaklık yapmamak…
İlkeli olmak doğruluk ister, dürüstlük ister. Fikr-i sâbite içinde olmamak kaydıyla bir sabitlik ister. Bu sabitlik değişime, dönüşüme, ilerlemeye, gelişime kapalı olmamalıdır. Zâten hiç değişmemek, dönüşmemek, kendini geliştirmemek hem insan tabiatına aykırıdır, hem de tabiatın ve kâinatın kanunlarına.
Kâinatın genişlediğine ve değiştiğine dair hem Kur’ân’da âyetler vardır, hem de bilim insanları bunu ispatlamıştır. Zâten Allah’ın “Hâllâk” ismi de varlığı her an yeniden ve sürekli olarak yaratan anlamındadır. Dolayısıyla değişim ve dönüşüm ve dahi yeni yeni oluşumlar kaçınılmaz olmaktadır.
Ancak, bu değişim ve dönüşümler hiç şüphesiz ki bir ilke, bir kural, bir kanun çerçevesinde olmalıdır. Diğer bir ifâdeyle gelişigüzel, ilkesiz ve kuralsız olmamalıdır.
İşte, insanın düşünce, fikir, bilgi ve algı dünyası da bu minvâl üzere şekillenmelidir. Yoksa fikr-i sâbite içinde kalarak, “Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur” açmazına düşmemek ve “dolap beygiri” gibi bir şeyin etrafında sürekli dönmemek icâb eder.
İlkeli yazı yazmak da böyle bir şeydir. İlkesel olarak her an yeni doğrulara, güzelliklere, güzel fikir ve düşüncelere açık olmak gerekir. Lâkin insanı insan yapan değerlerden de asla taviz vermemek şartıyla!
Mâmâfih, kendi dînî ve meşrebî (Kur’ân dışı gelenekçi ve kültürel Müslümanlık), siyâsî ve dünyevî ve dahi ideolojik gailelerle hareket ederek fikr-i sâbite içinde olanlar, sizin yazdığınız yazılar ne kadar doğru, ne kadar isabetli, ne kadar müdellel, ne kadar aklî, ne kadar ahlâkî, ne kadar insânî, ne kadar objektif ve tarafsız ve ne kadar ilkesel boyutlarda olsa da yine hoşlarına gitmiyor, indî ve nefsî yaklaşımlarla, aynı zamanda da olgu ve olayları tevil edip çarpıtarak haksız yere sizi eleştirecek bir şeyi mutlaka buluyorlar.
Bunu da özellikle partici partizanlar, din ve Allah düşmanı ateistler ve dini (İslâm’ı) suflî emellerine âlet eden dinci gruplar ve ideolojik tavırlı insanlar yapıyor.
Öyle ki, yazdığınız makalenin içerisinden cımbızla bir kelimeyi, bir cümleyi çekip alıyor, artık onun üzerinden sizi yaylım ateşine tâbi tutuyorlar. Ya da bir türlü doğruya “doğru” dememek için sessiz kalıyor ve “dilsiz şeytan” rolünü oynamayı tercih ediyorlar.
Hâlbuki ilkeli olsalar, ideolojilerinin, partilerinin, mensup oldukları dînî yapıların tahakkümünden ya da körü körüne bağlılığından bir kurtulabilseler bunu yapacaklar ama bir türlü başaramıyorlar, bu cendereden bir türlü kurtulamıyorlar.
Çünkü bunlardan kimisi mankurtlaştırılmış, kimisi meyyitleştirilmiş, kimisi câhilleştirilmiş, kimisi bedevîleştirilmiş, kimisi feodâlleştirilmiş, kimisi uyutulmuş, kimisi susturulmuş, kimisi parayla, kimisi makamla, kimisi başka şeylerle satın alınmış, kimisi dünyevîleştirilmiş, kimisi aşırı politize edilmiş, kimisi korkutulmuş, kimisi ürkütülmüş, kimisi mahalle baskısına mâruz bırakılmış, kimisinin de beyni yıkanmış maalesef!
Hâl böyle olunca, bu prototip ve bu tür insanlardan oluşan böyle toplumlarda ilkeli yazı yazmak gerçekten çok zor oluyor ve bir o kadar da muarızların sayısı artıyor.
Hele kurulu düzenin ya da muktedirlerin hoşuna gitmeyecek yazılar yazarsanız, o zaman hazır olun cenge ve cümbüşe. Ölümlerden ölüm beğenin: “Kırk katır mı istersiniz, kırk satır mı?”
Devlet-i âli yüce sânî tüm aygıtlarını öyle bir devreye sokar ve size öyle bir ders verir ki vallahi “Yandım aman Allah!” dedirtir, feryadınız tâ Mağrip ve Maşrık’tan bile duyulur! Vallahi sizin dininizi imanınızı öyle bir gevretir ki bir daha kendinize gelemez ve toparlanamazsınız bile!
Ne yapalım ki hayat böyledir! Herkes alkışlanmak, herkes pohpohlanmak, herkes mavi boncuk istiyor. Yapmayınca, vermeyince mızıkçılık yapıyor, “Ben oynamam” diyor.
İşte sosyoloji, siyâset sosyolojisi, din sosyolojisi, sosyal psikoloji, din psikolojisi açısından durum böyledir. İşte sterotiplilik ya da aidiyet duygusu ve olgusu böyle bir şeydir. Maalesef olaya ve konuya herkes bu zâviyeden bakıyor ve her şeyi bu zâviyeden değerlendiriyor.
Ama şu gerçeği herkese hatırlatmak isterim ki, Allah’ın Rasûlü ne kavmiyetini yüceltti, ne ait olduğu kabilesini övdü, ne akrabalarına ulûfe dağıttı, ne yakınlarını kayırdı, ne dünyaya meyletti, ne de siyâsî hırs ve ihtiras peşinden koştu. Sadece ve sadece Allah’ın adını yüceltmek için uğraş verdi, yaşadı ve öldü.
O, her konuda herkese güzel örnek oldu. O, Rasûllük görev ve misyonunun dışında senin benim gibi bir insandı. Kara kuru ekmek yiyen bir kadının oğluydu. İşte Rasûl’ün gerçek sünneti buydu, bunlardı. Şimdikilerin çarpık sünnet anlayışlarında olduğu gibi değil.
Rasûl gibi ilkeli olmak ve ilkeli yaşamak temennisiyle…