İlk gözyaşından son nefese kadar süren bağımlılıklarımız

Dünyanın herhangi bir icadına bağımlıysak, ona verdiğimiz zaman, para, emek ve her neyse onu, gerekene vermeyi bıraktık demektir. Bir yiyeceğe bağımlı olmak, yememiz gereken diğer gıdalardan mahrum ettiğimiz vücûdumuza haksızlık… Televizyona, bilgisayara ve benzeri icatlara bağımlı olmak, zaman ayırmamız, ilgilenmemiz gerekenlere haksızlık…

İLK gözyaşı; tanıdık, bildik ve güvenilir bir mecradan ayrılışla başlıyor. Dokuz ay sonunda, -mecburî mesken olarak- hâricî bir yaşam alanı düşünmeden ikâmet ettiğimiz bu mucizevî alanla münasebetimiz bittiğinde, ilk gözyaşını bırakıyoruz seyirlik bir sahne gibi…

Bu ilk perde, devamında açılıp kapanacak tüm perdeler için bazı emareler taşıyor. Gözlerin dünya ile ilk teması, ilk hıçkırık, ilk suskunluk, ilk sözcükler ve tüm o ilkler; acziyetin ve kudretin tek bir bedende nasıl uyum içinde olduğunu fısıldıyor. İnsanın gizli ve aşikâr tüm hisleri, dünyaya gelişte gözyaşıyla ifade ediliyor.

Herkesin bu ilk hıçkırıkla ilgili bir savı ve ispatı var. Tıp bu durumu, akciğerlerin açılmasıyla ilişkilendirir. Annenin vücûduna bağlı işleyen dolaşım sistemi oksijene ihtiyaç duymadan tüm görevleri icra ederken bir gün iş başa düşer ve oksijenle tanışan akciğerler, kan dolaşımında aktif görev almaya başlar. Bu, hayata ilk gelişimizde zorlayıcı ve korkutucu bir özgürlük hâlidir. Ağlamanın bir kısmı da bu korkuya bağlı…

Fakat daha büyük bir kısmı vücûdun değişen işletim sisteminin irade dışı ortaya koyduğu sonuç olarak kabul görüyor.

Tabiattan ilhamla, bir yaprağın düşüşündeki ilmî gereklilikleri bilsek de onun, hislere dokunan ve ölçülemeyen bir başka anlamının da olduğunu sezinleriz. Değişen ısıl değerlerle birlikte kendini gelecek koşullara hazırlayan ağaç, bir yandan da bitişi, bir şeylerin sonunu ve hüznün de en az saâdet kadar mühim olduğunu anlatır. Yağacak yağmura ve kara karşı soyunan ağaç, aynı anda hayatın faniliğini ve bununla birlikte yeniden dirilişi de canlandırır.

Bir başka açıdan, insan bedenindeki hücre ölümü ve doğumu ile sürekli yeniden başlayan bir canlanışı da resmeder.

Her şey ama her şey, ilk, alt ve son anlamlarıyla tamamlanır. Bir kelimenin anlamı da, anlamından azâde insana verdiği duygu da, onu dile getirenin amacı da ayrı ayrı önem taşır.

Meselâ “hayat” kelimesinin anlamı, canlı olmaktır. Eş anlamlısı “yaşam”dır. Alt anlamı ise öznel algılarla belirlenir. Hayat denilen belirli sürenin içinde kişiden kişiye değişen bir anlamı muhakkak olacaktır. Her kim hayata hangi anlamı lâyık görüyorsa, onun için o anlam, kelimenin kabul gören anlamından çok daha geçerli, çok daha güçlü bir yer tutar.

İşte bu ilk gözyaşı, her ne kadar vücûdun değişen sistematiğiyle ve akciğerlerin oksijenle buluşmasıyla açıklansa da, alt anlamıyla çok daha farklı bir yargıyı akıllara getirir. İnsanın ilk ağlamasının nicel anlamlarından biri de bir alışkanlığın geride bırakılmış olmasıdır. İnsan dışarıda kendini bekleyen havanın, suyun, sevginin ve Allah’a kul olabilmenin keşfine çıkmadan evvel; alıştığı, benimsediği ve tek “hayat” olarak bildiği o kısıtlı alandan ayırılışına da ağlar bir yandan…

Bu ağlayışı, dünyada başına gelebilecekleri sezmek olarak da yorumlamak mümkün; fakat o çok daha sonraki mesele!

Bilimin bize öğrettiği tüm anlamları geçtikten sonra bu ağlamak ihtiyacını doğuran en güçlü sebep, bilinen bir mekândan bilinmeyen bir mekâna gidişin verdiği endişedir.

Bu yüzdendir ki, ölenin de arkasından ağlarız. Bilinen bir mekândan bilinmeyen bir mekâna gideni gözyaşıyla göndermek de tıpkı ilk gözyaşı gibi büyük endişelerin ve korkuların bir yansımasıdır.

Her gözyaşının meydana gelişinde bir endişe, korku, hayâl kırıklığı ya da hüzün varsa şayet, en çok da bir alışmışlığın verdiği yokluk vardır ki bu, bütün bir ömür boyunca tekrar ede ede devam eder.

Her şeye bağımlıyız (mı?)

Bir şeylere alışmak iyi hoş da, bir şeylersiz yapamamak duygusu, insanın olmamışlığını gözler önüne seriyor. Öncesi olmadan yaşanılmış binlerce “şey”, sonrası olmadan yaşanamaz, nefes alınamaz bir anlamla ödüllendiriliyor. Bu anlamlandırma faaliyetinde kârlı çıkanlarsa; bağımlı kaldığımız şey, kişi, yer veya olgular… Burada, biz müptelâların hiçbir kârı bulunmadığı gibi pek çok zarara da gebe kalıyoruz.

Tüm o takıntılı tutkulara, evler yıkan bağımlılıklara ve zaman katili alışkanlıklara değinmeden az evvel, bir kaideye oturtmalı tüm bu savunmayı…

İddiam, inancım, hak yolun verdiği tarif odur ki; insan, Allah’ın yarattığı ve insana bahşettiği hâller dışında hiçbir şey için “Onsuz yaşayamam” cümlesini kullanmaya ehliyetli değildir. Bu cümlenin karşısına çıkabilecek “Neden?” sorusuna en dayanaklı cevapları da verse, hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Çünkü “vücût” denilen bu düzenek tıbben de, dinen de belli yaşamsal kriterler dışında “her şey”siz yaşayabilir. “Ruh” denilen mânevî varlığımız da ancak Yaradan’ın yaratırken var ettiği, yaratılanın yaşarken kaybettiği fıtrî ihtiyaçlara bir vazgeçilmezlikle bağlıdır. Bu uhrevî arayışımız dışında kalan diğer tüm hisler ve algılar da ruhumuz için birer gereklilik değil, birer bağımlılıktır.

Sevdiklerimize, bildiklerimize, evlerimize, şehirlerimize, izlediklerimize, okuduklarımıza, yediklerimize, içtiklerimize ve daha bir dolu yaptıklarımıza “Onsuz olmaz” sıfatını verirken, kendimizden verdiklerimizin idrakine bile varmıyoruz yazık ki!

Herhangi bir şey olmadan hayatı gerekli ya da yaşanılır göremiyorsak, buradaki en büyük hatâ, o şeye yüklenen sapkın anlamın uzantısıdır. Bir alışkanlık, onsuz olamayacak kadar kendine hapsediyorsa bizi, ancak sapkın bir anlamlandırma ile bu hâle gelmişiz demektir. Öyleyse ilk sonuç; bağımlılık, bir sapkınlıktır. Duyguda ve ihtiyaçta gereken sınırları aşarak saptığımız bu yol, evvelâ kendimizden başlayan bir kayıpla kendini gösterir. Bir şeye bağımlı olmak demek, karar verme ve yön değiştirme salâhiyetini çoktan saf dışı bırakmış olmak demektir. Yolun geri kalanını kendi irademizle yürüyemeyeceğimizi, bir “şey” tarafından idare edileceğimizi ve kendi iç dünyamızın sahibi olmadığımızı kabullenmek demektir.

Daha değerli bir şeyi kaybetmek pahasına da olsa bağlı bulunduğumuz her ne ise, onun söz sahibi olduğu bir âlemde hapsolmuşuz demektir.

Ve tüm bu kayıplara götüren bağımlılıklarımızın başlıklarına değinmeye gerek bile yok!

İnsan güzele de, çirkine de müptelâ olabilir. Bugün teknolojik cihazlardan onların sağladığı sosyal sitelere kadar ya da bir yiyecekten gidilen, sevilen bir mekâna kadar ne yönde bağlandıysak, fark etmez!..

Eğer o şey olmadan hayatı anlamlı bulamıyor ya da nefes almak mecburiyeti kadar ehemmiyetli buluyorsak, vay hâlimize! Artık ne yaşanılan zaman bize aittir, ne de alınan haz. Artık elsiz bir el tarafından yönetilmenin, o yokluğa götüren yollarında yürüyoruz demektir. Artık bize bizden önce hükmeden bir hiçliğe esir olduk demektir. Artık daha değerli, daha kıymetli her şeyi kaybetmeyi göze alabilecek kadar aciziz demektir…

Dünyanın herhangi bir icadına bağımlıysak, ona verdiğimiz zaman, para, emek ve her neyse onu, gerekene vermeyi bıraktık demektir. Bir yiyeceğe bağımlı olmak, yememiz gereken diğer gıdalardan mahrum ettiğimiz vücûdumuza haksızlık… Televizyona, bilgisayara ve benzeri icatlara bağımlı olmak, zaman ayırmamız, ilgilenmemiz gerekenlere haksızlık… Herhangi bir eyleme bağımlı olmak, sorumluluklarımıza haksızlık… Bir yere, bir giysiye, bir duyguya, ne varsa aşırılıkta tatmin olduğumuz, hep bir şeye haksızlık, hep kendimizden bir kayıp!

Kötüye de müptelâyız!

Çağın ve hayatın akışında varlığı kabul gören şeylerde abartıya kaçmak, bir bağımlılık türü olarak pek çok şeyin kaybından mesul. O şeyi elde etmek için zamandan, maldan, güzel amelden, arkadaştan, komşudan, aileden, işten güçten ya da sadece oturup düşünmekten çalıyor, böylece bir maddeyi memnun etmek uğruna çok şeyleri fedâ ediyoruz.

Fakat unutulmamalı ki, bir bağımlılık, bağımlı olduğumuzu sandığımız için bizi bir şeylere zorlar. Bu asla kendini mutlu etmenin bir yolu değildir. Mutluluğu aramak gailesi ile başlayabilir fakat fıtrata aykırı bir tutkunluk hiçbir zaman mutluluk kaynağı olamaz.

Öyleyse hayatımızda varlığı doğal olan bir şeyi sapkınca bir bağlılık duygusuyla yeni bir kimliğe büründürmek, mutluluk vermediği gibi pek çok değerli şeyin kaybına neden oluyor. Ya bu bağımlı olduğumuz şey, bir nebze bile hayatımızda yer etmemesi gereken bir olguysa? İşte o zaman işler daha da karışıyor!

Televizyon izleyebiliriz ama bağımlı bir hâle geldiğimizde kayıplar başlayacak… Bir yemekten ayrı bir haz alabiliriz fakat her şeyi bir kenara itip onu tek besin kaynağımız yapmak, büyük yitirilişlerin sebebi olacak. Bir yere gidebilir, bunu ara ara tekrar edebiliriz; ancak tek mutlu olduğumuz yer orasıysa, yaşam dinamiklerimiz bozulmaya başlayacak. Bu böyle uzar gider.

Fakat normalde hiç olmaması gereken bir şeyin müptelâsı olduysak? Bir haramın, bir günahın, bir kötünün müdavimiysek?

Ah akıl!

İşte akıl burada hastalandı demektir! Hiç olmaması gereken bir şeyi hayatımıza dâhil etmek, aklı kandırmaktır.

Bağımlılık, bir zannetmektir!

Zaten olmaması gereken bir şeyi insan bedenine, ruhuna, zihnine tanıtmak; aklın karışmasıyla son bulur. Akıl karıştı mı, zannetmeler başlar. Bu zannetmeler, diğer bağımlılıklarımızdan da diktedir. Allah’ın haram kıldığı her şey, aklın bozulmasına sebebiyet verecek bir bağımlılığa zemin hazırlar. Bu yüzden en çok da günahlar tekrar edip durur ömrümüzde.

Bir zannediş de budur ya; en ilgi çeken, en haz veren şeyler günah nispetinde olanlarmış gibi gelir. İşte oralar hiç öyle değil! Günahı zevkli ve vazgeçilmez yapan asıl neden, aklı karıştırmış olmasıdır. Bir günahtan vazgeçmek zor geliyorsa, onu hayatımıza sokarken kaybettiğimiz rahmetin ceremesini yaşıyoruz demektir. Akıl zannetmelere başladı demektir. Zannediyoruz ki, o haram şey (mal, para, madde, yiyecek, içecek ve benzeri) bizi mutlu ettiği için vazgeçemiyoruz.

Asla!

O haram, aklı zannetmelerle karıştırdığından vazgeçemiyoruz. Bağımlılık yapan her bir madde de öyledir. Aklı uyuşturup duran her şey, aklı bozmakla görevlidir. Aklı bozdukça ruh da çelişmeye başlar. Onsuz yaşayıp dururken insan; o olmadan yaşayamaz hâle gelir.

Yok yok, geldiğini zanneder!

Bu zannediş öyle güçlü ve fiziksel etkileri de beraberinde getirir ki, bir zannediş olduğuna ikna olmaz insan. Gerçekten “Onsuz yaşayamam” zanneder. Akıl zanneder, beyin zanneder, sonra sonra vücut da zannetmeye başlar. Vücûdun işlevini bozan bir bağımlılık da vücûdun zannetmesidir işte.

Yoksa mümkün değildir ki, Allah’ın haram kıldığı bir şey, yokluğunda insanı zorlasın. Yaratılışımızda muhtaç bırakıldığımız şeyler (yemek, hava, su ve benzeri) dışında kalan ne varsa, onsuz işlemeyen beden de, akıl da, ruh da yalnızca bir zannediştir.

Haramla, günahla, zararla, ziyanla zannetmelere mecbur bıraktığımız varlığımızı, yaratılışımızdaki ihtiyaçlar dışında kalan her şeyden arındırmak mümkün!

Her neye müptelâysak, her neye bağımlıysak, her neysiz yapamıyorsak da dönüş yolu yakın ve huzur dolu! Öncelikle şiar edinmeli insan! Her şey için geçerlidir. Özellikle de doğruya götürecek tüm eylemlerde gerekli ve yararlıdır. Düstur odur ki; niyet, ermektir!

Bir zarardan dönebilmenin ilk koşulu, niyet etmektir. Sana zamanını, sağlığını, aileni, insanlığını, imanını ve tüm güzel duyguları kaybettiren bir bağımlılıktan dönmek için niyet etmeli!

Bağlandığımız şey haram bir madde ise, niyetle birlikte vücûdun tıbbî tedavisi de gereksiz zannedişleri yok etmede öncül adımlardan biri.

Bir cihaza, sanal ya da gerçek bir ortama bağımlıysak da onun eksilttiği şeyleri giderecek bir değerle yerini doldurabiliriz.

Zaman öldüren, aklı sınırlayan, mesuliyetlerin inşasını imkânsız kılan her neye alıştırdıysak kendimizi, ondan dönüşün yolu değerli şeylere yüzümüzü dönmektir.

Niyetle birlikte ilk kelâm:

Bismilllah!

Sonra insan anlayacak ki, onsuz yapamadığını söyleyen aklın ve bedenin, bağımlı olduğun şeyin yalancısı olmuş. Bu zannetmelere kanmış insan. Olmayan yoklukların derdine düşmüş. İşte bu idrakten sonrası kolaydır Evvel-Allah!

İnsan yalnızca Allah’ın yolunda, O’nun bahşettiği ve helâl kıldığı şeylersiz yaşayamaz. Maazallah!

Bir kere niyet ettin mi, Allah tüm kapıları açar, yoldaki tüm dikenleri temizler, aklın tüm zannetmelerini siler ve insanı yeniden insan değerine eriştirir.

İnşallah!