TARİH boyunca insanlık ilim ve bilimin rehberliğinde yükselmiş, ancak ahlâktan yoksun bırakıldığında bu ilerleme felaketlere de yol açmıştır. İlim, insan aklının ışığıdır; fakat bu ışığın yönü vicdanla çizilmezse, karanlıkta yanan bir ateşe dönüşebilir. İşte bu yüzden ilim, ancak ahlâkla birleştiğinde insanlığı aydınlığa çıkarır.
Bilginin gücü ve ahlâkın yönü bu anlamda önem ve değer kazanan iki önemli noktadır. Bilim ve teknoloji, insanın doğaya hükmetmesini sağlamış; gökyüzüne uzanmasına, atomları parçalayarak enerji üretmesine, hastalıklara çare bulmasına imkân vermiştir. Yani her anlamda insan hayatına kolaylık atfeden başlıca bir değer olmuştur. Fakat aynı bilim, Hiroşima’da binlerce insanın bir anda yok olmasına da neden olmuştur. Atom bombasını icat eden bilim insanlarının bir kısmı yıllar sonra gözyaşları içinde “Biz sadece bilim yaptık” derken, bir kısmı ise gücün el değiştirmesinden endişe ederek susmuştur.
Bu örnek, bilimsel bilginin tek başına yeterli olmadığını; onu yönlendiren ahlâkî duruşun, vicdanın ve insanlık değerlerinin ne kadar hayatî olduğunu açıkça göstermektedir.
Bilimin tarihteki ahlâkla ilişkisi ise Endülüs Emevileri döneminde, Kurtuba’da yükselen bilim anlayışı, sadece bilginin değil, aynı zamanda insanî değerlere bağlılığın da sembolü olmuştur. İbn Rüşd, bilimle felsefeyi birleştirirken adaleti, özgürlüğü ve inançlara saygıyı da savunmuştur. Aynı şekilde Farabi ve İbn Sina gibi büyük âlimler, bilimi insanlığa hizmet için bir araç olarak görmüş, “İlim ancak hikmetle tamamlanır” diyerek ahlâkî sorumluluğa dikkat çekmişlerdir.
Ancak ne zaman ki bilim siyasetin, savaşın ya da kibirli aklın emrine girmiştir; orada zulüm, sömürü ve yıkım kaçınılmaz olmuştur. Nazi Almanya’sında yapılan insanlık dışı deneyler, apartheid rejiminin bilimsel ırkçılık iddiaları ya da günümüzde yapay zekâ üzerinden bireylerin özgürlüklerinin tehdit edilmesi... Bunlar, gücün ahlâksız ellerde nasıl bir tehdide dönüştüğünün çağdaş örnekleridir.
Bilim ve ahlâk arasındaki ilişki, insanlık tarihinin en kadim tartışmalarından biridir. Bu iki güç, birlikte yükseldiğinde medeniyetleri inşâ etmiş; birbirinden koptuklarında ise karanlık çağların, sömürünün ve yıkımın önünü açmıştır.
Tarihin altın sayfaları, ilmi vicdanla yoğuran medeniyetlerin adıdır. 9. ve 12. yüzyıllar arasında İslâm dünyasında yaşanan “Bilim Çağı” bu açıdan dikkat çekicidir. Abbâsîler döneminde Bağdat’ta kurulan Beytü’l Hikme (Bilgelik Evi), sadece matematik ve astronominin değil, aynı zamanda ahlâk, felsefe ve insan sevgisinin de öğrenildiği bir merkez olmuştur. Bilim adamları, araştırmalarını sadece bilgi edinmek için değil, “insana ve yaratılışa faydalı olmak” amacıyla yürütmüşlerdir. “Bilginin amacı, insanı tanımak ve ona hizmet etmektir” düşüncesi, her çalışmanın temelini oluşturmuştur.
İbn Sina’nın tıp anlayışı buna güzel bir örnektir. O, yalnızca hastalıkları değil, insanın ruhunu da tedavi etmeye çalışmıştır. Onun kaleme aldığı “El-Kanun fi’t-Tıbb” adlı eser, sadece bir tıp kitabı değil, aynı zamanda hekimliğin ahlâkî sorumluluğunu anlatan bir rehberdir. “Hekim, hastasının kalbini de iyileştirmelidir” sözüyle, bilimin vicdanla yoğrulmadıkça eksik kalacağını ifade etmiştir.
Farabi ise bir filozof ve bilim adamı olarak, erdemli toplumun inşâsında bilim insanlarına büyük görevler düştüğünü belirtmiştir. Ona göre “Bilgi, iyiye yönelmediği sürece sadece bir yüktür”. Bilgeliği, ilimle birlikte ahlâkî doğrulukta bulmuş, “erdemli şehir” idealini bu temel üzerine inşâ etmiştir.
Batı’da da benzer örnekler mevcuttur. Rönesans dönemi, bilim ve ahlâkın yeniden buluştuğu bir çağı temsil eder. Leonardo da Vinci, bilimi estetik ve doğa sevgisiyle harmanlamış, “Bilgi, sorumluluk getirir” ilkesiyle çalışmalarını yürütmüştür. Ne var ki sonraki dönemlerde, Sanayi Devrimi ile birlikte hızla artan teknolojik gelişmeler, ahlâkî temellerden uzaklaştığında ortaya çevre felaketleri, insan emeğinin sömürüsü ve savaş makineleri çıkmıştır.
Modern çağda ise bu ilişkinin en çarpıcı örneklerinden biri, atom bombasıdır. 20. yüzyılın en ileri fizik çalışmaları, milyonlarca insanın ölümüne sebep olacak bir silahın yapımında kullanılmıştır.
Dolayısıyla tarihte görülen her büyük bilimsel gelişme, ahlâkla yoğrulduğunda insanlığa katkı sunmuş ama ahlâktan koptuğunda zulmün, adaletsizliğin ve yıkımın aracı hâline gelmiştir.
İşte bu nedenle, bilim ile ahlâk arasındaki ilişki sadece bir düşünsel tartışma değil, geleceği şekillendirecek bir vicdan meselesidir. Çünkü bilgi güçtür, fakat o gücün yönünü belirleyen yalnızca ahlâktır.
Peki, nasıl ahlâklı ve bilim insanları yetiştirilecek?
Ahlâklı bilim insanı yetiştirmek, sadece teknik eğitimle değil, felsefî, manevî ve insanî değerlerle mümkün olur. Bilim insanının sorusu “ne yapılabilir”den önce “yapılması gereken nedir” olmalıdır. Bu, insanı merkeze alan bir bilgelik ister. Genç zihinlere yalnızca formüller ve teoriler değil, aynı zamanda iyilik, merhamet, hak, adalet ve tevazu gibi kavramlar da öğretilmelidir.
Bir tıp öğrencisine yalnızca organ sistemlerini öğretmek değil, bir hayatı emanet aldığını hissettirmek gerekir. Bir mühendis, bir köprü yaparken yalnızca mukavemet hesaplarını değil, o köprüden geçecek binlerce insanın sorumluluğunu da taşıdığını bilmelidir. Bilişim çağında yapay zekâ geliştiren biri, karar algoritmalarının etik sonuçlarını sorgulamalıdır. Çünkü bilgi, ahlâksızsa zulüm doğurur; ama bilgi ahlâkla birleşirse insanı özgürleştirir.
Ahlâksız gücün vebali ise hem kişiye hem topluma mal olacak bir sorumluluktur. Dolayısıyla ahlâktan yoksun bir güç, yalnızca zulmetmez; gelecek kuşaklara da karanlık bir miras bırakır. Tarih, zalimlerin sadece yaşarken değil, öldükten sonra da lanetle anıldığını gösterir. Firavun’un saltanatı, Nemrut’un kibri, Hitler’in dehşeti... Hepsi gücü bilgiyle değil, ahlâksız tutkularla birleştirmiştir. Sonuç: Gözyaşı, yıkım ve utançtır.
Bugün de dünya, güç yarışının içinde insanı unutan sistemlerle doludur. Doğayı talan edenler, savaş teknolojilerini geliştirenler, insanı makineleştiren algoritmalar... Hepsi ahlâksız gücün izlerini taşır. Ve bu gücün yol açtığı her zulmün vebali, onu durdurabilecek imkânı olduğu hâlde sessiz kalanlara da aittir.
Sonuç olarak geleceğe temiz bir irade bırakmak için; ahlâklı bilim insanları, toplumların vicdanıdır… Onlar sadece icat eden değil, yön gösteren, sorgulayan, gerektiğinde “hayır” diyebilen kişilerdir. Bugün üniversiteler, araştırma merkezleri ve okullar yalnız bilgi değil, değer de üretmelidir. Gençlerin kalplerine merhamet, zihinlerine sorumluluk yerleştirilmeden yapılan her eğitim eksiktir.
Unutulmamalıdır ki, bir kalemi doğruluk için tutan bilim insanı, bir orduyu durdurabilecek güçtedir. Bir formül, eğer insanlık için yazılmışsa, dünyayı değiştirebilir. Ama eğer bilgi, vicdansız ellerde bir silaha dönüşmüşse, o zaman yalnızca insanlar değil, insanlık da yara alır.
İşte bu yüzden, bizler sadece bilen değil, hisseden ve doğruyu seçen nesiller yetiştirmeliyiz. Çünkü ahlâksız bilgi, zulmün, savaşın ve insan kaybının sessiz mimarıdır. Ve bu vebal, sadece onu kullananın değil, ona susan herkesindir.



